DİN ..
DİN
DİN
Kıyamet'te herkese dünyada
yaptıklarının karşılığının verilmesi, "Eğer siz ceza görmeyecek (din
kökünden: "Medînin") olsaydınız..." (el-Vâkıa: 56/86) âyetinde olduğu gibi
"iyi ya da kötü karşılık" anlamında; şâirin, "Ebediyyen onun da benim de
"din''im bu mudur?" sözünde olduğu gibi "âdet ve alışkanlık" anlamında;
"Filan kimseler kurallara boyun
eğmezler (lâ yedinûne)" denirken ve hadis-i şerifte geçen: "Akıllı kişi
nefsine hâkim olandır (dâne)" şeklindeki kullanımında "itâat, zillet ve
bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek" anlamlarında; başkalarını idare etmek
üzere görevlendirilen birisinden: "Deyyentuhu'l-kavme" diye söz edilirken de
"Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare" anlamında
kullanılmaktadır.
Ayrıca: "Tevhid; Allah'a
ibadetin her türlüsü: yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye
zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asil olmak; iyi ya da kötü bir
şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına gelmektedir.[1]
Arapça bir kelime olarak "dal,
ye, nün" harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli değişmeksizin
Türkçe'ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm öncesi Arapça'sında gerekse Kur'ân ve
Sünnet'te oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir sonucu
olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün çeşitliliğiyle ve farklı
oranlarda yoğun olarak, kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı
anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır.
Aynı kökten gelen ve yüce
Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân", yapılan işlerin
karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten,
hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık
veren demektir.[2]
"Mütedeyyin" ise, Allah'ın
dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse
demektir.[3]
Istılah Olarak Dinin Anlamı:
"Yüce Allah'ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için
peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve
âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümler." anlamındadır.
Bu anlamıyla din hem inanç konularını hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her
peygamberin getirdiği "millet" hakkında da kullanılabilir. Allah'tan geldiği
için (Allah'ın dini şeklinde) Allah'a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için
(Peygamber'in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de (meselâ
"Müslümanların dini" şeklinde) ümmete izafe edilebilir.[4]
İbn Teymiyye de terim olarak
"din"i şöyle açıklamaktadır: "İslâm, İman, İhsân diye ifade edilen her üç
kademe, "din"in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi
Hz. Cebrail gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz.
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "O, Cebrail'di. Size dininizi öğretmek
üzere gelmiştir." Böylece o, bunların hepsinin "din"inizin kapsamına
girdiğini açıklamış oluyor. " Din ile Allah'a itaat ve ibadet ettiği için
"Allah'ın dini" denilir. Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o
olmasıdır."[5]
Bu açıklamalardan da
anlaşılacağı gibi; "din", ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde "hak din"
ve "son din" olan İslâm tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak
Allah katında geçerli tek din'in İslâm olması[6]
gösterilebilir.
Bu tariflerden anlaşıldığı
üzere hak din'in diğer bir ifade ile "İslâm"ın temel birtakım özellikleri
vardır:
İslâm dini ile İslâm şerîatı aynı şeylerdir. Dolayısıyla
İslâm dışı bütün dinler birer şerîat ve her şerîat da bir dindir; ancak bunlar
Allah katında makbul değildirler.
Din, irade sahibi akıllıları
muhatap alır.
Din, Allah tarafından
insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul
edilmez.
Din, insanı dünya ve Âhiret'te
kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah'ın kulları
için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı
itibariyle "din" demek mümkündür. Ancak, bunların Âhireti hesaba katmamaları,
yani laikliği veya materyalizmi esas almaları daha ilk adımda Allah'ın dininden
uzaklaşmalarını kaçınılmaz kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt
ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık" türü yaklaşımlar da "hak
din" olamaz.
Din, "teslimiyet"i, "iman"ı ve
"ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din'de insanlar bütün kâinatın boyun
eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah'a teslim olurlar.[7]
Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rab ve ilâh olan
Allah'ın bildirdiği gayb'a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu
imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah'ın şerîatına göre düzenleyerek
teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah'ı görmeseler dahi, Allah'ın
kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab'lerine ibadet ederler.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Dîn":
Din'in terim manası bu olmakla birlikte Kur'ân ve Sünnet'te kelimenin
kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu da
kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca tespit edebiliriz.
"Borç" anlamına gelen ve "din"
kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini ve onun türevlerini bir
kenara bırakacak olursak; "din" ve türevleri Kur'ân-ı Kerîm'de: doksanbeş defa
tekrarlanmaktadır.
"Din" kelimesinin çeşitli şekillerde yer aldığı âyet-i
kerimeleri, manalarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:
Mutlak Olarak Din:
İtaat, Boyun Eğme, İbadet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52;
29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.
Kıyamet ve Ceza (Karşılık)
Günü: 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26;
74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.
Allâh'ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193, 217,
259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72;
9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65;
30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9;
61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.
Kanun, Hüküm, Şerîat:
2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin
hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya çalışalım:
el-İsfâhânî, din'i: "İtaat,
ceza (karşılık) demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Din,
mana itibariyle millet'e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık ve itaat
demektir". diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere
birtakım âyetleri kaydetmektedir.
Ona göre, Ali İmrân 19 ve
en-Nisâ 125. âyetlerindeki "din" kelimesi "itaat" anlamınadır. "Ey kitab
ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin." (en-Nisâ: 4/125) buyruğu ise,
dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslâm Dini'ne uymak için bir teşviktir.
el-Bakara sûresinin "Din'de zorlama olmayacağını" hükme bağlayan âyet-i
kerimesinde de (2/256) maksat "itaat"tir; Çünkü dîne bağlılık ancak "ihlâs"la
olabilir. "ihlâs" ile "zorlama" ise, birbirine aykırı hallerdir. Âli İmrân
sûresi, 83. âyetinde yer alan: "Onlar, Allah'ın Dini'nden başkasını mı
arıyorlar?" buyruğundaki "din"den kasıt ise İslâm'dır. Sad, 38/85, el-Feth,
48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125. âyetlerinde de aynı şekilde
"İslâm" kastedilmektedir.
Vâkıa, 56/86. âyette geçen "Medînîn"
kelimesi, "amellere karşılık" manasınadır.[8]
Dâmeganî'ye göre "din", Kur'ân-ı
Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:
1. Tevhîd: "Allah
katında yegane geçerli olan din İslâm'dır." Âli İmrân: 3/19 âyetinde bu
anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer: 39/2, er-Rum: 30/30 ve Lokman:
31/32. âyetleri de aynı anlamdadır.
2.
Hesab: "Onlar din (Hesap) gününü yalanlarlar." el-Mutaffifin: 83/11,
es-Saffat: 37/53, ve el-Vakıa: 56/86'da olduğu gibi.
3.
Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76'de "Melik'in dîni"; "Melik'in hüküm ve yargısı"
demektir. en-Nur, 24/2'de "Allah'ın Dini" buyruğu da Allah'ın hüküm, yargı ve
kanunu manasınadır.
4.
Bizzat dinin (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen,
kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer yargıları
v.s.'nin) kendisi.
Eksiksiz ve tam haliyle Allah'ın dini,
İslâm: et-Tevbe: 9/33,es-Saf: 61/9, el-Feth: 48/28'de olduğu gibi.
5.
Millet: el-Bey'yine: 98/5'de olduğu gibi.[9]
Mevdûdî,
Kur'ân-ı Kerim'de "din" kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde şunları
söylüyor: "...Bu bakımdan "din" kelimesinin "Kur'ân-ı Kerim'de eksiksiz bir
düzeni ifade ettiği görülür. Sözkonusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:
1.
Hâkimiyet ve yüce egemenlik.
2.
Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.
3.
Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî düzen.
4.
Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat
veya karşı gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza."[10]
İslâm:
İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir, şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete
teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında Allah'ın
hükümranlığından başka bir şeyin eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir
cihet vardır, tek bir akide vardır: Allah'ın rızasına uygun olarak kullarından
kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve halis tevhid akîdesi ki, o da Allah
indinde din olan İslâm'dır.
