Yaşadığı Sâde Hayat ve İsraftan Kaçınması

Yaşadığı Sâde Hayat ve İsraftan Kaçınması

Yaşadığı Sâde Hayat ve İsraftan
Kaçınması:



Rasûlullah (s.a.s.) çok sade bir
insadı, tüm hayatı sadelik içinde ve hem kendi yaşayışı ve hem de ailesinin
geçiminde en küçük israf tavrı göstermeden geçmiştir. Gençliğinde olduğu gibi,
hicretten sonra, yani devlet başkanı ve halkın tartışmasız lideri olduğu zaman
bile, ne verilirse yer, kalın ve kaba (ucuz) elbiseler giyerdi. Onun ne sarayı,
ne tahtı/koltuğu, ne lüks ve israf içinde yaşayışı vardı. Tek başına veya bir
meclisteyken tereddüt etmeksizin yere, toprağa veya hasır üstüne otururdu.
Günler boyu sadece kuru ekmek yemiş, günlerce yalnız hurma ile idare etmiştir.
Sade kıyafetler giyer, gösterişten hoşlanmazdı. Böyle bir hayatı yaşarken,
devletin tüm hazineleri (Beytu'l-Mal) O'nun elinde ve emrinde bulunuyordu. O,
toplumunun en fakir bir üyesinin hayat standartlarına göre yaşamayı
sürdürüyordu.

Kendisi sade hayatı sevdiği gibi,
ailesinin de sade bir hayat sürmesini ve gösterişli hayattan kaçınmalarını
isterdi. Kadınlar için altın gümüş gibi ziynete izin verilmiş olmasına rağmen,
kendi hanımlarının bunları takmasından hoşlanmazdı. Hanımlarının diğer
kadınlara, takı ve altınlarıyla örnek olmasını değil, takvâsıyla örnek olmasını
isterdi. Zaten toplumda dar gelirlilerin isyanı, zenginlerin halkın göreceği
şekilde israf ve lüks içinde bir hayat sürmesi ve kendilerini onlarla
karşılaştırmaları sebebiyle olur. Bir gün kızı Fâtıma'nın boynunda altın bir
kolye görünce: "İnsanların, Rasûlullah'ın kızı boynuna ateş takmış demeleri
hoşuna gider mi?" demiştir. Bir defasında da Hz. Âişe'nin kollarında
bilezikler görmüş ve şöyle demiştir: "Onların yerine safranla boyanmış
darasttan (basit) bilezikler taksan daha iyi olur."

O, daima sade kıyafetler giyerdi.
Ancak, Hz. Ömer onun Cuma günlerinde, bayramlarda ve başka ülkelerden heyetleri
kabul ettiği zaman gösterişli kıyafetler giymesini isterdi. Buna rağmen
Rasûlullah sade giymeyi tercih etti. Bir kere, bir dükkânda ipek bir elbise
gören Hz. Ömer, Rasûlullah'tan Cuma namazlarında ve dış heyetleri kabul ederken
giymek için onu satın almasını rica etti. Rasûlullah şöyle cevap verdi:
"Bunu, âhiretten alacağı bir payı olmayan giysin."

Peygamberimizin yatağı, bazen bir
kaba kumaş, bazen hurma yaprağıyla doldurulmuş deri idi. Hanımı Hz. Hafsa'nın
anlattığına göre bir gece yumuşatmak için Rasûlullah'ın yatağına dört kat bez
koydu. Fakat ertesi sabah, Rasûlullah memnun olmamıştı. İslâm Devletinin
Yemen'den Suriye'ye kadar yayıldığı Hicret'in dokuzuncu yılında, bu Devlet'in
başkanı ve tek hâkiminin yalnız bir yatağı, bir de su kırbası vardı. Hz.
Âişe'nin rivâyet ettiğine göre Rasûlulllah vefat ettiğinde, evde bir miktar
arpadan başka yiyecek bir şey yoktu ve para ve kıymetli eşya cinsinden hiçbir
şey de miras bırakmamıştı.

