Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
Yozlaştırılan Din
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
"Onlara:
âAllah'ın indirdiğine uyun!' denilse, âHayır, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz (yol)a uyarız!' derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru
yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?"
(2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur:
"Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği),
akıllarını kullanmayanlara verir." (10/Yûnus, 100)
Bizden önce
yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de
yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı
doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli
siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli
siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde
çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız.
Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını,
yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz
etmeden, araştırmadan, Kur'an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve
akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm
dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel
esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve
kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir
dünyada mü'minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve
düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir
tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur'an'da hayra
doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir:
"Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların
durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri
çevirecek yoktur. Zaten onların, O'ndan başka koruyup kollayanları da yoktur."
(13/Ra'd, 11)
Her konuda
analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra
doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit
etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların
tavrı, tamamıyla İslâm'a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık
atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne
kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz
konusudur. Kur'an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın
gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. "Hayır, (ne bilgileri var, ne
de kitapları.) Sadece: âBiz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların
izinden gidiyoruz' dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden
önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: âBiz
babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız' dediler.
Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem
(yine mi bana uymazsınız ?)' deyince, dediler ki: âDoğrusu biz sizin
gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz." (43/Zuhruf, 22-24) "Onlar bir
kötülük yaptıkları zaman âbabalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu
emretti' derler. De ki: âAllah, kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz?" (7/A'râf, 28)
Hz. Peygamber
(s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap
verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)'in ve ondan önceki
peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim
(a.s.)'in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl
inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp
soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah'ın dinine isnad edilen bu
yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O'ndan
sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den bize kalan
tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur'an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı
bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir
bir koruyucusu var. "Kur'an'ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz
koruyacağız." (15/Hicr, 9).
Ancak, ikincisi
için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle
buyurur: "Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki
yerine hazırlansın." (Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109;
Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1,
Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel,
2/47, 83, 133, 150, 159, 171). Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı
bulandırmaya çalışmış ve O'nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm
toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların
kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür'et ve
cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve
menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin
İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş,
onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra
yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların
kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm'a
vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları
bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri
işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip
edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. (7) Bu konuda
suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın
yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey,
hoca ve tebliğcilerdedir.
"Onlara,
âAllah'ın indirdiğine uyun' denildiğinde, âhayır, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz yola uyarız' derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu
bulamayan kimseler olsa da mı?" (2/Bakara, 170).
Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu
gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile
öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli
değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının
kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah'ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize
bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber'in bize
tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O'nun dostları, bize bu dinin
pratiklerini göstermişler ve O'nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize
ulaşmıştır.
Toplumların
câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir.
Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve
geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın
geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır.
Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar
etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur'an'ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun
için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur'an'da belirtilen sorumluluğumuzu
asrın idrâkine söyletmek zorundayız.
Özellikle uzun
bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini
anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen,
atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur'an'ı te'vil etmeye kalkışmak, bizi çok
farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun
boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları
hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için
yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya
da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha
önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının,
günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için
kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve
belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar
değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin
olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek
de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya
da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir d3avâda
kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce
gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız
bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye
almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek,
ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için
hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini
ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem
kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde
doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış
değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
"İnsanlardan
kimi de vardır ki, âAllah'a ve âhiret gününe inandık' derler; oysa
inanmamışlardır. Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız
kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr
vardır... Onlara âyeryüzünde fesat çıkarmayın' dendiğinde âbiz ancak ıslah
ediciyiz' derler. İyi bilin ki onlar bozgunculardır."
(2/Bakara, 8-10). Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının
üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman
da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları
kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
"Onlar kalbimiz
temizdir" diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön
vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline
getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına
sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik...
İslâm'ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah'ın rızâsı değil;
çağın icapları tayin etmekte ve den çağın icaplarına göre te'vil edilmek
sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette
Kur'ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere
karşı İslâm'ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri
geliştikçe Kur'ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın
gereklerinden yola çıkarak Kur'an'ı te'vil etmek değil; Kur'an'dan yola çıkarak
çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin
doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda,
yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı
yoktur. Sadece dinini te'vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir.
Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve
onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine
eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya'daki solcu müslümanlık
iddiaları, dini te'vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini
belgelemektedir.
