Fecir | Konular | Kitaplar

Taklit ve Taklitçilik.

Taklit ve Taklitçilik



Taklit ve
Taklitçilik

 

İbn Hazm, İbn Teymiye, İbnu'l-Kayyim ve
Şevkânî'nin de bulunduğu bazı İslâm bilginleri bid'at olarak niteledikleri
taklidin haram olduğunu delillerle savunmuşlardır.

1. Allah Teâlâ'nın mukallidleri zemmetmesi (5/Mâide,
104; 31/Lokman, 21; 43/Zuhruf, 22-23), Kitap ve Sünnet'in hâkim kılınmasını
emretmesi ve ihtilâf çıkınca Kitap ile Sünnet'e başvurulmasını istemesi (4/Nisâ,
59); hükmün yalnız Kendisine âit olduğunu bildirmesi (6/En'âm, 57; 12/Yûsuf,
40), dinde Allah ve Rasûlünden başkasına dayanmayı yasaklaması (9/Tevbe, 16),
Kendinden başkasının helâl ve haram kılacak rab ve velî ittihaz edilmesini
yasaklaması (9/Tevbe, 35), Kitap ve Sünnet'e dâvet edilen bir kimse, hangi
nedenle olursa olsun, onu terk ederse, kendisine büyük bir belâ/musîbet isâbet
edeceğinin bildirilmesi (24/Nûr, 63) taklidin haramlığına delâlet eder.



2. "Bilmiyorsanız zikir ehlinden sorun."
(16/Nahl, 43) âyetindeki "zikir" Kur'an ve hadis, onun "ehli" de bunları bilen
âlimlerdir. Meselesiyle ilgili âyet ve hadisi bilmeyen kimse, elbette bunları
bilenlerden soracak ve nakledilen âyet ya da hadise uyacaktır. Selef, hiçbir
zaman bunlar yerine bir kimsenin kişisel rey ve görüşünü sormamıştır.



3. Başı yaralı kişiye, bu konudaki delili
bilmeden fetvâ veren ve onun ölümüne neden olanlara Hz. Peygamber, "... Allah
canlarını alsın! Madem bilmiyorlar, bilenlere sorsalar ya! Cehâletin şifâsı
sormaktır" buyurmuştur. Bu, ilimsiz fetvâ vermenin haram olduğuna delâlet
eder. Taklit, ilim olmadığına göre, onunla fetvâ vermek de haramdır.

4. Hz. Ömer'in kelâle meselesinde Hz. Ebû
Bekir'i taklit edişi, birkaç şekilde açıklanabilir: Hz. Ömer bu konuda ölene
kadar kesin bir kanaate varamadığına göre, burada sözkonusu olan uyma, Hz. Ebû
Bekir'in söylediği "Reyimle hükmediyorum, hata edebilirim" ilkesine âit
olacaktır. Yoksa Hz. Ömer, mürted esirlerin reddi; savaşla fethedilen arazinin
vakfı, hilâfette veliaht tâyin edilmesi gibi birçok konuda Hz. Ebû Bekir'e
muhâlefet etmiştir.

5. Sahâbe, cemaatle kılınan namazın bir bölümünü
kaçırınca, önce bu bölümü kılıyor, sonra imama uyuyorlardı. Hz. Muaz ise önce
imama uydu, imam selâm verince, kalkıp kaçırdığı bölümü edâ etti. Bunun üzerine
Hz. Peygamber; "Muaz size yol gösterdi, artık öyle yapın" buyurdu. Hz.
Peygamber'in Muaz'ın hareketini tasvip etmesiyle sünnet meydana gelmiş, sahâbe
de bu sünnete uymuştur. Kitap ve Sünnet'e uymak taklit değildir.

6. Allah Teâlâ, Kendine, Rasûlüne ve ülü'l-emre
itaati emretmiştir (4/Nisâ, 59). Ülü'l-emre itaat, dinin uygulayıcıları olmaları
bakımındandır. Yoksa onların kendilerine itaat emredilmemiştir.