O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet,
yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız
şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir.
İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının kulların hayatına
hâkim olmasıdır. Bugün 'biz müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye
çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'a
benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik,
sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri
sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri
kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü
zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta
farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar
olmayınca din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne uyma,
Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır.
Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder.
Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan,
ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu
için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan
ve Allah'ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman eden
müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça
göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır.
Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin
üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, mesleğini ve hayatını
canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet
ve ferdin dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp,
böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî program
tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin
ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta
kendisidir... Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit
olanlarla beraber yaz." niyazı (Âli İmrân: 3/53) Allah ile akdedilen bir
bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı
arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihat etmek zorundadır. Bunu
yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin
zıddını yapmak gayretindedir. Mümin olduklarını iddia ettikleri halde, insanları
Allah'ın dininden uzaklaştıranların vay haline!
İşte bütün bu manâlarla İslâm
Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş oldukları
en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah'a
ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah
şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. "Allah indinde hak
din, İslâm'dır."
Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini
tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt çevirenler bütün
dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş
olmaktadırlar. İslâm -ki, yeryüzünde Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın temel
kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm'dır.
Sünnet'te Din:
Hadis-i şeriflerde de "din"
kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır.[11]
Hadis-i şeriflerde "din"
kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:
1. Boyun eğmek, itaat ve
ibadet etmek: "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah'a) ibadet
ettirendir."[12]
Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de
söylenmiştir.
Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten,
söyledikleri takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz
söylemelerini istiyorum."[13]
buyruğu da aynıdır.
2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar gibi
inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe yaparlardı."[14]
Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler
kastedilmektedir.
3. Hayır olsun, şer
olsun karşılık:
"Nasıl davranırsan, öyle
karşılık görürsün. "[15]
4. Kahretmek, mecbur
etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır.[16]
"Din"e yakın Kavramlar:
Bundan önceki açıklamalardan "din"e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve
bunların da hem Kur'ân'da, hem Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları
anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi
anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:
Millet: Aslında
yazdırmak anlamına gelen "imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli
yol" manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu
konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından "şeriat" manasına
kullanılmıştır:
"Küfür tek
millettir." sözünde olduğu gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir.[17]
Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat veya din demektir."[18]
derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir.
Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:
"Atalarım
İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf:
12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.
"Allah'ın
milleti", "Zeyd'in milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın
mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır."
der.[19]
Şerîat:
Şer', sözlükte suya giden yol demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî bir
kavram olarak ise; yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile
ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan
getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a "din" ve "millet" adı verildiği de olur. Şerîat,
kendisine itaat edilmesi bakımından "din"; dikte edilip yazılması bakımından "millet";
belirlenmiş bir yol olması bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır.[20]
Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın
terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret
etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir.
Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden
farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola uyulması açısından "tarîk"
(yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından "iman"; onu
teslimiyetle kabul gereği açısından "İslâm"; ona bağlanmanın karşılığının
verilmesi açısından "din"; dikte ettirilip yazılması ve etrafında toplanılması
açısından "millet"; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat";
bir diğer adı "en-Nâmûs" oları Cebrâil'in vahiy yoluyla onu getirmiş olması
açısından da "en-Nâmûs" adı verilir."[21]
Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki
farka gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir.[22]
Din Koyucu Kim Olabilir?:
"Din" in sözlük anlamını gözönünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya
da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi
bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen
yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret'i de;
insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her
türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını,
tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları
değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.
Din'in genel olarak mahiyeti bu
olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her
bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler,...izm'ler,
ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak
kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri
sürmeleri, yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak,
mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den -sözlük
anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir.
Bunlar birer "dinsizlik dini"dir.
Bu beşerî doktrinler, ideoloji
ve düzenler, aslında İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri "bağnazlık"ların
en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü
bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın
çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve...izm'ler uğruna işlenen cinayetler,
zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek
için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik
uğruna Kapitalizmi, Emperyalizmi, Komünizmi, Siyonizm'i yerleştirmek ve
güçlendirmek için işlenmiş "modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca tutumlar" mı
insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve
bu arada da yegane hak din olan İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak, safdışı
bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması
sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?
Bu sözler, bâtıl adına işlenen
cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini
tanımadığını ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir din'e
mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya
koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen,
sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani "din"lere bağlanmakta, boyun
eğmektedir. Çağdaş dünya dininin ilahları Muhammed Esed'in ifade ettiği gibi
sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler,
sporculardır... Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise
her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen,
istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.
Açıkça anlaşıldığı gibi durum
şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli
bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir
şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır.
Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve
yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal,
siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve
kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir
inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din" olarak
algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba
harcamaktadır.
İşte aslında insanlığa belli
bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de
insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem
-adı Kominizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hristiyanlık ya da
başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir "din"dir.
Bu yorum ve açıklamaların
Kur'ân-ı Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz
birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl'ünü
hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere "hak din" ile
göndermiştir.[23]
"Allah katında yegane geçerli din İslam'dır." (Âli İmrân, 3/19)
"İslâm'dan başka birdin arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve
o, Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Âli İmrân: 3/85)
İşaret ettiğimiz bu âyetlerden
ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm'ın dışında başka dinler
de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp
uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak
dinler de vardır.
Buna göre insanların
benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve
çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir
düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna "din" adının verilmesi ile
verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha
inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları,
bazı davranışlarına "ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez.
Çünkü dinlerde aslolan bir "inanç düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir
hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir "yaşayış düzeni"nin
varlığıdır. Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni" bulunamayacağına
göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen
düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden
kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal
adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:
"Dünyada çeşitli din ve mezhep
mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında
İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hristiyanlar gibi indirilmiş kitapları
olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap
indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan
başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara
tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve tanımları
olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır."[24]
Görüldüğü gibi her bir dünya,
hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece
değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir
iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.
Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:
1. Din, her halukârda
hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?
2. İstenen
mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?
Bu iki soruyu cevaplandırmak
gerekirse şunlar söylenebilir:
İnsanın belli bir yapısının ve
bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu olduğu herkes tarafından
bilinir.
İnsanın, görünen ve
duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük
diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez
kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî
varlığının da bulunduğunu görüyoruz.
O halde insanlık için mükemmel
bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını gözönünde bulundurması ve
bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün
unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve
dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin bunlardan birini
görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir şekilde hesaba katmamak gibi,
insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde dengesizlikler doğuracak bir
değerlendirme yoluna gitmemelidir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan
ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli
olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla,
kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele
alabilen bir dindir.
İnsan, tek başına, çevresiyle,
hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir
varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey
düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya
ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve
sorunlarla karşı karşıya kalır:
- Ben neyim?
Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim
neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa
istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar
neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde
yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla
ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben
onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz
olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler
alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından
belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?
Yani insanın
hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik,
siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir?
İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi
kaçınılmazdır.
İnsanın,
kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir.
Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli
vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata düşman ortam ve düzenlerde yetişen
kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.
Peki insan
denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat
kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O'nu
tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun
için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının,
muamelesinin esasları nelerdir?
Evet, mükemmel
bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve
benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.
İnsan, yani
selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip
insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden
rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını,
haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman
zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil
ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur
ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir.
Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması,
zalimin lâyığını bulması, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman
kanunlarıyla" ya da "tilkilik" mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar
haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir" mantığıyla davranacakları
toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer
etmesi...
İnsan kendi
ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir.
Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki
çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu
yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın
"ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı
karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir "din" fıtratın bu
ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde
cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.
Şimdi, ikinci
sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:
Bu
mükemmellikteki dini kim koyabilir?
Kur'ân-ı
Kerim'in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak
ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır
ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.
Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan
anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen
"bir din" olduğuna göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki sorularını
cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki
bir "din''in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı
Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle
sıralayabiliriz:
1. Yaratan, yarattığının
yapısına en uygun yolu gösterendir:
"Herşeyi yaratıp düzene
koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en yüce Rab'binin adını tesbih et."
(el-A'lâ: 87/1-3)
Rablerinin kim olduğunu soran
Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye
hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir. " (Tâ-Hâ: 20/50)
Aynı cevabı Hz. İbrahim
kendisiyle tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud, krallığının aynı zamanda
insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini
de uyruğunu da Allah'ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış
bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:
"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında
İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve
öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim de: Allah
güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir, şaşırıp
kalmıştı." (el-Bakara: 2/258)[25]
Eksik***********
[1]
el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1407/1987, s. 1546; Ebu'l-Hasen İbn
Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s. 155-156; Ebu'l-Beka,
el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut
1395/1975, I, s. 38; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Kur'an'a Göre Dört Terim, "Din"
Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed
Asrar, Ankara 1983, t, s. 300 vd.
[2] İbn
Sîde, a.g.e., XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü'd-Dîn İbnu'l-Esîr,
en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148.
[3]
Şehristânî, a.g.e., I, 38.
[4]
Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi'l-Kur'an, Kahire 1381/1961 s. I 74;
Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kalkutta 1862'den İstanbul 1404/1984
tıpkı basım, I, 503.
[5]
Mecmû'u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158.
[6]
Ali İmrân: 3/19, 85.
[7]
Âli İmrân: 3/83.
[8]
Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175.
[9]
el-Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu'l-Kur'ân, Beyrut 1983, 178-179.
[10]
Mevdûdî Kur'ân'a göre Dört Terim, s. 103.
[11]
el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.
[12]
Tirmizî, Kıyame: 25; İbn Mâce, Zühd: 31.
[13]
Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, 1/237.
[14]
Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac: 151.
[15]
Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1.
[16]
Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad,
1385/1966'dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye
-fi Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149.
[17]
Tehânevî, a.g.e., II, 1346.
[18]
s. 1367.
[19]
el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328.
[20]
et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760.
[21]
Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328.
[22]
Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat.
"Din " mad.
[23]
et-Tevbe: 9/33; el-Feth: 48/28; es-Saff: 61/9.
[24]
Şehristânî, a.g.e., I, 37.
[25]
M. Beşir Eryarsoy, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/393-401.
DİN
Kıyamet'te herkese dünyada
yaptıklarının karşılığının verilmesi, "Eğer siz ceza görmeyecek (din
kökünden: "Medînin") olsaydınız..." (el-Vâkıa: 56/86) âyetinde olduğu gibi
"iyi ya da kötü karşılık" anlamında; şâirin, "Ebediyyen onun da benim de
"din''im bu mudur?" sözünde olduğu gibi "âdet ve alışkanlık" anlamında;
"Filan kimseler kurallara boyun
eğmezler (lâ yedinûne)" denirken ve hadis-i şerifte geçen: "Akıllı kişi
nefsine hâkim olandır (dâne)" şeklindeki kullanımında "itâat, zillet ve
bağlılık, üstünlük sağlamak, galip gelmek" anlamlarında; başkalarını idare etmek
üzere görevlendirilen birisinden: "Deyyentuhu'l-kavme" diye söz edilirken de
"Egemenlik, mülk, hüküm (yönetim, yargı), gidiş, idare" anlamında
kullanılmaktadır.
Ayrıca: "Tevhid; Allah'a
ibadetin her türlüsü: yalın manasıyla millet; verâ ve vasiyet; bir şeye
zorlanmak; aziz veya zelil olmak; itaat etmek; asil olmak; iyi ya da kötü bir
şeyi alışkanlık haline getirmek anlamına gelmektedir.[1]
Arapça bir kelime olarak "dal,
ye, nün" harflerinden meydana gelen din sözcüğü, söyleyiş şekli değişmeksizin
Türkçe'ye girmiştir. Kelime, gerek İslâm öncesi Arapça'sında gerekse Kur'ân ve
Sünnet'te oldukça yaygın bir şekilde kullanılmıştır. Bunun tabiî bir sonucu
olarak da din sözcüğü İslâm tarihi boyunca, bütün çeşitliliğiyle ve farklı
oranlarda yoğun olarak, kaynaklarda, ilmî ve edebî eserlerde, sözlü ve yazılı
anlatımda, İslâmî ilimlerin anahtar terimlerinin en başında yer almıştır.
Aynı kökten gelen ve yüce
Allah'ın sıfatı ya da ismi olarak kullanılan "ed-Deyyân", yapılan işlerin
karşılığını veren, kahreden, yani istediğine zorlayan, egemen, hikmetle yöneten,
hesaba çeken, hiçbir ameli karşılıksız bırakmayıp hayra da şerre de karşılık
veren demektir.[2]
"Mütedeyyin" ise, Allah'ın
dinine teslim olan, itaatkâr, öldükten sonra hesap ve cezaya inanan kimse
demektir.[3]
Istılah Olarak Dinin Anlamı:
"Yüce Allah'ın, kullarının kendisi vasıtası ile hakka ulaşmaları için
peygamberleri aracılığı ile akıl sahibi insanlara tebliğ ettiği, onları dünya ve
âhiret mutluluğuna kavuşturan sistem, Allah'ın koyduğu hükümler." anlamındadır.
Bu anlamıyla din hem inanç konularını hem de amelî konuları kapsamaktadır. Her
peygamberin getirdiği "millet" hakkında da kullanılabilir. Allah'tan geldiği
için (Allah'ın dini şeklinde) Allah'a; Peygamber tarafından tebliğ edildiği için
(Peygamber'in dini şeklinde) peygambere; ona uyup bağlandıkları için de (meselâ
"Müslümanların dini" şeklinde) ümmete izafe edilebilir.[4]
İbn Teymiyye de terim olarak
"din"i şöyle açıklamaktadır: "İslâm, İman, İhsân diye ifade edilen her üç
kademe, "din"in kapsamı içerisindedir. Çünkü sahih hadiste de belirtildiği gibi
Hz. Cebrail gelip bu konularda soru sorarak cevaplarını aldıktan sonra Hz.
Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "O, Cebrail'di. Size dininizi öğretmek
üzere gelmiştir." Böylece o, bunların hepsinin "din"inizin kapsamına
girdiğini açıklamış oluyor. " Din ile Allah'a itaat ve ibadet ettiği için
"Allah'ın dini" denilir. Kula izafe edilmesinin sebebi ise itaat edenin o
olmasıdır."[5]
Bu açıklamalardan da
anlaşılacağı gibi; "din", ıstılah olarak tanıtılmak istenince; genelde "hak din"
ve "son din" olan İslâm tanıtılmak istenmiştir. Bunun en önemli sebebi olarak
Allah katında geçerli tek din'in İslâm olması[6]
gösterilebilir.
Bu tariflerden anlaşıldığı
üzere hak din'in diğer bir ifade ile "İslâm"ın temel birtakım özellikleri
vardır:
İslâm dini ile İslâm şerîatı aynı şeylerdir. Dolayısıyla
İslâm dışı bütün dinler birer şerîat ve her şerîat da bir dindir; ancak bunlar
Allah katında makbul değildirler.
Din, irade sahibi akıllıları
muhatap alır.
Din, Allah tarafından
insanların faydasına konulmuştur. Allah tarafından konulmamış bir din kabul
edilmez.
Din, insanı dünya ve Âhiret'te
kurtuluşa götürür. Dolayısıyla bunu gerçekleştiremeyen dinler, Allah'ın kulları
için öngördüğü din olamaz. Yalnız dünyaya yönelik tez ve düzenlere sözlük manâsı
itibariyle "din" demek mümkündür. Ancak, bunların Âhireti hesaba katmamaları,
yani laikliği veya materyalizmi esas almaları daha ilk adımda Allah'ın dininden
uzaklaşmalarını kaçınılmaz kılmaktadır. Dünyayı tümüyle hesaba katmayan salt
ruhânî ve dar ibadet kalıplarını aşmayan "ruhbanlık" türü yaklaşımlar da "hak
din" olamaz.