Hz. Âişe Vâlidemiz'den rivâyet edilen bir hadis
bize şunları anlatır: "Allah Rasulü evinde, herhangi bir insan gibi davranırdı.
Kendi elbisesini yamar, ayakkabılarını tâmir eder ve ev işlerinde hanımlarına
yardımda bulunurdu" (Tirmizî, Şemâil 78; Ahmed bin Hanbel, 6/256). O, bunları
yaptığı sırada, O'nun adı cihanın dört bir yanında anılıyor; herkes O'ndan ve
getirdiği dinden bahsediyordu. O zamanını öyle ayarlamıştı ki, bu kadar önemli
sorumlulukları arasında, bu gibi işlere de fırsat bulabiliyordu. O, her güzel
hasletin zirvesinde oturmaya lâyıktı ve öyle de oldu.

Kâdı Iyâz naklediyor: "Bir gün aklından zoru
olan bir kadın geldi, Allah Rasûlü'nün elinden tutarak çekti ve O'na: Gel benim
evimdeki şu işimi gör, dedi. Kadın Allah Rasûlü'nün kolundan çekiyor, O da
arkasına takılıp gidiyor. Derken, Sahâbi de onların arkasına düşüyor ve Allah
Rasûlü gâyet rahat bir şekilde kadının dediği işi görüyor sonra geri dönüyor"
(Kadı İyaz, eş-Şifâ, I/131, 133). Bu iş, belki bir ev süpürmek, belki de
yıkanmış çamaşırları sıkmaktı. İşin keyfiyeti ne olursa olsun, Allah Rasûlü bu
işi yapmıştı. Zira O bir fıtrat insanıydı ve O'nun bu hareketi asla zillet de
değildi. Zillet, O'nun rüyâlarına bile girememişti. Nasıl girer ki, O, küfür ve
isyan karşısında kükremiş bir aslan gibiydi. O, insanların en şecaatlisiydi. Hz.
Ali der ki: "Biz savaş meydanında korktuğumuz zaman Allah Rasûlü'nün arkasına
sığınır ve O'nunla korunurduk" (Ahmed bin Hanbel, I/86). Hatta O'nun atmosferi,
çevresindekilere emniyet ve güven verirdi. Öyle ise böyle bir insan, bu şekilde
bir mahviyet gösteriyorsa, bu sadece O'nun tevâzuundan, sade yaşayışındandır.

Rasûlullah (s.a.s.), büyük bir
devletin başkanı ve peygamber olmasına rağmen, mûtedil ve çok sade bir hayat
yaşamıştır. Hayatın normal zevklerinin dışına çıkmamış, orta halli ve hatta
fakir bir insan gibi çok az bir yiyecek ve giyecekle yetinmiş, normal bir insan
gibi evde ve dışarıda çalışmıştır. Özel ve sosyal hayattaki her çeşit lüks ve
israftan, aşırılıklardan şiddetle kaçınmıştır. Mekke'de bir tüccar ve Medine'de
de devlet başkanı olarak her çeşit imkân varken de bu sadeliğini bozmamış, artan
para ve kıymetli eşyayı hep Allah yolunda infak etmiştir. Bütün ömrünce ifrat ve
tefritten sakınmış ve özel hayatıyla ashâbına ve tüm insanlığa da en güzel örnek
olmuştur.

Rasûlullah (s.a.s.) yemeği az
yediği gibi, az uyurdu. Bu durum, tüm hayatı boyunca tartışmasız O'nun özelliği
idi. O, ümmetini de bu yönde teşvik ederdi. Özellikle de az yeme ile az uyumanın
birlikte sürdürülmesini isterdi. Bu konudaki bir tavsiyesi şöyledir:
"İnsanoğlu, karnından daha kötü bir küp (kap) doldurmamıştır. Ona, belini
doğrultacak kadar yemesi yeterlidir. Eğer mutlaka karnını doyuracaksa üçte
birini yiyeceğe, üçte birini içeceğe, üçte birini de nefes almaya ayırsın."
(Tirmizî, Zühd 47, hadis no: 2381; İbn Mâce, Et'ıme 50, hadis no: 3349)

Rasûlullah'ın en hoşuna giden
yemek, çok kimse ile birlikte yediği, onlara ikram ettiği yemekti. Âişe
annemizin anlattığına göre, Rasûlullah'ın karnı doyuncaya kadar yediği hiçbir
zaman sözkonusu değildir. Eğer yemek verilirse yer; verdikleri yemek ne olursa
olsun, onu yer ve verdikleri içecek ne ise içerdi. (Tirmizî, Şerh-i Şemâil,
Aliyyu'l-Kari, s. 235)

Kurucusu olduğu Medine İslâm
Devletinin devlet başkanı olan Peygamberimiz'in kendisi ve ailesi sadelik içinde
yaşar, fakat Allah rızâsı için devamlı infak ederdi. İmkânı olup da, hayatında
bir defa olsun "yok" veya "hayır!" dememiştir. Rasûlullah'tan bir şey istenip de
O'nun "hayır!" dediği vâki değildir (Müslim, Fezâil 56, hadis no: 2311).
Üzerinde ve evinde altın, gümüş para bulundurmaz, olunca hemen fakirlere
dağıtırdı. O, geniş imkânlar içinde fakir bir hayat sürer, fakat fakirlere
yardımdan geri durmazdı.