Demek ki
sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî
kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş
felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de
gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu
kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar,
bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa
yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve
sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini
kaybederler.
Hacca giden
biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati
ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte
haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını
açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya
kelâmı konuşulmazmış. "Din nasihattir (nasihatten ibârettir)." (Müslim,
İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67) diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya
kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen
her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ
edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini
bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim
dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi
kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve
söylememiz gerekirken söylemediğimiz herşeyi!
Kimine göre din
sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı
ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din
Allah'la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din,
kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın
uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık
ama, Allah'ın kitabı Kur'an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri
üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya
hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir.
Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi.
Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece
geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu
olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür
kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok
etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar
bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince
süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar.
Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar
edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir.
Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış.
(8)
Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
"Onlara:
âAllah'ın indirdiğine uyun!' denilse, âHayır, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz (yol)a uyarız!' derler. Peki ama, ataları bir şey düşünmeyen, doğru
yolu bulamayan kimseler olsalar da mı (atalarının yoluna uyacaklar)?"
(2/Bakara, 170). Aklı olmayan kimsenin dini de yoktur:
"Allah'ın izni olmadan hiç kimse inanamaz ve (Allah) pisliği (azâbı ve rezilliği),
akıllarını kullanmayanlara verir." (10/Yûnus, 100)
Bizden önce
yaşayan atalarımızdan bize intikal eden mirasın içinde hem doğruların, hem de
yanlışların olabileceğini kabullenmek gerekir. Bize intikal eden miras, hem bazı
doğruları, hem de bazı eksiklik ve yanlışları içermektedir. Bu miras, çeşitli
siyasî ve itikadî tartışmaların yoğun olduğu bir ortamda doğup yine çeşitli
siyasî entrikalardan geçmek sûretiyle bize ulaşmıştır. Bu mirasın intikalinde
çok samimi kimseler olduğu gibi; çok bağnaz kimselerin de olduğunu unutmamalıyız.
Bize intikal eden mirasın sahiplerinin de birer insan olduklarını,
yanılabileceklerini kabul etmeliyiz. O halde bize intikal eden mirası analiz
etmeden, araştırmadan, Kur'an ve sahih sünnet terazisinde tartmadan, nakil ve
akıl sağlamalarından geçirmeden kabul etmemek gerekir.
İslâm
dünyasında insanlara, müslümanlara yön veren kimselerin değişmeyen dinin temel
esaslarıyla değişen ve değişmesi gereken özellikleri ayırt edebilmesi ve
kendilerini sürekli yenilemeleri gerekir. Dengelerin kısa sürede değiştiği bir
dünyada mü'minlerin pasif kalmaları, tamamıyla nakilci/taklitçi/şerhçi ve
düşünemeyen kimseler olmaları, din açısından üzücü bir olaydır. Böylesi bir
tablonun sorumlusu, bu insanların kendileridir. Çünkü Allah, Kur'an'da hayra
doğru değişmenin mutlak sûrette gerçekleştirilmesi gerektiğini beyan etmektedir:
"Bir toplum, kendi durumlarını değiştirmedikçe şüphesiz Allah da onların
durumunu değiştirmez. Allah bir kavme kötülük murad ettimi artık onu geri
çevirecek yoktur. Zaten onların, O'ndan başka koruyup kollayanları da yoktur."
(13/Ra'd, 11)
Her konuda
analizci, araştırıcı olmamız gerekir. Câhiliyye Araplarının yaptığı gibi hayra
doğru değişmeye, yenilenmeye karşı olmak, ataların yolunu körü körüne taklit
etmek demektir. Câhiliyye Araplarına tebliğ edilen gerçek dine karşı çıkanların
tavrı, tamamıyla İslâm'a karşı mücâdele olmuştur. Âyet-i kerimelerde de sık sık
atalar dinine körü körüne bağlılığın kötülüğünden söz edilir. Bu bağlılığın ne
kadar tehlikeli olduğu vurgulanır. Bu tehlike, müslümanlar için de söz
konusudur. Kur'an ve sünnete bağlı kalmakla birlikte, çağın dilini ve çağın
gündemini kendi lehimize kullanmak zorundayız. "Hayır, (ne bilgileri var, ne
de kitapları.) Sadece: âBiz, babalarımızı bir din üzere bulduk; biz de onların
izinden gidiyoruz' dediler (Bütün delilleri bundan ibâret). İşte, böyle senden
önce de hangi memlekete uyarıcı gönderdiysek, mutlaka oranın varlıklıları: âBiz
babalarımızı bir din üzerinde bulduk; biz de onların izlerine uyarız' dediler.