Din, "teslimiyet"i, "iman"ı ve
"ihsan"ı birlikte içerir. Dolayısıyla Hak Din'de insanlar bütün kâinatın boyun
eğdiği, gökteki ve yerdeki her şeyin teslim olduğu Allah'a teslim olurlar.[7]
Bu dinde müminler kâinatın kendisine teslim olduğu gerçek Rab ve ilâh olan
Allah'ın bildirdiği gayb'a inanılmasını emrettiği şeylere iman ederler; bu
imanlarının gereği olarak hayatlarını Allah'ın şerîatına göre düzenleyerek
teslimiyetlerini ifade ederken, kendileri Allah'ı görmeseler dahi, Allah'ın
kendilerini görmekte olduğu şuuru ile Rab'lerine ibadet ederler.
Kur'ân-ı Kerîm'de "Dîn":
Din'in terim manası bu olmakla birlikte Kur'ân ve Sünnet'te kelimenin
kullanılmasını tetkik ettiğimiz takdirde, sözlük anlamlarının birçoğunu da
kapsayacak şekilde ele alındığını kolayca tespit edebiliriz.
"Borç" anlamına gelen ve "din"
kelimesi ile aynı harflerden oluşan "deyn" kelimesini ve onun türevlerini bir
kenara bırakacak olursak; "din" ve türevleri Kur'ân-ı Kerîm'de: doksanbeş defa
tekrarlanmaktadır.
"Din" kelimesinin çeşitli şekillerde yer aldığı âyet-i
kerimeleri, manalarına göre bir sınıflandırmaya tabi tutarsak:
Mutlak Olarak Din:
İtaat, Boyun Eğme, İbadet: 2/193; 3/5, 24, 73, 85; 7/29; 8/39; 9/29, 33, 16/52;
29/65; 30/30; 39/2, 3, 11; 40/14, 65; 42/13; 48/28; 61/9; 98/5.
Kıyamet ve Ceza (Karşılık)
Günü: 1/4; 15/35; 24/25; 26/82; 37/20; 38/53, 78; 51/6,12; 56/56, 86; 70/26;
74/46; 82/9,15,17,18; 83/11; 95/7.
Allâh'ın Dini, İslâm, Tevhîd: 2/132, 193, 217,
259; 3/5, 19, 83; 4/46, 146; 5/3, 54, 57; 6/161; 7/29; 8/39, 49, 72;
9/11,12;19/29, 33, 36, 122; 10/22, 104, 105; 12/40; 16/52; 22/78;24/55; 29/65;
30/30, 43; 31/32; 33/5; 39/2, 3, 11, 14; 40/14, 65; 42/13, 21; 48/28; 60/8, 9;
61/9; 98/5; 107/1 ; 110/2; 109/6.
Kanun, Hüküm, Şerîat:
2/217; 3/73; 12/76; 22/78; 24/2; 40/26; 42/13, 21; 49/16; 98/5;107/1;109/6.
Kur'ân-ı Kerîm'de bu kelimenin
hangi manalarda kullanıldığını örnekleriyle açıklamaya çalışalım:
el-İsfâhânî, din'i: "İtaat,
ceza (karşılık) demek olup şerîat hakkında istiâre yoluyla kullanılmıştır. Din,
mana itibariyle millet'e benzemekle birlikte, şerîata bağlılık ve itaat
demektir". diye tarif ettikten sonra, çeşitli manalarına örnek olmak üzere
birtakım âyetleri kaydetmektedir.
Ona göre, Ali İmrân 19 ve
en-Nisâ 125. âyetlerindeki "din" kelimesi "itaat" anlamınadır. "Ey kitab
ehli! Dinlerinizde aşırılığa gitmeyin." (en-Nisâ: 4/125) buyruğu ise,
dinlerin en mükemmeli ve en üstünü olan İslâm Dini'ne uymak için bir teşviktir.
el-Bakara sûresinin "Din'de zorlama olmayacağını" hükme bağlayan âyet-i
kerimesinde de (2/256) maksat "itaat"tir; Çünkü dîne bağlılık ancak "ihlâs"la
olabilir. "ihlâs" ile "zorlama" ise, birbirine aykırı hallerdir. Âli İmrân
sûresi, 83. âyetinde yer alan: "Onlar, Allah'ın Dini'nden başkasını mı
arıyorlar?" buyruğundaki "din"den kasıt ise İslâm'dır. Sad, 38/85, el-Feth,
48/28, es-Saf, 61/9, et-Tevbe, 9/29, en-Nisâ, 4/125. âyetlerinde de aynı şekilde
"İslâm" kastedilmektedir.
Vâkıa, 56/86. âyette geçen "Medînîn"
kelimesi, "amellere karşılık" manasınadır.[8]
Dâmeganî'ye göre "din", Kur'ân-ı
Kerim'de şu anlamlarda kullanılmıştır:
1. Tevhîd: "Allah
katında yegane geçerli olan din İslâm'dır." Âli İmrân: 3/19 âyetinde bu
anlamda kullanılmıştır. Ez-Zümer: 39/2, er-Rum: 30/30 ve Lokman:
31/32. âyetleri de aynı anlamdadır.
2.
Hesab: "Onlar din (Hesap) gününü yalanlarlar." el-Mutaffifin: 83/11,
es-Saffat: 37/53, ve el-Vakıa: 56/86'da olduğu gibi.
3.
Hüküm ve Yargı: Yusuf, 12/76'de "Melik'in dîni"; "Melik'in hüküm ve yargısı"
demektir. en-Nur, 24/2'de "Allah'ın Dini" buyruğu da Allah'ın hüküm, yargı ve
kanunu manasınadır.
4.
Bizzat dinin (yani hayatın her alanında kabul edilen inanç, egemen düzen,
kişisel ve toplumsal ilişkiler, eşya ve kâinat münasebetleri, değer yargıları
v.s.'nin) kendisi.
Eksiksiz ve tam haliyle Allah'ın dini,
İslâm: et-Tevbe: 9/33,es-Saf: 61/9, el-Feth: 48/28'de olduğu gibi.
5.
Millet: el-Bey'yine: 98/5'de olduğu gibi.[9]
Mevdûdî,
Kur'ân-ı Kerim'de "din" kelimesinin anlamına ayırdığı incelemesinde şunları
söylüyor: "...Bu bakımdan "din" kelimesinin "Kur'ân-ı Kerim'de eksiksiz bir
düzeni ifade ettiği görülür. Sözkonusu bu düzen şu dört unsurdan meydana gelir:
1.
Hâkimiyet ve yüce egemenlik.
2.
Bu yüksek egemenlik ve hâkimiyete itaat edip boyun eğmek.
3.
Bu hâkimiyetin otoritesi altında meydana gelen fikrî ve amelî düzen.
4.
Bu düzene uymaya ve ihlâsla bağlanmaya karşı bu yüce egemenliğin verdiği mükâfat
veya karşı gelmek halinde isyan etmeye verdiği ceza."[10]
İslâm:
İlâhî düzen ve ulûhiyet tektir, şu halde kulluk da tek yeredir. Bu uluhiyete
teslim olduktan sonra, insanoğlunun ne ruhunda ne de dış hayatında Allah'ın
hükümranlığından başka bir şeyin eseri kalmaz. Uluhiyet tektir, öyleyse tek bir
cihet vardır, tek bir akide vardır: Allah'ın rızasına uygun olarak kullarından
kabul ettiği akîde, yani açık, berrak ve halis tevhid akîdesi ki, o da Allah
indinde din olan İslâm'dır.
O İslâm ki, yalnız dâva, yalnız dirayet,
yalnız dille ifade edilen söz, yalnız kalpte cereyan eden tasavvur, yalnız
şahısların namazda, hacda, oruçta eda ettikleri vecibelerden ibaret değildir.