Enes (r.a.), diyor ki:
"Rasûlullah, yanında hiçbir şeyi ertesi gün için biriktirmezdi." Bir adam
Rasûlullah'a gelerek O'ndan birşeyler istedi. Rasûlullah, yanında verecek bir
şeyi olmadığı ve isteyeni de boş çevirmemek için, başkasından yarım ölçek borç
alıp ona verdi. Alacaklı, yarım ölçek malını istemeye geldiğinde, ona bir ölçek
verdi ve: "yarısı borcum için, yarısıı da bağıştır" (Tirmizî, Zühd 37,
hadis no: 2363) buyurdu.

İbn Abbas (r.a.) diyor ki,
Rasûlullah (s.a.s.), hayır yapmada insanların en cömerdi idi. En cömert olduğu
zaman da Ramazan ayı idi. Cebrâil (a.s.) ile bir araya geldiklerinde ise esen
rüzgârdan daha cömert olurdu (Müslim, Fezâil 50, hadis no: 2308; Tirmizî, Cihad
14, hadis no: 1687); İbn Mâce, Cihad 9, h. no: 2772).

Enes (r.a.)'den rivâyet
edilmiştir: Bir adam Rasûlullah'tan bir şeyler istemiş, Rasûlullah da ona bir
vâdi dolusu koyun vermiştir. Bunun üzerine adam kabilesinin yanına dönerek,
onlara: "Koşun, müslüman olun! Çünkü Muhammed (s.a.s.), bir kimsenin artık
fakirlik çekmeyeceği kadar mal veriyor" dedi. Rasûlullah birden çok kimseye
yüzer deve vermiştir. Ebû Süfyan'a üç ayrı defa yüzer deve vermiş, onların
kalplerini bu infaklarla İslâm'a ısındırmış, malı Allah yolunda infak etmenin en
güzel örneklerini sunmuştur. Rasûlullah'ın peygamber olmadan önceki ahlâkı da
böyle idi. Varaka bin Nevfel, bir rivâyette Hz. Hadîce O'na demişti ki: "Sen
yükü çekiyorsun, insanlara bulamadıkları şeyi veriyorsun." (Buhârî,
Bed'u'l-Vahy)

Allah'ın Rasûlü, o güzel insan,
Havâzin kabilesinden alınan altı bin esiri onlara geri vermişti. Yine Abbas
(r.a.)'a taşıyamayacağı kadar altın vermişti. Ona doksan bin dirhem gümüş
getirilmi, bir hasırın üzerine konulmuştu. Kalkıp onu herkese dağıttı. Hepsini
bitirinceye kadar isteyen hiçbir kimseyi geri çevirmedi. Sonra bir adam gelip
istedi. Ona: "Yanımda artık hiç kalmadı. Ama git, ihtiyacın olan şeyi benim
adıma satın al! Bana bir şey gelince ben parasını öderim" dedi. Bunun
üzerine Hz. Ömer: "Yâ Rasûlallah, Allah seni gücün yetmediği bir şeyle mükellef
tutmadı ki, niye böyle yapıyorsun?" diye sordu. Bu söz, Peygamber'in hoşuna
gitmedi. Ensârdan bir sahâbî de: "Ver ey Allah'ın Rasûlü! Arzın Sahibi'nin
azaltacağından korkma!" dedi. Rasûlullah tebessüm etti ve sevindiği yüzünden
belli oluyordu. Buyurdu ki: "Ben, bununla emrolundum." (Müslim, Fezâil
60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil; İbn
Kesir, el-Bidâye 6/63)