Ben size, babalarınızı üzerinde bulduğunuz (din)den daha doğrusunu getirmişsem
(yine mi bana uymazsınız ?)' deyince, dediler ki: âDoğrusu biz sizin
gönderildiğiniz şeyi inkâr ediyoruz." (43/Zuhruf, 22-24) "Onlar bir
kötülük yaptıkları zaman âbabalarımızı bu yolda bulduk, Allah da bize bunu
emretti' derler. De ki: âAllah, kötülüğü emretmez. Allah'a karşı bilmediğiniz
şeyleri mi söylüyorsunuz?" (7/A'râf, 28)
Hz. Peygamber
(s.a.s.), müşrik Araplara yepyeni bir din sunmamıştı. Çağın ihtiyaçlarına cevap
verecek bazı yenilikleriyle bu din; İbrâhim (a.s.)'in ve ondan önceki
peygamberlerin getirdiği Tevhidin/hak dinin aynısı idi. Ancak müşrikler İbrâhim
(a.s.)'in dininin kalıntıları ve kırıntıları üzerine atalarının hurâfe ve bâtıl
inanışlarının inşâsı ile yeni bir din çıkarmış, onların tâkipçileri de araştırıp
soruşturmadan aynı şeyi taklit etmişlerdi. Allah'ın dinine isnad edilen bu
yanlışlıkları ortadan kaldırmak için Allah Teâlâ bir peygamber gönderdi. O'ndan
sonra artık bir peygamber gelmeyecek ama, Hz. Muhammed (s.a.s.)'den bize kalan
tertemiz ve dupduru iki kaynak var (Kur'an ve Sünnet). Bu iki kaynak, devamlı
bulandırılmak istendi. İlkine kimse dokunamadı, çünkü onun her her şeye kaadir
bir koruyucusu var. "Kur'an'ı kesinlikle Biz indirdik; elbette onu yine Biz
koruyacağız." (15/Hicr, 9).
Ancak, ikincisi
için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Peygamberimiz (s.a.s.) bu konuda şöyle
buyurur: "Kim Benim adıma yalan söylerse (hadis uydurursa) cehennemdeki
yerine hazırlansın." (Buhârî, İlim 38, Cenâiz 33, Enbiyâ, 50, Edeb 109;
Müslim, Zühd 72; Ebû Dâvud, İlim 4; Tirmizî, Fiten 70, İlim 8, 13, Tefsir 1,
Menâkıb 19; İbn Mâce, Mukaddime 4; Dârimî, Mukaddime 25, 46; Ahmed bin Hanbel,
2/47, 83, 133, 150, 159, 171). Buna rağmen insanlar bu kaynağı devamlı
bulandırmaya çalışmış ve O'nun adına zaman zaman hadis uydurulmuştur. İslâm
toplumunun içinde bulunan münâfıklar, İslâm kisvesi altında müslümanların
kafasına şüpheler sokmaya çalışmış; bunun yanında hadis uydurma cür'et ve
cesâretinde bulunamayanlar da kanaatleri doğrultusunda hikâye, kıssa ve
menkıbeler uydurarak kafalarına göre bir İslâm şekillendirmeye çalışmışlardır.
Hikâyecilerin
İslâm tarihinde yaygın bir yeri vardır. Hz. Ali, bu kıssacıları câmiden kovmuş,
onların bu yolla din kaynağını bulandırmasına izin vermemiş, ama ondan sonra
yine bu olay devam edegelmiştir. Felsefecilerin, Kelâmcıların, tasavvufçuların
kaynağa soktukları yanlışlar, halkın hikâye ve hurâfelere düşkünlüğü, İslâm'a
vahiyden ayrı bir kimlik ortaya çıkardı. Her ne kadar, ana kaynakları
bulandırmadan, dini eksiltme ve ona ilâvelerde bulunma gibi cinâyetleri
işlemeden, sahih din anlayışı; her asırda az veya çok insan tarafından takip
edilse de, genel halkın çoğunluğu vahyi yanlış anlamış insanlardı. (7) Bu konuda
suçun büyüğü, halktan daha çok, onlara yanlış dini öğreten, ya da halkın
yanlışlarını düzeltmeye çalışmayan etkili ve yetkililerde, şeyh, başkan, ağabey,
hoca ve tebliğcilerdedir.