İslâm, teslimiyettir, itaat ve tabiiyettir, Allah'ın kitabının kulların hayatına
hâkim olmasıdır. Bugün 'biz müslümanız' deyip de Allah'ın kitabı ile hükmetmeye
çağırıldıkları zaman ondan yüz çevirip arkalarını dönenler de ehl-i kitab'a
benzemektedirler. Zira onlar da dîni insanların günlük hayatına, ekonomik,
sosyal, hatta ailevî ilişkilerine sokmayı lüzumsuz sayarlar. Bunlar, ileri
sürdükleri bu iddialar ile birlikte müslüman olduklarını söylemekten de geri
kalmazlar. Hiçbir dînî esasa dayanmayan bu gaflet ile ehl-i kitab'ın ileri sürdüğü
zan ve iddiaların farkı yoktur. Her iki grup da dînî esaslardan sıyrılmakta
farksızdırlar. Halbuki bu dînin birtakım ayırıcı özellikleri vardır ki, onlar
olmayınca din de olmaz: Allah'ın şerîatına itaat, Allah'ın Rasûlü'ne uyma,
Kitabullah'ın ahkâmına teslimiyet. İşte tevhîd akidesinin gerçeği bunlardır.
Ayrıca din, beşer hayatının tanzimi için teşrîi kanunları da tazammun eder.
Dînin gayesi sadece ahlâkı güzelleştirmekten, vicdanî şuuru uyandırmaktan,
ibadet ve inançtan ibaret değildir. Böyle bir din olamaz. Din, Allah'ın insanoğlu
için tespit ettiği bir hayat programıdır, insan hayatını yaratıcının yoluna bağlayan
ve Allah'ın kudret eliyle çizilen bir hayat nizamıdır. Allah'ın dinine iman eden
müslüman, Allah'tan bu dinin şahitliğini talep eder. Bu dine, insanların açıkça
göreceği ve onlara güzel bir örnek teşkil edecek tarzda hakkıyla bağlanmalıdır.
Kâinatta mevcut olan diğer bütün nizamlara ve teşkilâtlara karşı bu dinin
üstünlüğüne ve yüceliğine iman etmeli, kendi nefsini, mesleğini ve hayatını
canlı bir şekilde Allah'ın çizdiği bu programa tahsis etmelidir. Onlar, cemiyet
ve ferdin dayanağını Allah'ın kudret elinden çıkan o yüce programa oturtmayıp,
böyle bir cemiyet meydana getirmedikçe şahit olamazlar. Müminler İlâhî program
tahakkuk ettirmeye mecburdurlar. İşte bu, Allah yolunda ölümün, yani ilâhî dinin
ortaya koyduğu ve bizzat yaşamaktan daha hayırlı telakki ettiği şehadetin ta
kendisidir... Müslüman olduğunu iddia eden her insan üzerine, "Bizi Şahit
olanlarla beraber yaz." niyazı (Âli İmrân: 3/53) Allah ile akdedilen bir
bey'attır. Her mümin dînî bir hayatın ihyası ve toplumun huzur ve refahı
arzusuyla bu ilahi nizamı gerçekleştirmek için cihat etmek zorundadır. Bunu
yapmıyorsa ya şehadetinde yalancıdır veya bu dinin gaye edindiği şehadetin
zıddını yapmak gayretindedir. Mümin olduklarını iddia ettikleri halde, insanları
Allah'ın dininden uzaklaştıranların vay haline!
İşte bütün bu manâlarla İslâm
Allah katında yegane dindir. Bütün peygamberlerin Allah'tan getirmiş oldukları
en üstün nizamdır. Yüce Allah, insanları kullara ibadetten kurtarıp Allah'a
ibadet ettirmek için peygamberleri vasıtasıyla bu dini göndermiştir. Allah
şahittir ki, bundan yüz çevirenler müslüman değildirler. "Allah indinde hak
din, İslâm'dır."
Hiç şüphe yok ki, Allah'ın dini
tektir. Bütün peygamberler o dini getirmişlerdir. İslâm'a sırt çevirenler bütün
dinlere sırt çevirmekte ve Allah'ın ahidlerinin bütününe ihanet etmiş
olmaktadırlar. İslâm -ki, yeryüzünde Allah'ın tek nizamıdır- mevcudatın temel
kanunudur. Varlıklar dünyasında bütün canlıların dini aslında İslâm'dır.
Sünnet'te Din:
Hadis-i şeriflerde de "din"
kökünden türeyen kelimeler çeşitli tip ve anlamlarıyla kullanılmıştır.[11]
Hadis-i şeriflerde "din"
kelimesi değişik anlamlarda kullanılmıştır:
1. Boyun eğmek, itaat ve
ibadet etmek: "Akıllı kişi nefsine boyun eğdiren ve onu (Allah'a) ibadet
ettirendir."[12]
Bu hadis-i şerifde geçen "dâne"nin "hesaba çeken" manasına geldiği de
söylenmiştir.
Hz. Peygamber'in: "Kureyş'ten,
söyledikleri takdirde bütün Araplar'ın kendilerine boyun eğecekleri bir tek söz
söylemelerini istiyorum."[13]
buyruğu da aynıdır.
2. İnanç ve ibadet: "Kureyş ve onlar gibi
inanıp ibadet edenler (dâne, dinehum) Müzdelife'de vakfe yaparlardı."[14]
Yani bununla, dinlerine uygun hareket eden ve onlar gibi ibadet eden kimseler
kastedilmektedir.
3. Hayır olsun, şer
olsun karşılık:
"Nasıl davranırsan, öyle
karşılık görürsün. "[15]
4. Kahretmek, mecbur
etmek: Egemen ve hâkim Allah'ın "ed-Deyyan" ismi bu anlamdadır.[16]
"Din"e yakın Kavramlar:
Bundan önceki açıklamalardan "din"e yakın birtakım kavramların bulunduğu ve
bunların da hem Kur'ân'da, hem Sünnet'te kavram olarak önemli bir yer tuttukları
anlaşılmış olmalıdır. "Din" gibi oldukça önemli bir kavramın daha iyi
anlaşılabilmesi için bu kavramlara da kısaca bir göz atmakta fayda görülmelidir:
Millet: Aslında
yazdırmak anlamına gelen "imlâ"dan gelmektedir. İzlenen "belli
yol" manasına da gelir. Peygamberler şerîatı ümmetlerine yazdırdıkları ve bu
konuda peygamberler arasında ihtilaf olmadığından "şeriat" manasına
kullanılmıştır:
"Küfür tek
millettir." sözünde olduğu gibi 'bâtıl" hakkında da kullanılabilir.[17]
Fîrûzâbâdî, el-Kâmus'da: "Millet, şerîat veya din demektir."[18]
derken, Râğıb el-Isfâhânî: Millet, anlamı itibariyle din'e benzemektedir.
Aralarındaki fark şudur: Millet, ancak Peygamber'e izafe edilir:
"Atalarım
İbrahim'in, İshak'ın, Yakub'un milletine uydum." (Yusuf:
12/38) Millet kelimesi çoğunlukla peygamberlere izafe edilerek kullanılır.
"Allah'ın
milleti", "Zeyd'in milleti" gibi terkipler yapılmaz. Millet, Âhiret'te Allah'ın
mükafatını almak için peygamberler aracılığıyla gönderdiği şerîatın adıdır."
der.[19]
Şerîat:
Şer', sözlükte suya giden yol demektir. "Şerîat" da aynı anlamdadır. İslâmî bir
kavram olarak ise; yüce Allah'ın koyduğu ve -ister bir amelin keyfiyeti ile
ilgili olsun, ister itikadı ilgilendirsin- herhangi bir peygamberin ondan
getirdiği hükümlerdir. Şerîat'a "din" ve "millet" adı verildiği de olur. Şerîat,
kendisine itaat edilmesi bakımından "din"; dikte edilip yazılması bakımından "millet";
belirlenmiş bir yol olması bakımından da "Şer" ve Şerîat'tır.[20]
Ebu'l-Beka, "din" kelimesine yakın
terimlere dair açıklamalarından sonra aralarındaki farka şöylece işaret
etmektedir: "Çoğunlukla bu lâfızların biri diğerinin yerine kullanılabilmektedir.
