Fecir | Konular | Kitaplar

Güvenlik (Savaşta Eman Verme)

Güvenlik




Güvenlik (Savaşta
Eman Verme):

 
Eğer bir düşman askeri bir
müslümandan güvenlik (eman) isteyecek olursa, kendisine derhal böyle bir
güvenlik verilmesi gerekir. Böyle bir güvenliği aldığı zaman, artık
dokunulmazlık kazanmıştır ve hiçbir müslüman, ona silâh çekme hakkına sahip
olamaz. Yalnız müslümanlara has olan bu mesele, Peygamberimiz'in şu hükmünden
ileri gelmektedir: "Müslümanlar eşit kan taşılar. Bu sebeple, içlerinden en
önemsizi bile, eman/güvenlik sözü verme hakkına sahiptir." Savaşın ancak
kısmî olarak yürütülmesi ve ayrıca İslâm'ın savaştan kesinlikle kaçınmaya
çılışmış olmasından dolayı, böyle bir antlaşmanın yapılmasına izin verilmiştir.
Böyle bir güvenlik sözü, yalnız bir askere verilebileceği gibi, çok sayıdaki
düşman askerlerine de verilebilir. Hatta onlar, bir kaleye sığınmış olsalar
bile. Müslümanlara saldırmadıkları sürece bu güvenlikten yararlanmaya devam
ederler. Fakat bu paktın şartlarına aykırı davranışlarda bulunacak olurlarsa,
kendilerine verilmiş olan bu güvenlik garantisini yitirirler.
Bu tutum, her an patlak vermesi
mümkün görülen savaşın önlenmesi konusunda islâm'ın katıksız isteğini su
götürmez bir şekilde ortaya koymaktadır. İslâm, ancak saldırgan bir amaçla
kendisine silâh çeken kimselere kaşı ve artık savaşın kaçınılmaz olduğu anlarda
saldırıya geçer. Böyleyken, eğer düşman askeri, silâhını bırakır ve güvenlik
isterse, bu istek de taşıdığı için o, hiçbir zaman, bir savaş esiri olarak
düşünülemez. Eğer İslâm ülkesinde kalacak olursa, müslümanların koruyuculuğundan
yararlanmakta olan kişilerin arasına girer. Ve müslümanlar gibi görev yapması
gerekir. Onların sahip olduğu her türlü ayrıcalıklardan da yararlanır. Öte
yandan, güvenlik paktı, çok basit bir el kol işaretiyle de imzalanabilir.
"Hiçbir şeyden korkma" şeklindeki bir söz bile güvenlik paktı için yeterli
görülmüştür.
Güvenlik halkasının geniş
tutulmuş olması, İslâm'ın savaşı mümkün olan en dar alana indirmekteki isteğini
gösterir. Müslümanlar, bu güvenlik çemberini, çeşitli yollarla açmış ve
genişletmişlerdir:
1- Müslümanlar,
"güvenlik verme" hakkını, yalnız bir ordu veya bir alay, yahut da bir birlik
kumandanına tanıyıp diğerlerini bu haktan yoksun bırakmak sûretiyle meseleyi
hiçbir şekilde sınırlandırma yoluna gitmemiştir. Her müslüman, güvenlik vermekte
hürdür ve bu yapıldığı zaman da, bütün müslümanlar, bu paktın sorumluluğunu
yüklenmiş olurlar. Kendisiyle pakt yapılmış olan, antlaşmayı bizzat bozmadıkça,
hiç kimsenin onu çiğnemeye ve kaldırmaya hakkı yoktur. Hadis-i şerife göre,
bütün müslümanlar eşittir; o halde, en önemsiz gibi görüneni, belli başlı hiçbir
görevde bulunmayanı bile, rahatça bir güvenlik paktı imzalayabilir.
2- Bu hakkı daha da
yaygınlaştırmak amacıyla, müslüman bir kölenin bile koca bir düşman ordusuna
