Kur'ân-ı Kerim'de Af Kavramı

Kur

Kur'ân-ı Kerim'de
Af Kavramı



‘Afv' kelimesi, türevleriyle birlikte
Kur'an'da otuz beş âyette yer almaktadır. Afv kelimesi, Kur'an'da çoğunlukla
affetmek, yani suçluya ceza uygulamasından vazgeçip onu bağışlamak anlamında
kullanılır. Şu âyette sözlük anlamı olarak ‘fazlalık' manasında geçmektedir:

"…Ve sana neyi infak edeceklerini
(harcayacaklarını) soruyorlar. De ki: Afv'ı, yani ihtiyaçtan arta kalan
fazlalığı. Böylece Allah, size âyetlerini açıklar; umulur ki düşünürsünüz."
(Bakara: 2/219).

A'râf Sûresi 199. âyette ‘afv' bağışlama,
affetme anlamına gelmektedir. Fiil olarak kullanıldığı ve Allah için isim-sıfat
olarak geçtiği tüm yerlerde bağışlama anlamlarında kullanılır.

Af kavramı Kur'an'da hem Allah'ın özelliği
olarak yer alır, hem de insanlar için emir ve tavsiye edilir. Yapılan
haksızlığa, o miktarda karşılık vermek meşrûdur; ama bundan vazgeçerek affedene
Allah, büyük mükâfat vaad eder.[1]
Affedici olmak, takvâ makamına en yakın olmak kabul edilir.[2]
İnsan, başkasını affetmekle Allah'ın da kendisini affetmesine lâyık olur.[3]
Allah, affedenleri sever ve över.[4]

"Rabbinizin mağfiretine/bağışına ve takvâ
sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete
koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da, darlıkta da infak eder/Allah yolunda
harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel
davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da
bizzat kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı
hemen tevbe-istiğfâr ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir
ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler."
(Âl-i İmrân: 3/133-135)

"Allah kendisine şirk/ortak koşulmasını
mağfiret etmez/affetmez. Ancak, ondan başkasını dilediği kimseler için mağfiret
eder." (Nisâ: 4/48)

"De ki: ‘Ey nefislerine karşı aşırı giden
kullarım, Allah'ın rahmetinden umut kesmeyin. Allah bütün günahları bağışlar.
Çünkü O, çok bağışlayan, çok merhamet edendir."
(Zümer: 39/53)

"...Affetmeniz takvâya daha yakındır.
Aranızda iyilik ve ihsânı unutmayın. Şüphesiz ki Allah yapmakta olduklarınızı
hakkıyla görür." (Bakara: 2/237)


"…Rabbimiz, unuttuklarımızdan ya da
yanıldıklarımızdan dolayı bizi sorumlu tutma. Rabbimiz, bizden öncekilere
yüklediğin gibi bize de ağır yük yükleme. Rabbimiz, kendisine güç
yetiremeyeceğimiz şeyi bize taşıtma. Bizi affet, bizi bağışla. Sen bizim
Mevlâ'mızsın. Kâfirler topluluğuna karşı da bize yardım et."
(Bakara: 2/286).

" ...Günahlarımızı bağışla,
günahlarımızı/kötülüklerimizi ört, ruhumuzu iyilerle beraber al, ey Rabbimiz!"
(Âl-i İmrân: 3/193)

"Bir iyiliği açıklar, yahut gizlerseniz
veya bir kötülüğü (açıklamayıp) affederseniz, şüphesiz Allah da ziyadesiyle
affedici ve kadirdir." (Nisâ:
4/149)

"O vakit Allah'tan bir rahmet ile onlara
yumuşak davrandın! Şayet sen kaba, katı yürekli olsaydın, hiç şüphesiz,
etrafından dağılıp giderlerdi. Şu halde onları affet; bağışlanmaları için duâ
et; (umuma ait) işlerde onlara danış. Artık kararını verdiğin zaman da Allah'a
dayanıp güven. Çünkü Allah, kendisine sığınanları sever."
(Âl-i İmrân: 3/159)

"Bir kötülüğün cezası ona denk bir
kötülüktür. Kim bağışlar ve barışı sağlarsa, onun mükâfatı Allah'a aittir.
Elbette O, zâlimleri sevmez."
(Şûrâ: 42/40)

"Sen af yolunu tut, ma'rûfu/iyiliği emret
ve câhillere aldırış etme!" (A'râf:
7/199)

Cenâb-ı Hak, takvâ sahibi olmak için
saydığı özelliklerin arasında öfkeyi yutmak ve insanları affetmek gibi olgun
insanlara yakışan davranışları da saymaktadır.