Bu bakımdan bunlar bizzat bir olmakla birlikte mana itibariyle birbirinden
farklıdırlar. Çünkü Peygamber'den sabit olan özel yola uyulması açısından "tarîk"
(yol); gereğince dinlenmesi, bağlanılması (iz'ân) gereği açısından "iman"; onu
teslimiyetle kabul gereği açısından "İslâm"; ona bağlanmanın karşılığının
verilmesi açısından "din"; dikte ettirilip yazılması ve etrafında toplanılması
açısından "millet"; susayan kimseler onun tatlı suyundan gelip içtikleri için "şerîat";
bir diğer adı "en-Nâmûs" oları Cebrâil'in vahiy yoluyla onu getirmiş olması
açısından da "en-Nâmûs" adı verilir."[21]
Din, Millet, Mezheb kelimeleri arasındaki
farka gelince; Din Allah'a, Millet Rasul'e, Mezheb de Müctehide nisbet edilir.[22]
Din Koyucu Kim Olabilir?:
"Din" in sözlük anlamını gözönünde bulundurduğumuz takdirde, insanların ferd ya
da toplum olarak uydukları düzen, benimsedikleri gidiş ve izledikleri yol gibi
bir mana da ihtiva ettiğini görürüz. İzlenen bu yol ve benimsenen bu düzen
yalnızca ferd sınırında kalmadığı gibi, dünya hayatını aşarak Âhiret'i de;
insanlığın kendi aralarındaki ilişkileri de aşarak çevresindeki varlıklarla her
türlü münasebetini etkilemektedir. Kendisinin ve başkalarının davranışlarını,
tutum ve faaliyetlerini, konumlarını hem belirlemekte hem de bunları
değerlendirmesini sağlayan değerleri ve ölçüleri eline vermektedir.
Din'in genel olarak mahiyeti bu
olunca, ister Allah tarafından gönderilmiş olsun, ister beşer kaynaklı olsun her
bir düzen ve sistem bir "din''dir. Yani aynı zamanda bütün ideolojiler,...izm'ler,
ve doktrinler de birer dindir. Bunların yalnızca dünya ile ilgili tezler olarak
kendilerini sunmaları ve âhiretle, dinle, inançla ilgili olmadıklarını ileri
sürmeleri, yani temelde "laik" olduklarını belirtmeleri onların aşağılamak,
mahkum etmek ve hayatın dışına itmek için gayret gösterdikleri "din"den -sözlük
anlamıyla da terim anlamıyla da- başka bir şey olmadıklarını göstermektedir.
Bunlar birer "dinsizlik dini"dir.
Bu beşerî doktrinler, ideoloji
ve düzenler, aslında İslâm'ı mahkum etmek için gerekçe olarak gösterdikleri "bağnazlık"ların
en ileri türlerini sergilemektedirler. Din adına tarih boyunca türlü
bağnazlıklarla birçok cinayetlerin işlendiği doğrudur. Ancak modern dünyanın
çağdaş ve cahilî dinleri olan doktrinler ve...izm'ler uğruna işlenen cinayetler,
zulümler ve katılıklar, geçmişte işlenen ve "din"i mutlak manada itham etmek
için araç olarak kullanılan benzeri tutumlardan çok farklı mıdır? Sömürgecilik
uğruna Kapitalizmi, Emperyalizmi, Komünizmi, Siyonizm'i yerleştirmek ve
güçlendirmek için işlenmiş "modern cinayetler" ve "çağdaş bağnazca tutumlar" mı
insanlığa daha büyük darbeler indirmiştir, yoksa genel olarak bütün dinleri ve
bu arada da yegane hak din olan İslâm'ı mücadelenin dışında tutmak, safdışı
bırakmak maksadıyla özellikle üzerinde durulmak istenen, hak dinin sapması
sonucu ortaya çıkan cinayetler mi?
Bu sözler, bâtıl adına işlenen
cinayetlerin savunması değildir. Anlatılmak istenen şudur: İnsanlık, dini
tanımadığını ileri sürerken bile "bir düzene uymak" anlamında bir din'e
mensuptur. Modern insan da dine karşı çıkarken kendisi gibi yaratıkların ortaya
koymuş olduğu, fakat hiçbir şekilde ona aradığı mutluluğu veremeyen,
sağlayamayan insanların kurdukları düzenlere, yani "din"lere bağlanmakta, boyun
eğmektedir. Çağdaş dünya dininin ilahları Muhammed Esed'in ifade ettiği gibi
sermaye patronları, bankerler, sanayiciler, şarkıcılar, artistler,
sporculardır... Mabetleri ise bankalar, fabrikalar, stadyumlardır... Kullar ise
her yere çevrilebilen, istenildiği gibi şartlandırılıp beyinleri yıkanabilen,
istenilen şekilde yönlendirilebilen insan yığınlarıdır.
Açıkça anlaşıldığı gibi durum
şundan ibarettir: Her bir siyasal, toplumsal, ekonomik düzen, aynı zamanda belli
bir hayat görüşünün bir yansıması, bir ifadesidir. Pratiğe yansıyan her bir
şekil arkasında ona o keyfiyeti kazandıran bir inanış, bir düşünüş yatmaktadır.
Meselâ Materyalizm, eşya ve kâinat hakkındaki belli birtakım görüş ve
yaklaşımlara sahiptir. Bu görüş ve yaklaşımlardan hareketle insanlığa sosyal,
siyasal ve ekonomik bir düzen teklif etmiştir. Bütün bunlar yanında eşya ve
kâinat hakkındaki yorumlara, dolayısıyla sunduğu düzene "İnanılmasını" yani bir
inanç olarak da kabul edilmesini- bizim deyimimizle bir "din" olarak
algılanmasını sağlamak için de başkalarını ikna etmeye özel bir çaba
harcamaktadır.
İşte aslında insanlığa belli
bir hayat ve kâinat anlayışını ve yorumunu sunan, bu yolun esası üzere de
insanlar arası ilişkileri -her türlüsüyle- düzenlemeye çalışan her bir sistem
-adı Kominizm, Sosyalizm, Kapitalizm, Milliyetçilik, Budizm, Hristiyanlık ya da
başka bir şey olsun -aynı zamanda- bir inanç düzenidir, yani bir "din"dir.
Bu yorum ve açıklamaların
Kur'ân-ı Kerim'in "din" için getirdiği yoruma aykırı olmadığı, aksine tam uygun
olduğu rahatlıkla söylenebilir. Yukarıda değişik vesilelerle atıfta bulunduğumuz
birçok âyet-i kerime bunu açıkça ortaya koymaktadır: Yüce Allah, Rasûl'ünü
hidayetle ve diğer bütün dinlerden üstün kılmak üzere "hak din" ile
göndermiştir.[23]
"Allah katında yegane geçerli din İslam'dır." (Âli İmrân, 3/19)
"İslâm'dan başka birdin arayan kimsenin bu dini, ondun kabul edilmeyecektir ve
o, Âhiret'te hüsrana uğrayanlardan olacaktır." (Âli İmrân: 3/85)
İşaret ettiğimiz bu âyetlerden
ve daha başkalarından açıkça anlaşılmaktadır ki, İslâm'ın dışında başka dinler
de vardır. Allah katında geçerli olan ve olmayan dinler vardır. İnanılıp
uyulduğu takdirde kişiyi kurtuluşa erdiren din vardır, âhirette ziyana uğratacak
dinler de vardır.
Buna göre insanların
benimsedikleri, inandıkları, düşünüş ve yaşayışlarını hemcinsleriyle ve
çevrelerindeki eşya ile bu düşünüş ve inanışlara göre belirledikleri her bir
düzen, sistem, ideoloji ve doktrin bir "din"dir. Buna "din" adının verilmesi ile
verilmemesi arasında bir fark yoktur. Hatta Allah'a ya da bir veya birçok ilâha
inanmaları ya da inanmamaları, bu inançlarını açıklamaları ya da açıklamamaları,
bazı davranışlarına "ibadet" adını verip vermemeleri dahi durumu değiştirmez.