Sehl ibnu Sa'd (r.a.) anlatıyor: "Bir adam,
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm)'a uğradı. Efendimiz, yanında bulunan bir
zâta: "Şu gelen kimse hakkında reyin nedir?" diye sordu. Adam: "O, halkın
eşrâfındandır, bu vallahi bir kıza tâlib olsa hemen evlendirilmeye; birisi
lehine şefaate bulunsa, şefaatinin yerine getirilmesine lâyıktır" dedi.
Rasûlullah (s.a.s.) sükût buyurdular. Derken az sonra bir adam daha uğradı.
Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) yanındakine: "Pekiyi bunun hakkında reyin
nedir?" dedi. Adam: "Ey Allah'ın Rasûlü! Bu, müslümanların fakir
takımındandır. Vallahi, bu bir kıza tâlib olsa evlendirilmemeye, şefaatte
bulunsa itibar edilmemeye, bir şey söylese dinlenilmemeye lâyıktır?" cevabını
verdi. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.): "Bu, onun gibilerin bir arz
dolusundan daha hayırlıdır?" buyurdu." [Buhârî, Rikâk 16, Nikâh 15, İbnu
Mâce, Zühd 5, (4120).]

Ebû Zerr (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)
efendimiz buyurdular ki: "Dünyada zâhidlik, helâl olanı haram etmek veya malı
ziyân etmekle olmaz. Gerçek zâhidlik, Allah'ın elinde olana, kendi elinde
olandan daha çok güvenmen ve bir müsîbete düştüğün zaman getireceği sevabı
sebebiyle, onun devamına rağbet göstermendir." (Tirmizî, Zühd 29, hadis no:
2341; İbn Mâce, Zühd 1, hadis no: 4100)

Bu hadis, hakîki zâhidliğin nasıl olduğunu
anlatıyor. Buna göre kişinin, helâli haram kılmak, malını mülkünü yüzüstü
bırakıp ziyan olmasına seyirci kalmak gibi bir kısım zoraki davranışların
zâhidlikle ilgisi olmadığını belirtiyor. O halde gerçek zühd, kişinin Allah'ın
rızkı vereceği husûsundaki vaadine güvenmek, ummadığı yerden rızık verdiğine
kesin bir îmanla inanmak, Allah'a olan îtimad ve güvenini, elinde tuttuğu akar
mal, sanat, mevki ve makam gibi şeylere olan güveninden çok fazla kılmaktır.
Çünkü kendi elindekilerin telef olması, bir bir yok olması mümkündür, fakat
Allah'ın elinde bulunanlar bâkîdir, ebedîdir. Nitekim âyet-i kerîmede:
"Sizde olanlar tükenir ama, Allah katında olanlar sonsuzdur" (16/Nahl 96)
buyurulmuştur.

Musîbetle ilgili cümlenin mânasını da
Aliyyü'l-Kârî şöyle açıklar: "(Musîbete karşı şikâyetçi, tahammülsüz olma.
Bilakis) hâsıl edeceği sevabı düşünerek, yokluğundan ziyâde varlığına rağbet et,
devamını iste. İşte bu iki hal, senin gerçekten dünyayı terkedip âhirete
yönelmiş olduğuna iki sâdık ve âdil şâhiddir."

Hz. Âişe (radıyallâhu anhâ) anlatıyor:
"Rasûlullah (s.a.s.) buyurdular ki: "(Ey Âişe! Cennette) benimle olman seni
mesrur edecekse sana dünyadan bir yolcunun azığı kadarı kifâyet etmelidir. Sakın
zenginlerle sohbet arkadaşlığı etme. Bir elbiseye yama vurmadan eskimiş
addetme." (Tirmizî, Libâs 38, hadis no: 1781)

Rezîn şunu ilâve etmiştir: "Urve dedi ki: "Hz.
Âişe (radıyallâhu anhâ), bir elbiseyi eskitip yamamadıkça ve içini dışına ters
çevirip (bir zamanlar da öyle giyerek iyice eskitmedikçe) yenilemezdi. Bir gün
kendisine, Muâviye tarafından gönderilmiş olan seksenbin (dirhem) geldi. Bu
paradan, akşama tek dirhem kalmadı (hepsini tasadduk etti). Câriyesi ona: "Bana
ondan bir dirhemlik olsun et alsaydın ya!" dedi. Hz. Âişe: "(Para varken)
hatırlatmış olsaydın, isteğini yapardım" dedi."

Bu rivâyet, Âl-i Beyt'in yaşayışına ışık
tutmaktadır. Dünya ile olan bağlantısını, gölgelenmek üzere bir müddet dibine
oturup ondan sonra bırakıp giden yolcunun, güzergahta rastladığı ağaçla olan
irtibatına benzeten Hz. Peygamber, zevce-i pâkleri Âişe vâlidemize uhrevî
beraberliği daha bir garantileyecek hayat tarzının bir sahnesini tasvir ediyor:
"Elbiseyi yamalı olarak giymeden yenilememek."