7. Allah Teâlâ, muhâcir ve ensâra iyi bir
şekilde ittibâ edenleri övmüş, onlardan râzı olduğunu bildirmiştir (9/Tevbe,
100). Hz. Peygamber de "Ashâbım yıldızlar gibidir, hangisine uysanız doğru
yolu bulursunuz" buyurmuştur. Muhâcirûn ile ensâra uymaktan maksat, dinî
hayatta onların yolundan yürümektir. Onlardan hiçbiri Kitap ve Sünnet'in
nasslarını bir kişinin rey ve ictihadı için terketmemişlerdir. "Ashâbım
yıldızlar gibidir..." sözü de sağlam yollardan gelmemiştir. Sahih olduğu kabul
edilirse, mukallidlerin, kendi imamlarından önce ashâba uymaları gerekir. Bundan
da önce ashâb gibi davranarak Kitap ve Sünnet delillerini öğrenip bunlara tâbi
olmaları gerekirdi.

8. Müctehid imamların taklidi yasaklayan söz ve
davranışlarını herkes bilir. Onların Kitap ve Sünnet'ten delilini bulamadıkları
birkaç meselede daha âlim kimselerin ictihadlarına tâbi olmaları, herkes için
vâcib olan taklittir ve zarûret halleriyle sınırlıdır.

9. Allah'ın insanları çeşitli yeteneklerde
yarattığı, öğrenci ve çırağın hocalarını taklit etmelerinin doğal olduğu
gerçektir. Ama, bununla taklidin bir ilgisi yoktur. Taklit, sözü hüccet olmayan
bir kimsenin sözüne delilini sormadan uymaktır. Oysa Allah, kullarının fıtratına
körü körüne taklidi değil; iddiâ sahibinden delil ve isbat isteme eğilimini
yerleştirmiştir.



[1]

Kur'an ve hadisler, taklitçiliği, ötekinin
berikinin mukallitliğini, yani delilini bilmeksizin körü körüne herkesin söz ve
davranışlarına uymayı yasaklıyor. Daima her şeyin vahiy ile, akıl ve mantık ile,
delillere dayanan muhâkemelerle incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Bir âyette:
"Sözlerinizde doğru iseniz delillerinizi getirin." (2/Bakara, 111)
buyuruluyor. Diğer bir âyette de: "İlminin ulaşmadığı şey üzerinde durma!"
(17/İsrâ, 36) buyuruluyor. 

Taklitçilik, şirkin ayrılmaz niteliklerinden
birisidir. Kur'ân-ı Kerim, ataları
taklit ve onlara uyma bahanesiyle dünya ve âhiretle ilgili hakikatleri inkâr
etme anlayışını pek çok âyette değişik vesilelerle kınar. "Yoksa bundan önce
onlara bir kitap verdik de ona mı tutunuyorlar? Hayır! Sadece, 'biz babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izinde gidiyoruz' derler. Senden önce de
hangi memlekete uyarıcı göndermişsek mutlaka oranın varlıklıları: 'Babalarımızı
bir din üzerinde bulduk, biz de onların izlerine uyarız' derlerdi. 'Ben size,
babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem (yine mi
bana uymazsınız)?' deyince, dediler ki: 'Doğrusu biz, sizinle gönderilen şeyi
inkâr ediyoruz.' Biz de onlardan intikam aldık. Bak, yalanlayanların sonu nasıl
oldu?" (43/Zuhruf, 21-25).