"Onlara,
âAllah'ın indirdiğine uyun' denildiğinde, âhayır, biz atalarımızı üzerinde
bulduğumuz yola uyarız' derler. Ya ataları bir şey düşünmeyen, doğru yolu
bulamayan kimseler olsa da mı?" (2/Bakara, 170).
Bizim dinimiz, acezelerin, meczupların dini değildir. Geleceği beklerken bu
gününü unutanlar da bize yabancıdır. Atalarının dinleri, yaptıkları ile
öğünmekle yetinenler de. Çünkü peygamber oğlu olmak bile kurtuluş için yeterli
değildir. Dinimiz, geçmişin sanıkları ve tanıkları kaybolmuş dâvâlarının
kavgasından da ibâret değildir. Din, Allah'ın, Peygamberi vâsıtasıyla bize
bildirdiği, eksiği ve fazlası olmayan Kitapta yazılı olandır; Peygamber'in bize
tebliğ ettiğinden ibârettir. Hz. Peygamber ve O'nun dostları, bize bu dinin
pratiklerini göstermişler ve O'nun sahih sünneti tevârüs edilerek bize
ulaşmıştır.
Toplumların
câhiliyye dönemlerinden kalma gelenekleri dinimizin bir parçası değildir.
Kuşkusuz onların, tevhide/vahdâniyete karşı olmayanlarını koruyabilir ve
geliştirebiliriz. Ancak, kendi atalarımızdan, ırkımızın ve halkımızın
geleneklerinden gelen her özellik dinimizin bir parçasını oluşturmayacaktır.
Atalarımızın yaşadıkları zaman, mekân ve şartlar farklıdır. Geçmiş zamanı tekrar
etmek mümkün değildir. Biz bu gün Kur'an'ı, burada ve bu şartlarda yaşamak, onun
için de eskiyi tekrar etmek değil; yeniden, Kur'an'da belirtilen sorumluluğumuzu
asrın idrâkine söyletmek zorundayız.
Özellikle uzun
bir fetret döneminin, esâret, yoksulluk ve sapma döneminin ardından, bu gün dini
anlama ve yaşama mücâdelesinde yığınla İsrâiliyat ve nefsimize kolay gelen,
atalarımızın örflerinden yola çıkarak Kur'an'ı te'vil etmeye kalkışmak, bizi çok
farklı mâceralara sürükleyebilir. Bugünkü iletişim akışı içinde, medyanın; uzun
boyluları cüce, cüceleri uzun boylu gösteren, hâinleri kahraman, kahramanları
hâin olarak tanıtan konkav ve konveks aynaları arasında gerçeği yakalamak için
yoğun çaba göstermek zorundayız.
Eskilerin 32 ya
da 54 farzdan ibâret din telakkileri ile bu günü açıklamak mümkün değildir. Daha
önceki dönemlerin siyasal ve sosyal şartları içinde şekillenen din anlayışının,
günümüzde dini yeniden aslî yapısına döndürme gayreti içindeki insanlar için
kesin ve mutlak bir örnek teşkil etmesi düşünülemez. Ancak, tarihî bilgi ve
belgeler, tarihî tecrübeler de hiçbir zaman görmezlikten gelinecek olaylar
değildir. Gelenekleri aynı ile tekrarlamaya çalışmak gibi, geleneklerden kesin
olarak koparak, geçmişi, geçmişin birikim ve tecrübelerini görmezlikten gelmek
de bize bir şey kazandırmaz; çok şey kaybettirir.
Tarih, övgü ya
da sövgü kitabı değildir. Sanıkları ve tanıkları kaybolmuş bir d3avâda
kahramanlar ve hâinler üretmek, bize bir şey kazandırmaz. Onlar, bizden önce
gelip geçen bir topluluktu, onların yaptıkları onlara, bizim yaptıklarımız
bizedir. Tarihi, bugünümüzü inşâ ederken bir tecrübe alanı olarak ciddiye
almamız gerekir. Kahramanlar üretmek adına ihânetleri görmezlikten gelmek,
ihânetlerden söz ederken faziletleri görmezlikten gelmek, tarihte kalanlar için
hiçbir şeyi değiştirmez; ama bize birçok şeyi kaybettirir. Tarihi, bu günlerini
ispat için malzeme olarak kullananlar ve tarihî gerçekleri çarpıtanlar, hem
kendi geleceklerini ve hem de toplumun geleceğini karartırlar. Zaman içinde
doğruluğunu kanıtlamış, insanların ortak faziletini oluşturmuş, berraklaşmış
değerlere elbette sahip çıkmak, dürüst herkes için ahlâkî bir görevdir.