güvenlik sözü verebileceği ve bu antlaşmadan düşman ordusunun artık esir
edilemeyeceği hususu, İslâm hukukçuları tarafından resmen kabul edilmiştir. Bir
zamanlar, müslüman bir köle, kaleye sığınan düşman askerlerine güvenlik sözü (emân)
vermişti. Ordu kumandanı, derhal Hz. Ömer (r.a.)'e bir mesaj göndererek görüşünü
istedi. Ömer (r.a.) şöyle cevap verdi: "Ne de olsa, müslüman bir köle,
müslümanlar arasında bulunan bir kişidir. Bu yüzden de, onun koruyuculuğu,
öbürlerininkine eşittir." Böylece âdil ve merhametli Ömer (r.a.), bir kölenin
yaptığı antlaşmayı geçerli saymıştır.
3- Müslümanlar, bir
vaadin, bir sözün verilmiş olduğunu göstermek için çeşitli deyim ve işaretler
kullanırlardı. Meselâ şehâdet parmağını göğe doğru kaldırmak, korkan bir kimseye
verilen bir güvenlik işareti ve bir güvenlik sözü olarak kabul edilirdi. Çünkü
Hz. Ömer şöyle demişti: "Herhangi biriniz, bir müşriği çağırır ve parmağını göğe
doğru kaldırırsa, ona güvenlik sözü (emân) vermiş demektir. Bundan böyle, bu
müşrik, İlâhî koruyuculuk ve müslüman sözünün güvencesi altında tutulmalıdır."
Güvenlik anlaşmasının bu
şekilde genişletilmiş olması, savaşın yaygınlaşmasını ve genişlemesini önlemeyi
amaçlamaktadır. Bu güvenlik paktı, kendisiyle böyle bir antlaşma yapılmış olan
kimsenin mutlaka "savaş esiri olması gerekir" şeklinde yorumlanamaz; tam aksine,
bu kimsenin dokunulmazlık kazandığını ve esirlik, kölelik tehlikesinden
kurtulduğunu gösterir. Böylelikle sözkonusu saldırganlar, İslâm'a silâh
çekenlerden ayrılıp, İslâm ülkelerinde, hak ve görevlerini müslümanlarla
paylaşan barışçı insanların arasına girmiş olur.
Evet! Baştan beri açıkladığımız
bütün bu davranışlar ve ortaya konmuş bulunan prensipler, hiç şüphesiz İslâm'ın,
savaşa, ancak yapılan saldırıyı püskürtmek amacıyla başvurduğu gerçeğini kesin
bir şekilde ispatlar. Evet, ara sıra öldürmek zorunda kalınabilir. Ama bunun da
"en az"a indirilmesi için her çareye başvurulur. Bu, İslâm'ın temel
prensiplerindendir. İslâm, insan hayatına, mümkün olan en büyük değeri verir ve
onu korumak için inanılmaz bir güç ve çaba gösterir. Çünkü Allah, sabredenlerle
beraberdir; onların tek koruyucusudur.[1] 

İslâm, bir anlamı barış olan
dinin adıdır. Dinimiz, rahmet ve erdemi, yeryüzünün ıslahını, insanların
huzurunu esas alır. İslâm'da asıl olan barıştır. Dinimizde savaş, başkalarının
haklarını ellerinden almak için değil; müslümanların ve tüm mazlumların
gasbedilmiş haklarını geri almak için ve fitneyi ortadan kaldırmak,
saldırganlığı püskürtmek için yapılır. Savaş, başka türlü çözüm şansının
kalmadığı durumda en son çaredir. Ve savaşta her şey meşrû görülmemiş, niçin ve
kimlere karşı yapılacağı belirtildiği gibi, nasıl yapılacağı ve hangi esaslara
riâyet edileceği de hükme bağlanmıştır.

 




[1]
M. Ebu Zehre, a.g.e. s. 55 vd.