"...O takvâ sahipleri ki, öfkelerini
yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever.
Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, ya da bizzat kendilerine
zulmettiklerinde Allah'ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe-istiğfâr
ederler. Zaten günahları Allah'tan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar,
işledikleri kötülüklerde bile bile ısrar etmezler."
(Âl-i İmrân: 3/133-135)

Bu âyette öfkelerinin neticesini yürütmeyip
onu tutarak, içlerine geri çevirenler övülmektedir. Ayette geçen "kâzm"
öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti bulunduğu halde
intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hal göstermeyip hazmetmek ve
sabretmektir. Bu, takvâ sahibi olanların özelliğidir; sabrın ve yumuşak
huyluluğun belirtisidir. Bu konudaki hadis-i şeriflerde şöyle buyrulur:

"Öfkesinin gereğini yerine getirebilecek
güçte olduğu halde öfkesini yutan kimsenin kalbini, Allah emniyet/güven ve iman
ile doldurur."[5]

"Öfkesini çıkaracak güçte iken, kim
öfkesini yutarsa, Allah onu istediği kadar hûri ile evlendirir."[6]

"Allah'a şu iki yutkunmadan daha sevgili
olan başka bir yutkunma yoktur: Sahibinin, sabır ve güzel bir katlanma ile
yutkunduğu, acı verici bir (elem karşısında) yutkunması ve sahibinin yutkunmuş
olduğu kızgınlık yutkunması."[7]

"Güçlü, güreşte galip gelen değildir; fakat
güçlü, kızdığı zaman nefsine hâkim olabilendir."[8]

Âyet-i kerimede "öfkelenmeyen" denilmez de
"öfkelerini yutan" denilir. Bu âyete göre takvâ sahibi insan, hiç
öfkelenmeyen birisi değildir; öfkesini yutan kimsedir. Öfke, duyulması gereken
bir duygudur. İman, sevgi ve buğuzdan ibarettir. Allah'ın emrine isyan, küfür ve
şirk anlamı taşıyan bir davranışa karşı müttakî mü'min elbette öfkelenecek,
müsâmaha göstermeyecektir. Hakkın çiğnenmesine, Allah'a isyana karşı
öfkelenmemek, kalbî duyguların ve imanın körelmesi, hastalıklı hale gelmesi
demektir. Allah'ı seven kişi, Allah'a isyana elbette tepki gösterecektir. Ama,
öfkeyi dışa vurunca, muhâtabın tebliği kabul etmeme, nefsini müdafaa etme,
tebliğ edilen fikrin içeriğini peşinen reddetme gibi olumsuz durumları söz
konusu olacaktır. O yüzden, öfkeyi yenmek, insanlar arası ilişkilerde ve hakkın
tebliğinde önemli bir tavırdır.

Öfke ateşi, şeytanın yakınlığını çeker.
Şeytan ateşten yaratılmıştır.[9]
Ateşin özelliği, parlamak, alevlenmek, hareket, yakıp yok etmek,
sarsıntı/titreyiştir. Bu özellikler, öfkede de vardır. Öfke, kin ve hasedi
doğurur, intikamı kamçılar.

Affetmek için öfkeyi yenmek gerekir.
"Öfkelerini yenerler, insanların kusurlarını bağışlarlar." Takvaya giden yol
böyle açılıyor. Bütün öfke beşerî bir infialdir. Kanın ansızın harekete
geçmesiyle insan öfkelenir. İnsan varlığının ilk sebeplerinden ve ilk
zaruretlerinden birisidir. Öfkeyi yenmek ilk merhaledir. Baskı yapmak, intikam
almak nefsine hoş geldiği için, bazen insan öfkesini yenemez. Azgın öfke fena
bir intikama döner. Beliren gazap gizli gizli öfkeye dönüşür. Gayz ve gazap, kin
ve intikamdan daha iyidir. Bunun için âyet-i kerime, muttakîlere nefislerindeki
öfkeyi yendikleri için o engin âkıbeti gösteriyor. Af, müsâmaha ve serbestliği.