Çünkü dinlerde aslolan bir "inanç düzeni" ile bu düzene göre şekillenen bir
hayat anlayışı ya da dünya görüşü ve buna bağlı olarak bir "yaşayış düzeni"nin
varlığıdır. Bunun sözkonusu olamayacağı hiçbir "hayat düzeni" bulunamayacağına
göre, insanlık için -bu manasıyla- din dışında kalabilen bir hayat esasen
düşünülemez demektir. Bu gerçek aynı şekilde İslâm âlimlerinin de gözünden
kaçmamıştır. Meselâ Şehristânî, dinleri ve mezhebleri incelediği el-Milel ve'n-Nihal
adlı eserinde açıkça şunları söylemektedir:
"Dünyada çeşitli din ve mezhep
mensupları ve hevâ ve nihle (fırka, mezhep) sahipleri pek çoktur. Aralarında
İslâmî fırkalar da vardır; yahudi ve hristiyanlar gibi indirilmiş kitapları
olduğu kesin olarak bilinenleri de vardır; mecusîler ile maniheistler gibi kitap
indirilmiş olma ihtimali olanlar da vardır; ilk felsefeciler, dehrîler (zamandan
başka maddeyi etkileyici bir faktör tanımayan materyalistler), yıldızlara
tapanlar, putperestler ve brahmanistler gibi birtakım hüküm, değer ve tanımları
olup da Allah'tan indirilmiş bir kitabı olmayanları da vardır."[24]
Görüldüğü gibi her bir dünya,
hayat ve kâinat görüşü aynı zamanda bir din olarak değerlendirilmiştir ve öylece
değerlendirilmelidir. Durum böyle olduğundan dolayı; yani -hatta bu tür bir
iddia ile ortada olan laik düzenler için dahi- din dışı bir hayat mümkün olamaz.
Dinin kavranması için şu iki soruya cevap verilmelidir:
1. Din, her halukârda
hayat için kaçınılmaz ise, insanlık için nasıl bir din gereklidir?
2. İstenen
mükemmellikteki bir dini kim ortaya koyabilir?
Bu iki soruyu cevaplandırmak
gerekirse şunlar söylenebilir:
İnsanın belli bir yapısının ve
bu yapının gerektirdiği türlü ilişkilerinin sözkonusu olduğu herkes tarafından
bilinir.
İnsanın, görünen ve
duyularımızla algılayabildiğimiz maddî yapısının hatta bu varlığının en küçük
diliminde dahi kendisini gösteren varlığını tartışılamaz ve inkâr edilemez
kılan, bunun da ötesinde maddî varlığına egemen olan, ona yön veren bir manevî
varlığının da bulunduğunu görüyoruz.
O halde insanlık için mükemmel
bir dinin, insanın hem maddî hem de manevî yapısını gözönünde bulundurması ve
bunların her birisini -ayrı ayrı ve bağımsız cüzlermiş gibi değil- bir bütünün
unsurları olarak değerlendirmesi bütüne yani insana kazandırdıkları ahenk ve
dengeye uygun ve o nisbette ele alması gerekmektedir. Dinin bunlardan birini
görmezlikten gelmek ya da gerçek önemine uygun bir şekilde hesaba katmamak gibi,
insanda ruhî, maddî, tüm ilişkilerinde dengesizlikler doğuracak bir
değerlendirme yoluna gitmemelidir. Mükemmel bir din, insanı olduğu gibi ele alan
ve bu yapıya uygun bir düzen teklif eden dindir. Gerçek din insanı kuvvetli
olduğu yanlarıyla, zaaflarıyla, üstünlükleriyle, istidatlarıyla,
kabiliyetleriyle, imkânlarıyla, kısacası asıl yapısıyla ve fıtratıyla ele
alabilen bir dindir.
İnsan, tek başına, çevresiyle,
hemcinsleriyle herhangi bir ilişkisi bulunmayan, kendi sınırlarını aşmayan bir
varlık değildir. Onun için yalnızlık ve çevresini etkilememek diye birşey
düşünülemez. O dünyaya geldiği andan itibaren, çevresindeki hemcinsleriyle eşya
ve kâinat ile ilişki halindedir. Bu ilişkilerini kurarken insan çeşitli soru ve
sorunlarla karşı karşıya kalır:
- Ben neyim?
Kimim? Nereden geldim, nereye gidiyorum? Benim bu kâinat içerisindeki yerim
neresidir? Bu kâinat ile ilişkilerimde uymam gereken ilkeler var mıdır? Yoksa
istediğim gibi hareket etmekte serbest miyim? Uymam gereken ilkeler varsa bunlar
neler olabilir? Bunları nasıl öğrenebilir ve tespit edebilirim? Ailemle içinde
yaşadığım toplum ve bütün insanlara karşı sorumluluğum nedir? Onlarla
ilişkilerimde bağlı kalmam gereken kurallar var mıdır, varsa nelerdir? Ben
onlara, onlar da bana karşı bir haksızlık yaparsa ya da görevlerimizde kusurumuz
olursa buna karşı alınacak tedbirler var mıdır, nelerdir, bu tedbirleri kimler
alacak? Kısaca, içinde bulunduğumuz her türlü ilişki nasıl ve kim tarafından
belirlenecektir? Bu ilişki türüne uygun bir yapılanma nasıl olabilir?
Yani insanın
hem eşya ile ilişkisi, hem de insan olarak ferdî, ailevî toplumsal, ekonomik,
siyasal ve ahlâkî ilişkileri nasıl olmalıdır? Kim tarafından belirlenmelidir?
İşte mükemmel bir dinin bu tür sorulara doğru ve tatmin edici cevaplar vermesi
kaçınılmazdır.
İnsanın,
kendinden başkaları ile ilişkiler kurduğu âlem sırf bu görünen dünya değildir.
Onda, kendisi gibi eksik olmayan, mükemmel bir varlığa şevk ve ihtiyaç meyli
vardır ve bu onda fıtrîdir. Fıtrata düşman ortam ve düzenlerde yetişen
kimselerde dahi fıtratın bu eğilimi küllendirilebilse bile tümden yok edilemez.
Peki insan
denen bu varlığı ve kâinatı en mükemmel düzen içerisinde yaratan, fakat
kendisinden de bu kâinatı müstağni kılmayan varlık kimdir? O nasıldır? O'nu
tanımanın yolu nedir? O'na karşı görev ve sorumluluklarımız nelerdir. Biz O'nun
için neyin ifadesiyiz? Bizden istekleri var mı? Bize karşı davranışlarının,
muamelesinin esasları nelerdir?
Evet, mükemmel
bir dinin, yani insanın hayatına düzen verme iddiasında olan bir sistemin, bu ve
benzeri sorulara açık, anlaşılır ve kesin cevaplar vermesi kaçınılmazdır.
İnsan, yani
selim fıtrata sahip; sapıklığı, isyanın ve günahın kirletmediği fıtrata sahip
insan, bu dünya hayatının sınırlılığından, darlığından, yetersizliğinden
rahatsız olur. Çünkü insan hak sahiplerinin her zaman haklarını alamadığını,
haksızların, zâlimlerin her zaman uygun şekilde cezalandırılmadıklarını, zaman
zaman yaptıklarının yanlarında kâr kalabildiğini görmektedir. Bu böyle ise, adil
ve hakkaniyete bağlı kalmanın faydası nedir? İnsanın bazen öyle emelleri olur
ki, kendisinin hatta neslinin ömrü bunları gerçekleştirmeye yeterli olmayabilir.
Meselâ, yeryüzünde gerçek bir adaletin gerçekleşmesi, mazlumun hakkını alması,
zalimin lâyığını bulması, insanların birbirlerine "kurtluk ve orman
kanunlarıyla" ya da "tilkilik" mantığıyla değil de, "en az o da benim kadar
haklara sahip, benim kardeşim, benimle eşittir" mantığıyla davranacakları
toplumsal ahlâkî bir düzenin kurulması, ferd ve toplum vicdanında bunun yer
etmesi...