Aynı zamanda atalar kültü, tarihin belli bir
dönemiyle belli nesille sınırlı olmayıp, sosyal etkileşim kuralı gereği nesilden
nesile geçerek süreklilik özelliği gösterir: "Bizden önce babalarımız Allah'a
şirk/ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesiliz, işleri bâtıl
olanların yaptıkları yüzünden bizi helâk mı edeceksin?" (7/A'râf, 173)



Kur'ân-ı Kerim, her inanç ve davranışta delile
başvurmayı öngörürken, müşrikler inanç ve davranışlarında atalarını taklit
etmeyi ölçü almışlardır. "İbrâhim sordu: 'Nelere tapıyorsunuz?' Onlar:
'Putlara tapıyoruz. Onlara bağlanıyoruz.'  'Çağırdığınız vakit sizi duyuyorlar
mı? Yahut size bir fayda ve zarar verirler mi?'  'Hayır, ama babalarımızı da bu
şekilde bulduk." (26/Şuarâ, 70-77). Müşrikler putların geçerliliğini
geleneğe bağlıyorlar. Delil yerine taklitçiliği tercih etmeleri, şirkte kalmanın
motivi olup, aynı zamanda Allah'a ortak koşanların düşünce esasını teşkil eder.



Atalardan miras olarak alınan sosyal normların
ve bunlara bağlılığın en olumsuz tarafı, toplumun yahut bireyin hidâyete ermesi
için bir aşama olan sosyal veya bireysel değişimi engelliyor olmasıdır. Meselâ,
câhiliyye toplumlarını hidâyete çağıran, onlarda bir değişim süreci başlatmak
isteyen bütün peygamberle bu sosyal motiv ile karşı karşıya kalmışlardır.
Geçmişi üstün görme ve beğenme duygusu, sosyal değişme karşısında kalan
toplumlarda sıkça görülen bir olaydır. Çünkü âdetlerine bağlı olan toplumlar
değişiklikten rahatsız olur. Fakat bu durum âdetlerin niteliğine göre de
değişiklikler arzeder. Kendisine veya geçmişine kusur isnad etmek, insana zor
gelir. Dolayısıyla önceden beri yürürlükte olan çok sayıdaki âdetlerden insanı
vazgeçirmek güç bir meseledir. Özellikle köklü bir geçmişe sahip toplumların,
yıllar öncesi, hayat normlarının bir birikimi olan geleneksel yapıyı
değiştirmenin kolay olmadığı görülüyor. Çünkü söz konusu geleneksel yapı toplum
bireylerinin tamamının katılımyla bir kültür birikimi meydana getirmiştir. İşte
toplum vicdanında kemikleşen bu dahilî geleneksel yapıyı değiştirmeyi başaran,
aynı zamanda toplumu İlâhî geleneğe dâvet eden İslâm olmuştur.

İslâm'ın ilk dönemde değiştirmeyi başardığı
toplumun geleneksel yapısı içerisinde dinin konumunu incelediğimizde, dinî inanç
ve davranışların samimi bir insan ifadesi olmadığı, körü körüne atalara bağlılık
olduğu görülür. Psiko-sosyal açıdan bir değerlendirme yapıldığında, İslâm öncesi
Araplarda putperestliğin gerçek mânâda bir "din" olmaktan ziyade,
kutsallaştırılmış geleneklere bağlı ve bir dereceye kadar sosyal düzeni sağlayan
davranış kuralları olduğu sonucuna varılır. Câhiliyye devri Araplarında "din"
ferde göre değişen bir inanç olmaktan çok, kollektif kabile şuurunun davranışlar
şeklinde tezâhür eden bir görüntüsüdür; realitenin üstünde sadece vicdana hitap
eden bir duygu veya düşünüş biçimi değildir. Kısacası inanç, sosyal çevrenin
empoze ettiği bir davranış şekliydi. Rasyonel değerlendirmelerden uzak, körü
körüne robotvari mekanik bir taklitçilik geçerliydi. Önemli olan atalara bağlı
kalarak örf ve âdetlere uygun şekilde hareket etmekti.