Âişe vâlidemiz (r.anhâ), sadece yamamakla
kalmıyor, renk vs. yönleriyle daha az yıpranıp, yenilik havası taşıyan iç yüzünü
dış yüz yaparak, bir müddet öyle giyiyor. Urve (rahimehullah)'nin açıklaması,
Hz. Âişe'nin bu davranışının fakirlik veya cimrilikten olmayıp, zahidlikten
olduğunu göstermektedir. Umumî Açıklama kısmında temas edildiği üzere gerçek
zâhidlik budur. Maddî imkanlar varken dünyaya itibar etmemek... Yüce vâlidemiz
bunun örneğini vermiştir.

Ebû Hüreyre (r.a.) anlatıyor: "Rasûlullah
(s.a.s.) şöyle duâ ederdi: "Allah'ım, Âl-i Muhammed'in rızkını belini
doğrultacak kadar ver." -Bir diğer rivâyette- "yetecek kadar ver"
buyurmuştur." (Buhârî, Rikâk 17; Müslim, Zekât 126, hadis no: 1055; Tirmizî,
Zühd 38, hadis no: 2362)

Rasûlullah (s.a.s.) Allah'tan rızk olarak,
ölmeyecek kadar istemiştir. Rivâyetlerde bu miktar iki ayrı kelime ile ifâde
edilmektedir. Kût ve kefâf. Kût, "ölmeyecek kadar", "belini doğrultmaya yetecek
kadar" veya "başkasından istemeye ihtiyaç bırakmayacak kadar yiyecek" diye
açıklanmıştır. Kefâf daha önce, Umûmî Açıklama kısmında geniş açıkladığımız
üzere, zarûrî ihtiyaçları tam karşılayan, ne fazla ne de noksan olmayan miktar
olarak tarif edilebilir.

Âl-i Muhammed tabiri ile, bu hadiste, Hz.
Peygamber (aleyhissalâtu vesselâm)'in hanımları ile çocukları kastedilmiş
olmalıdır. Resûlullah'ın ve ailesinin asgari miktarla yetindiklerini te'yîd eden
rivâyetler çoktur. Tirmizî'nin "Resûlullah ve ehlinin maişetleri adında bir
babta kaydettiği rivayetlerden bazıları şöyle:

"Rasûlullah (s.a.s.) ekmek ve etten doyuncaya
kadar günde iki sefer yemeden dünyadan göçmüştür."

"Rasûlullah (s.a.s.) arpa ekmeğinden doyuncaya
kadar peşpeşe iki gün yemeden ruhu kabzedildi."

"Rasûlullah (s.a.s.) ve ailesi, üst üste üç gün
doyuncaya kadar buğday ekmeği yemeden dünyadan ayrıldı."

"Rasûlullah (s.a.s.) üst üste birçok geceleri aç
geçirir, ehli de akşam yemeği bulamazlardı. Onların ekmekleri çoğunlukla arpa
ekmeği idi."

"Rasûlullah (s.a.s.) yarın için bir şey
biriktirmezdi."

"Rasûlullah (s.a.s.) ölünceye kadar (mükellef
hazırlanmış) bir sofrada yemek yemedi, (pasta şeklinde) ince yapılmış ekmek de
yemedi."

Resûlullah'ın zenginliği, kalbinde Rabbine karşı
beslediği güveni idi. (Kulluğu) unutturucu fakirlikten de, tuğyana atıcı
zenginlikten de Allah'a sığınırdı. Bu durumda, fakirlik ve zenginliğin iki aşırı
kutupları teşkîl ettiğine delil vardır.