İnsan kendi
ferdî hayatında bunların, hatta emarelerinin dahi gerçekleştiğini göremeyebilir.
Buna rağmen bu uğurda çalışmalarına da ara vermez. Neden? Bu uğurdaki
çalışmaları eğer eksik kalacaksa, boşa gidecek ve karşılıksız kalacaksa onun bu
yolda yorulması nedendir? Demek ki, insanın fıtrî yapısında bu dünyanın
"ötesi"ne inanma ihtiyacı vardır ve sağlıklı bir fıtrat, mutlaka bu ihtiyacı
karşılamanın yollarına gider. Bu bakımdan mükemmel bir "din" fıtratın bu
ihtiyacını da karşılayabilmeli, bu konudaki sorularını tatminkâr bir şekilde
cevaplandırabilmeli, sorunlarını da mükemmel bir şekilde çözebilmelidir.
Şimdi, ikinci
sorunun cevabını aramaya geçebiliriz:
Bu
mükemmellikteki dini kim koyabilir?
Kur'ân-ı
Kerim'in bu konuda bize verdiği cevaplar, gösterdiği deliller, tartışılamayacak
ve reddedilme ihtimali bulunmayan güçlü delillerdir. Bu deliller o kadar açıktır
ki, hiçbir şekilde görmezlikten gelinemezler.
Şimdiye kadar ki açıklamalarımızdan
anlaşıldığı gibi, insan hayatını yönlendiren, hayatına egemen olan her bir düzen
"bir din" olduğuna göre ve aslında "din"in insanın belli nitelikteki sorularını
cevaplandırmak, sorunlarını çözmek iddiasında bulunduğuna göre, bu keyfiyetteki
bir "din''in koyucusu kim olabilir veya kim olmalıdır? Bu konuda Kur'ân-ı
Kerim'in bize verdiği cevaplar gerçekten dikkate değerdir. Bunları kısaca şöyle
sıralayabiliriz:
1. Yaratan, yarattığının
yapısına en uygun yolu gösterendir:
"Herşeyi yaratıp düzene
koyan, onu takdir edip ona yol gösteren... O en yüce Rab'binin adını tesbih et."
(el-A'lâ: 87/1-3)
Rablerinin kim olduğunu soran
Fir'avn'a Hz. Mûsa'nın şu cevabı ne kadar anlamlıdır: "Bizim Rabbimiz herşeye
hilkatini veren sonra da doğru yolu gösterendir. " (Tâ-Hâ: 20/50)
Aynı cevabı Hz. İbrahim
kendisiyle tartışan Nemrud'a söylemişti. Nemrud, krallığının aynı zamanda
insanların hayatını düzenlemek yetkisini kapsadığını kabul ettiğinden, kendisini
de uyruğunu da Allah'ın dinine tâbi olmaya davet eden Hz. İbrahim'e karşı çıkmış
bu konuda onunla tartışmak cüretini göstermişti:
"Allah kendisine mülk verdi diye Rabbi hakkında
İbrahim'le mücadele edeni görmedin mi? Hani İbrahim: Benim Rabbim diriltir ve
öldürür deyince O: Ben de diriltir ve öldürürüm' demişti. İbrahim de: Allah
güneşi doğudan getiriyor, haydi sen de batıdan getir' deyince, kâfir, şaşırıp
kalmıştı." (el-Bakara: 2/258)[25]
Eksik***********
[1]
el-Fîrûzâbâdî, el-Kâmûsü'l-Muhît, Beyrut 1407/1987, s. 1546; Ebu'l-Hasen İbn
Sîde, el-Muhassas, Beyrut (t.y.), XVII, s. 155-156; Ebu'l-Beka,
el-Külliyyât, Âmira 1287, s. 327; Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihâl, Beyrut
1395/1975, I, s. 38; Ebu'l-A'lâ el-Mevdûdî, Kur'an'a Göre Dört Terim, "Din"
Bahsi; Aynı Müellif, Tarih Boyunca Tevhid Mücadelesi, Çev: Dr. N. Ahmed
Asrar, Ankara 1983, t, s. 300 vd.
[2] İbn
Sîde, a.g.e., XIII, 155; el-Fîrûzâbâdî, a.y.; Mecdü'd-Dîn İbnu'l-Esîr,
en-Nihâye fi Garîbi'l-Hadis, Beyrut 1399/1979, II, 148.
[3]
Şehristânî, a.g.e., I, 38.
[4]
Râgıp el-Isfâhânî, el-Müfredat fî Garîbi'l-Kur'an, Kahire 1381/1961 s. I 74;
Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-Fünûn, Kalkutta 1862'den İstanbul 1404/1984
tıpkı basım, I, 503.
[5]
Mecmû'u Fetâvâ İbn Teymiyye, XV, 158.
[6]
Ali İmrân: 3/19, 85.
[7]
Âli İmrân: 3/83.
[8]
Rağıb el-Isfâhânî, el-Müfredat, 175.
[9]
el-Hüseyin b. Muhammed ed-Dâmeğanî, Kâmusu'l-Kur'ân, Beyrut 1983, 178-179.
[10]
Mevdûdî Kur'ân'a göre Dört Terim, s. 103.
[11]
el-Mu'cemu'l-Müfehres li Elfazi'l-Hadîs... II, 163 vd.; 165 vd.
[12]
Tirmizî, Kıyame: 25; İbn Mâce, Zühd: 31.
[13]
Tirmizî, Tefsir, Sûre, 38, Bab 1; Ahmed b. Hanbel, 1/237.
[14]
Buhârî, Tefsir, Sûre 3, Bab 35; Müslim, Hac: 151.
[15]
Buhârî, Tefsir, Süre 1, Bab 1.
[16]
Ebu Ubeyd el-Kasım b. Sellâm, Garîbu'l-Hadis, Beyrut 1396/1976; Haydarabad,
1385/1966'dan tıpkı basım, III. 134-136; Mecdu'd-Din İbnu'l-Esîr, en-Nihâye
-fi Garîbi'l-Hadîs, Beyrut 1399/1979, II, 148-149.
[17]
Tehânevî, a.g.e., II, 1346.
[18]
s. 1367.
[19]
el-Isfahânî a.g.e., 471-472; Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328.
[20]
et-Tehânevî, a.g.e., I, 759-760.
[21]
Ebu'l-Bekâ, a.g.e., 327-328.
[22]
Şerif el-Cürcânî, et-Tarifat.
"Din " mad.
[23]
et-Tevbe: 9/33; el-Feth: 48/28; es-Saff: 61/9.
[24]
Şehristânî, a.g.e., I, 37.
[25]
M. Beşir Eryarsoy, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/393-401.
DİN
- DİN ..
- DİN ..
- Din; Anlam ve Mâhiyeti
- Sözlük Anlamı
- Din Kelimesinin Türevleri
- Terim Olarak Din
- Kur'ân-ı Kerim'de Din Kavramı
- "Din"in Kur'an'daki Anlamları
- Din Kelimesindeki Unsurlar
- Hadis-i Şeriflerde Din Kavramı
- Din Anlayışları ve Diğer İnançlarda Din .
- İslam'a Göre Din Gerçeği
- Dinde Aşırılık
- Karşı Din; Allah'a Din Öğretmeye Kalkmak
- Dinin Kaynağı
- Din Duygusunun Menşei
- Dinin Gerekliliği
- Din ve Bilim ..
- Dinlerin Tasnifi
- Hak Din .
- Muharref Dinler
- Bâtıl Dinler (Uydurma Dinler)
- Bâtıl Dinleri de Tanımanın Gerekliliği
- Yozlaştırılan Din; Halkın Dini ve Hakkın Dini
- Bu Din Benim Dinim Değil!
- Liselerde Din Dersi Eğitimi ve Ders Kitapları
- Kemalizm; Resmî Din mi? Atatürk'e Ta ı veya Peygamber Diyenler
- Yönlendirilen Din; Devlet Dini ve Diyânet
- Diyanetin Hutbelerinden Küçük Birer Kesit
- DİN .. Dinin Tanımı