Özellikle İslâmî tebliğin Mekke devrinde nâzil
olan âyetler, İslâm öncesi Arap toplumunun din anlayışına ışık tutmaktadır.
"De ki: 'Allah'ı bırakıp da taptığınız putlarınıza hiç baktınız mı? Yeryüzünde
yarattıkları nedir? Bana göstersenize.' Yoksa onların Allah'la ortaklığı
göklerde midir? Yoksa Biz onlara kitap verdik de ondaki delillere mi dayanırlar?
Hayır! O zâlimler, birbirlerine sadece aldatıcı söz söylerler." (35/Fâtır,
40) "(Ey inkârcılar!) Şimdi Lât, Uzzâ ve bundan başka üçüncüleri olan
Menât'ın ne olduğunu söyler misiniz? Bunlar (bu putlar), sizin ve babalarınızın
taktığı adlardan başka bir şey değildir. Allah onları destekleyen bir delil
indirmemiştir. Onlar sadece zanna ve nefislerinin hevâsına (canlarının
isteğine/arzusuna) uymaktadırlar." (53/Necm, 19-20, 23) "Âyetlerimiz
onlara apaçık olarak okunduğu zaman; 'Bu adam sizi babalarınızın taptıklarından
alıkoymaktan başka bir şey istemiyor' derlerdi. 'Bu Kur'an düpedüz bir
uydurmadan başka bir şey değildir' derlerdi. Hak, inkâr edenlere geldiğinde,
onun için; 'bu apaçık bir büyüdür' demişlerdi." (34/Sebe', 43)
       

Kur'ân-ı Kerim'in ısrarla, hidâyetin önüne bir
engel olarak dikilen atalar kültü üzerinde durduğunu görüyoruz. Kur'an'da en çok
üzerinde durulan inkâr motivi olan atalar kültü, inkârın tarihî sebebi de
sayılabilir. Gelenekçi toplumlar, bâtıl değer yargılarına son derece bağlı ve
yeniliğe kapalıdırlar. Aslında her toplum bu özelliğe az çok sahiptir.
İnsanların gelenek ve göreneklerinden vazgeçip yeni düşünceleri kabul etmeleri
zor bir iştir. Özellikle toplumun yaşlı kesiminde eskiye bağlılık hissi
gençlerden daha güçlüdür. Atalarından devraldıkları gelenek ve değerleri körü
körüne izleyenler, bu gelenekleri uyulması gerekli bir otorite olarak kabul
ederler. Geleneklerin otoritesini benimsemiş olmak Allah'ın otoritesini
benimsemeye engel olur.



[2]    

Günümüzün din kültürü ve din içerikli ihtilâf ve
tartışmalar konusunda biri ifrat, biri tefrit iki bâtıl çizgi göze çarpmaktadır.
Bir tarafta geleneği ve içinde çeşitli bid'atlar, hurâfeler, isrâiliyat ögeleri
bulunan geleneksel din anlayışını (içine bolca bâtıl karışmış, dolayısıyla hak
olmaktan çıkmış, hak görünümündeki sentezi) bağnazca savunan dindar görünümlü
insanlar; diğer tarafta bunlara tepki olarak çıkan, İslâm dışı çevrelerce, düzen
ve medya tarafından destek gören ve gittikçe yaygınlaşma eğilimindeki modernist
ve reformcu din anlayışı. Bize düşen, hakkı hak bilerek, ona hiçbir bâtılı
karıştırmadan, eğer karıştırılmışsa Kur'an ve sahih sünnet ölçeğiyle yeniden
ayıklayarak katıksız, hurâfelerden arınmış, atma ve katmalardan arınmış "hâlis
din"e sahip çıkmak, "hak üzere", orta yol olan sırât-ı müstakîm çizgisinde
yaşamaktır. 

 

 





[1] Ahmet
Özalp, Şamil İslâm Ansiklopedisi, c. 6, s. 98-99





[2]
Abdurrahman Kasapoğlu, Kur'an'da İman Psikolojisi, s. 202-211