"İnsanlardan
kimi de vardır ki, âAllah'a ve âhiret gününe inandık' derler; oysa
inanmamışlardır. Allah'ı ve mü'minleri aldatmaya çalışırlar. Halbuki yalnız
kendilerini aldatırlar da farkında olmazlar. Onların kalplerinde hastalıkr
vardır... Onlara âyeryüzünde fesat çıkarmayın' dendiğinde âbiz ancak ıslah
ediciyiz' derler. İyi bilin ki onlar bozgunculardır."
(2/Bakara, 8-10). Nasıl, kimi zaman insanlar katil ruhlarının
üstüne cihad elbisesi giyerek din adına cinâyetler işleyebiliyorsa, kimi zaman
da şeytan aklımızı çelip bize birtakım fantezileri din gibi göstererek onları
kafamıza sokmaya çalışmaktadır.
"Onlar kalbimiz
temizdir" diyerek kendilerini aldatmaktadırlar. Hayatlarına, dinlerine göre yön
vermek yerine, hayatın içinde buldukları şeyleri kendileri için din haline
getirmektedirler. İslâm adına rasyonalizm, İslâm adına demokrasi, İslâm adına
sağcılık, İslâm adına solculuk, İslâm adına Kemalizm, İslâm adına laiklik...
İslâm'ın neyi kabul edip neyi kabul etmediğini nerede ise Allah'ın rızâsı değil;
çağın icapları tayin etmekte ve den çağın icaplarına göre te'vil edilmek
sûretiyle sürekli değişen bir din anlayışı ortaya çıkmaktadır.
Elbette
Kur'ân-ı Kerim, kıyâmete kadar bâki kalacağına göre, çağın getirdiği yeniliklere
karşı İslâm'ın mesajı olacaktır. Müslümanların bilgileri ve tecrübeleri
geliştikçe Kur'ânî anlayışları da gelişecektir. Ancak, burada çağın
gereklerinden yola çıkarak Kur'an'ı te'vil etmek değil; Kur'an'dan yola çıkarak
çağı yorumlayıp onu meşrû bir yoruma tâbi tutmak zorundayız. Reddettiğimiz şeyin
doğrusunu, savunduğumuz şeyin delillerini ortaya koymamız gerekir.
Birinci yolda,
yani çağın gereklerini din zannetmede bireyin aktif, entelektüel bir katılımı
yoktur. Sadece dinini te'vil etmek sûretiyle edilgen bir yola girmektedir.
Şuurlu bir müslüman ise, İslâmî sorumluluk şuuru ile olayı yeniden yorumlamak ve
onu tashih ederek ona yeni bir biçim vermek durumundadır. Sağcılığın dine
eklenmesi, ya da Arap ülkelerindeki ve özellikle Libya'daki solcu müslümanlık
iddiaları, dini te'vil gayreti, dini moda akımlarla sentez etme gayretini
belgelemektedir.
Demek ki
sentezcilik modası, sadece dini ırkla sentez etmek değil; dini şahsî
kanaatlerimiz, lider ve örgütlerimizle ve de aynı zamanda, birtakım çağdaş
felsefî akımlar, moda ideolojilerle, kavramlarla sentez etme gayretleri de
gözükmektedir. Bütün bunlara karşı uyanık olmak zorundayız. Eğer her şeyi bu
kadar birbirine karıştıracak olursak, sonra bu işin içinden çıkamayan insanlar,
bal peteğindeki lafza-i celâl yazısının hikmeti üzerinde gereğinden fazla kafa
yorarak, imtihan olmak için geldikleri dünyanın gerçeklerinden koparlar ve
sorumluluk duygusunu yitirerek inançlarını eyleme dönüştürme irâdesini
kaybederler.