O Yüce Peygamber'in hayatına ve onun mal
hakkındaki tavırlarına baktığımızda gördüğümüz tablo şudur: Yeryüzünün
hazineleri, ülkelerin anahtarları O'na verilmiştir. Önceki peygamberlere helâl
kılınmayan savaş ganimetleri O'na helâl edilmiştir. O hayatta iken Hicaz, Yemen
ve bütün Arap yarımadası, Irak ve Şam'ın yakın bölgeleri fethedilmişti.
Oralardan elde edilen "ganimetlerin beşte biri, Allah'a, Rasûlüne, onun
akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir." (8/Enfâl, 41). Cizye
ve zekâtlardan, başka ülkelerin krallarında bile toplanamayacak kadar çok mal
Rasûlullah'a toplanıp getiriliyordu. Fakat O, bunlardan en ufak bir şey, kendine
almamış, bir dirhem dahi alıkoymaksızın hepsini uygun şekilde sarfetmiş ve
onlarla başkalarının ihtiyaçlarını gidermiş ve müslümanları güçlendirmiştir.
Buyurmuştur ki: "Uhud Dağı kadar altınım olsa da, ondan borç ödemek üzere
alıkoyduğumun dışında bir dinarın yanımda bir gece kalması beni memnun etmez."
(Müslim, Zekât 9, hadis no: 3394; İbn Mâce, Zekât 3, hadis no: 1787; Buhârî,
Zekât, Rikak)

Bir defasında Peygamberimiz'e bir miktar para
gelmişti. Onu taksim edip dağıttı da, altı dinar yanında kaldı. Onu da
hanımlarından birine verdi. O gece gözüne uyku girmedi. Yatağından kalkıp bu
parayı ihtiyaç sahiplerine dağıttı ve buyurdu ki; "işte şimdi rahatladım."
(İmam Süyûtî, Menâhilu's-Safâ, s. 14)

Dünyanın en cömerdi, o en büyük insan vefat
ettiğinde, ailesinin nafakası için zırhı rehinde idi. O, yiyecek, giyecek ve
meskenden ihtiyacı kadar, en az ile yetinilecek kadarını kâfi görürdü. Asgarî
ihhtiyacından fazla hiçbir şeyi olmazdı. Elbise gözetmez, bulduğunu giyerdi.
Ganimet ve hediye olarak kendisine gelen altın süslemeli kaftanları, yanında
bulunanlara ve uzaktaki fakirlere paylaştırırdı. Çünkü giysilerle gösteriş
yapmak, övünmek, onlarla süslenmek O'na ve O'nun getirdiği ölçülere göre bir
şeref ve yücelik sebebi olamazdı.

Hz. Âişe (r.anhâ) vâlidemizden rivâyet ediliyor:
"Rasûlullah (s.a.s.), vefat edinceye kadar üç gün ar arkaya buğday ekmeği ile
karnını doyurmamıştır." (Buhârî, Et'ıme 23; Müslim, Zühd 202, hadis no: 970).
Diğer bir rivâyette arpa ekmeği ile de arka arkaya iki gün karın doyumadığı
bildirilir. Onun ailesi de, O'nunla birlikte aynı yoksul hayatı severek
paylaşıyordu. Halbuki eğer dileseydi Allah Teâlâ O'na akla gelmeyecek şeyler
lutfederdi. Yüce Peygamber, silâhı, katırı ve vefatından sonra sadaka olduğunu
belirttiği bir arâziden başka hiçbir miras bırakmamıştır (Müslim, Vasiyyet 18,
hadis no: 1635; Buhârî, Vesâyâ, Megâzî). Hz. Âişe (r.anhâ) anlatıyor: "Peygamber
vefat ettiğinde evinde raftaki birazcık arpadan başka, canlı mahlûkun yiyeceği
hiçbir şey yoktu. Rasûlullah, bana dedi ki: "Bana Mekke'deki Betha vâdisinin,
istersem benim için altın kılınması arz edildi. Ben, 'Ya Rabbi, gün olur aç
olurum, gün olur tok olurum. Aç olduğum halde Sana duâ ve niyaz ederim; tok
olduğum günde de Sana hamd ve senâ ederim' dedim." (Müslim, Zühd 27, hadis
no: 2973; Tirmizî, Zühd 35, hadis no: 2348). Bir başka hadis-i şerife göre de
Cebrâil, Rasûlullah'a gelerek dedi ki: "Allah sana selâm ediyor ve 'eğer
istersen şu dağları senin için altın yapayım ve nerede olursan seninle beraber
olsunlar' buyuruyor. Rasûlullah (s.a.s.) başını önüne eğerek: "Ey Cebrâil,
dünya, yurdu olmayanların yurdudur; malı olmayanların malıdır. Onu aklı
olmayanlar biriktirir" dedi. Cebrâil de O'na: "Allah bu sağlam sözde seni
sâbit kılsın!" dedi. (Beyhakî, Zühd; İbn Saad, Tabakat; İmam Süyûtî,
Menâhilu's-Safâ, s. 25)