Öfke yenilmediği zaman, nefse ağır bir
yüktür. Kalbi yalayan bir ateş yalımıdır. Vicdanı kaplayan bir istir. Fakat
nefis, müsâmaha gösterip kalp affedince o yükün altından insan kurtulur. Parlak,
nurlu ufuklara ve rahatlığa ulaşır. Kalpte yumuşaklık başlar, vicdanda selâmet
yerleşir. "Ve Allah muhsinleri (ihsân/iyilik edenleri) sever." Öyleyse
bollukta ve darlıkta cömertlik yapanlar gibi, öfkesini yendikten sonra af ve
müsâmaha ile bağışlayanlar da muhsin kimselerdir; Allah'ın sevdiği iyi
insanlardır.[10]

Yine muttakîler, kötülük edenlere karşı
af ile muâmele ederler. Affetmek hakkında Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

"Kıyamet günü, ‘nerede ecirleri (sevapları)
Allah üzerinde olanlar, cennete girsinler!' diye bir çağırıcı bağıracak. ‘Ecri
Allah üzerinde olan kim?' diye sorulacak. Bunun üzerine, (başka insanları)
affetmiş olanlardan başka kimse kalkamayacaktır."[11]

"Seninle münasebeti kesen akrabanı ziyaret
et; seni mahrum bırakana ver!"[12]

Hz. İsa'nın şöyle dediği rivayet edilir:

"İyilik, sana iyilik edene iyilik etmen
değildir; bu bir karşılıktır. İyilik, sana kötülük edene iyilik etmendir."[13]

"İyiliğe iyilik er kişinin kârı; kötülüğe
iyilik er kişinin kârı" atasözü bu nebevî ifadeden mülhem olsa
gerektir.

Takvâ sahibi olanların özelliklerini sayan
yukarıdaki âyette (Âl-i İmrân: 3/133-135) başkalarını affetmenin
vurgulanmasından sonra şöyle denir:

"Onlar fâhişe işledikleri veya nefislerine
zulmettikleri zaman günahlarına hemen tevbe-istiğfar ederler"

Fâhişe; çok çirkin olan fiil; nefse zulüm
de herhangi bir günah. Fâhişe, başkasıyla ilgisi olan günah; nefse zulüm de
başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir. Müttakîlerin ikinci kısmı, insanlık
hali, böyle bir kötülük yaptıkları veya herhangi bir günah işledikleri zaman,
hemen Allah'ı hatırlarlar da hayâ ve korkularından hemen tevbe-istiğfar ederler.
Yaptıklarına pişmanlık duyup kalbiyle ve diliyle affedilmesini diler ve o günahı
örttürecek iyiliklere koşarlar.

Gerçekten, günahları Ğafûr (mağfiret edici,
günahları örten) ve Rahim olan Allah'tan başka kim bağışlar? Öyle ya,
affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah'tan çok affetmeye ve
bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah sonunda derhal
Allah'tan utanıp da hemen tevbe edenler ve yaptıkları günahlarda bile bile ısrar
etmeyenlerin mükâfatı, Allah tarafından bağışlanma ve günahları yokmuş gibi,
altından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak kalacakları cennetlerdir. Esas
itibariyle amelin gereği değil; sırf Allah'ın lutfu olan bu bağışlama ve cennet,
ilâhî vaad gereğince, güzel amel sahiplerinin haklarıdır. Amel etmeyen, tevbe
etmeyen isyankârların kurtuluş ve selâmetleri ise Allah'ın vaadi ile garanti
edilmiş değildir. Sırf Allah'ın dilemesi ve yardımına kalmış bir şeydir.[14]

Seyyid Kutub da bu âyetin tefsirinde
şunları söyler: İmtihanda başarıya ulaşmak ve rızâ-i ilâhîye nâil olmak için
Allah'ın yardımını ve affını istemek şarttır. Kul ne kadar emirleri yerine
getirmeye çalışsa da yine de kusur edebilir. Onu bağışlayıp af ve merhametine
nâil kılmak ise Allah'ın rahmetindendir. Bu din, beşer denilen şu mahlûkun
zaaflarını, derinliğine idrâk ediyor. İnsanı bazen cesetle ilgili ağırlıklar
ahlâksızlık derekesine düşürebilir, hayvanî duyguların esiri kılabilir, Allah'ın
emrine muhâlif hareketlere sevk edebilir. Bu din, insanın o nevi
zaaflarını kabul ediyor, onun için de kızmıyor ona. İnsan kendi nefsine
zulmedince, İslâm onu rahmet-i ilâhîden kovmuyor. İnsan, büyük bir günah
işleyince ona kapıları kapatmıyor.