Hacca giden
biri teraziye el sürmemeli imiş. Artık o, Allah adamı olduğundan, dünya menfaati
ile işi olmazmış. Kim uydurmuşsa... İyi bir tüccar, nebîlerle birlikte
haşrolmayacak mı? Bizim dinimiz, bu dünya ile ilgilidir. Bize âhiretin sırlarını
açıklar; ama ve bu dünyada yaşanmak üzere, bu dünyadaki insanlar için inmiştir.
Câmide dünya
kelâmı konuşulmazmış. "Din nasihattir (nasihatten ibârettir)." (Müslim,
İman 55; Ebû Dâvud, Edeb 67) diyen bir dinin tebliği, anlaşılması için dünya
kelâmı konuşmadan nasıl nasihatleşeceğiz? Câminin asr-ı saâdetteki hayatın hemen
her alanıyla ilgili fonksiyonu, dünyayı ve dünya kelâmını dışlayarak nasıl icrâ
edilecektir? Din ve dünya işlerini birbirine karıştırmayacakmışız. Gerçeğini
bilmediğimiz âhiret işlerine bu dünyayı nasıl karıştırabiliriz ki!? Bizim
dinimiz konuşmamızı, ticaretimizi, ekonomik ve sosyal ilişkilerimizi, her şeyi
kapsar. Yaptığımız ve yapmamız gerekirken yapmadığımız, söylediğimiz ve
söylememiz gerekirken söylemediğimiz herşeyi!
Kimine göre din
sadece vicdan özgürlüğü gibi bir şey. Bunlar din ve vicdan özgürlüğünün ayrı
ayrı şeyler olduğunu bile bilmeyecek kadar zekâ sorunu olan insanlar... Din
Allah'la kul arasında imiş. Bu din, kimin dini ise, kim uydurdu ise... Her din,
kendi bağlılarını birbirleri arasında hukuk sahibi kılar. Onlarınkisi şeytanın
uydurduğu hayal âleminde olan bir din... Elbette kimsenin kalbini yarıp bakmadık
ama, Allah'ın kitabı Kur'an, müslümanları kardeş yapmak sûreti ile birbirleri
üzerinde hak sahibi yapmadı mı?
Dini dünya
hayatının dışına itme iddiası, şeytanı bile güldüren bir komedi olsa gerekir.
Allah, peygamberlerini bizim gibi birer beşer olan insanlardan seçip gönderdi.
Dinin bütün hükümleri, bu dünya içindir, bu dünyada uygulanır. Âhiret, sadece
geleceğe ilişkindir; cennet ve cehennem, bu dünyadaki amellerimizin sonucu
olarak varacağımız yerdir. Bu gün yaşanacak gerçek, bu dünya ile ilgilidir. Öbür
kısmı, haber verilen gerçektir. Dini dünya hayatından soyutlamak, dini yok
etmekle eş anlamlıdır. Bu bir inkârdır, küfürdür!
Onlar
bilmedikleri bir dine iman ettiklerini sanıyorlar. Onu kendi gönüllerince
süslüyor ve ona şeytanlarının söylediği şekilde bir muhtevâ kazandırıyorlar.
Eski putperest toplumlarda zenginlerin kendi adlarına özel tanrılar, özel putlar
edinmeleri gibi... Din, onlar için bir nazar muskası gibi bir şeydir.
Kalplerinin temiz olduğunu sanıyorlar, ama şeytan kalplerine yuva yapmış.
(8)
DİN
- DİN ..
- DİN ..
- Din; Anlam ve Mâhiyeti
- Sözlük Anlamı
- Din Kelimesinin Türevleri
- Terim Olarak Din
- Kur'ân-ı Kerim'de Din Kavramı
- "Din"in Kur'an'daki Anlamları
- Din Kelimesindeki Unsurlar
- Hadis-i Şeriflerde Din Kavramı
- Din Anlayışları ve Diğer İnançlarda Din .
- İslam'a Göre Din Gerçeği
- Dinde Aşırılık
- Karşı Din; Allah'a Din Öğretmeye Kalkmak
- Dinin Kaynağı
- Din Duygusunun Menşei
- Dinin Gerekliliği
- Din ve Bilim ..
- Dinlerin Tasnifi
- Hak Din .
- Muharref Dinler
- Bâtıl Dinler (Uydurma Dinler)
- Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
- Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
- Bu Din Benim Dinim Değil!
- Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları
- Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk'e Ta ı veya Peygamber Diyenler
- Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Diyânet
- Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit
- DİN .. Dinin Tanımı