Ruhundaki iman şûlesinin henüz sönmemiş
olması, kalbindeki iman kaynağının henüz kurumamış bulunması, Allah'la bağının
henüz kopmamış olması, günahkâr bir kul olduğunu, affı geniş bir Rabbının
bulunduğunu bilmesi yeter ona. Şu halde bu günahkâr, hatalı, zayıf mahlûk, henüz
hayır unsuru taşımaktadır. Önündeki yollar tamamen kesilmemiştir. Kopmayan bir
ipe sarılabilir. Zaafına kapılarak ne kadar kayarsa kaysın. Beraberinde meşale
bulunduktan, elinde ip mevcut olduktan sonra, Allah'ı unutmayıp zikrettikten,
istiğfar ederek O'na kulluk ettikten, günahlarda da inat ve ısrar etmedikten
sonra yine o nura ulaşabilir.

Bu din; şu zayıf yaratığın yüzüne karşı
tevbe kapısını kapatmıyor. Onu bataklıkta yitik olarak tek başına bırakmıyor.
Dönmekten korkan kovulmuş gibi terk etmiyor. O, bu zavallıya mağfiret kapısını
gösteriyor. Yolu anlatıyor, titrer ellerinden tutuyor, kaypak adımlarına destek
oluyor, emniyetli bir sınıra ulaşabilmesi için yoluna ışık tutuyor.

Ondan sadece bir şey istiyor. Kalbinin
taşlaşmamasını, ruhunun kararmamasını, Allah'ı unutmamasını. Allah'ı
hatırladıkça, ruhunda o hidayet meşalesi bulundukça, vicdanından o keskin ses
geldikçe, kalbinden o serin rüzgâr estikçe, ileride elbet bir gün ruhundaki nuru
anlayacaktır. Kurumuş tohum yeniden yeşerip canlanacaktır. Hata eden ve evde
sopadan başka bir şey olmadığını bilen çocuk, hiçbir zaman eve girmeyecek,
kaçacak, kaybolacaktır. Fakat evde sopanın yanında hatasından özür dilerse
zaafını anlayacak, tevbe ederse özrünü kabul edecek, şefkatli bir elin
bulunduğunu anlarsa, bir gün, elbet eve dönecektir.

İşte İslâm, zayıf olan insanoğlunu zayıf
anlarında böylece kolluyor, o zaafının yanında kuvvetinin de bulunduğunu,
ağırlığın yanında rahatlığın da mevcudiyetini, hayvanî duyguların yanında
Rabbanî arzuların da bulunduğunu biliyor. Zaafa düştüğü an, elinden tutup
yükseklere çıkarmak için şefkat gösteriyor. Ayağı kayıp yuvarlandığı zaman,
yeniden ufka yükseltmek için elinden tutuyor. Yeter ki insan, Allah'ı
hatırlasın, O'nu unutmasın, hatalı olduğunu bildiği halde hatasında ısrar
etmesin.[15]







[1]
Şûrâ: 42/40.



[2]
Bakara: 2/237.



[3]
Nûr: 24/22.



[4]
Âl-i İmrân: 3/134.



[5]
Ebû Dâvud, Edeb 3, IV/248.




[6]
Ebû Davud, Edeb 3; İbn Mâce, Zühd 18,
II/1400.



[7]
Câmiu's-Sağîr, II/149.




[8]
Müslim; Câmiu's-Sağîr, II/135; İhyâ-i
Ulûmi'd-Dîn, 6/400.



[9]
A'râf: 7/12.



[10]
Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s. 453.



[11]
Âlûsi, Rûhu'l Meânî, II/58; naklen
Elmalılı, c. 2, s. 425.



[12]
Ahmed bin Hanbel, Müsned IV/148.



[13]
T. Kebir, c. 7, s. 173.




[14]
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini K. Dili,
c. 2, s. 425.




[15]
Seyyid Kutub, Fî Zılâl, c. 2, s.
454-455. Ahmet Kalkan Kur'an Kavram Tefsiri.