Ebû Abdirrahman el-Hubulî anlatıyor: "Bir adam
Abdullah İbnu Amr (r.a.)'a sorarak dedi ki: "Biz muhâcirlerin fakirlerinden
değil miyiz?" Abdullah da ona sordu: "Kendisine sığındığın bir zevcen var mı?"
Adam: "Evet" dedi. Abdullah: "Senin oturduğun bir meskenin var mı? Adam: "Evet!"
deyince Abdullah: "Sen zenginlerdensin!" dedi. Adam: "Benim bir de hizmetçim
var!" diye ilave edince, Abdullah: "Öyleyse sen krallardansın!" dedi." (Müslim,
Zühd 37, hadis no: 2979)

Ebû Saîd (r.a.) anlatıyor: "Muhâcirlerin
fakirlerinden bir grupla birlikte oturmuştum. Bunlardan bir kısmı, bir kısmı(nın
karaltısından istifâde) ile çıplaklıktan korunuyordu. Bir okuyucu da bize
(Kur'ân) okuyordu. Derken Rasûlullah (s.a.s.) çıkageldi ve üzerimizde dikildi.
Resûlullah'ın yanımızda dikilmesi üzerine kaari okumayı bıraktı. Resûlullah da
selam verdi ve: "Ne yapıyorunuz?" diye sordu. "Ey Allah'ın Rasûlü! dedik,
o kaarimizdir, bize (Kur'ân) okuyor. Biz de Allah Teâlâ'nın kitabını dinliyoruz.
Bunun üzerine Rasûlullah (s.a.s.): "Ümmetim arasında, kendileriyle birlikte
sabretmem emredilen kimseleri yaratan Allah'ıma hamdolsun!" dedi. Sonra,
kendisini bizimle eşitlemek üzere Rasûlullah, ortamıza oturdu.Ve eliyle işâret
ederek: "Şöyle (halka yapın)" dedi. Cemaat hemen etrafında halka oldu,
yüzleri ona döndü. Ebû Saîd der ki: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın onlar arasında
benden başka birini daha tanıyor görmedim. (Herkes yeni baştan vaziyetini
alınca) Rasûlullah şu müjdeyi verdi: "Ey yoksul muhâcirler, size müjdeler
olsun! Size Kıyamet günündeki tam nûru müjde ediyorum. Sizler cennete,
insanların zenginlerinden yarım gün önce gireceksiniz. Bu yarım gün, (dünya
günleriyle) beşyüz yıl eder." (Ebû Dâvud, İlim 13, hadis no: 3666; Tirmizî,
Zühd 37, hadis no: 2352)

Bu hadis, Medîne'ye hicret eden bir kısım
müslümanların maddî durumlarını aksettirmesi bakımından dikkat çekicidir:
Birbirlerinin gölgesiyle tesettürü sağlamaya çalışacak kadar fakirlik.

Fakirlik, özellikle insanın kendi ve ailesinin
karnını doyuramayacak derecede olursa, sabrı çok zor olan bir imtihandır.
Zenginlik de, çoğu zaman insanı istiğna duygusuna boğarak, mâneviyattan,
kulluktan uzaklaştırmaktadır. Ayrıca servetin kazanılmasında gayr-i meşru kazanç
ihtimalleri, zekât ve sadakasını tam tamına verememe ihtimâli, malın muhâfaza ve
artırılması gibi zarûri meşguliyetlerin kişiyi fazlaca işgal etme
tehlikeleri/riskleri mevcuttur. Öyle ise, ümmetinin her zümresine karşı rahmet
ve şefkat hisleriyle dolu olan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bu zümrelerin zayıf
noktalarına dikkat çekip, onları uyarmasından daha tabiî bir şey olamaz.

Dînimizin getirdiği hayat felsefesine göre,
insan imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Kimisi azlık, kimisi çokluk; kimisi
kadınlık, kimisi erkeklik; kimisi sağlık, kimisi hastalık; kimisi nimet, kimisi
musibetle veya aynı insan yerine göre bazan sağlık, bazan hastalıkla, bazan
bolluk, bazan darlıkla, nimet veya musibetle... imtihan edilecektir. Şeriat, bu
farklı hallerin her birinde her bir farklı hal sâhibine nasıl davranmak
gerektiğinin bilgisini getirmiş ve bu talimata uymasını emretmiştir. Bu talimâtı
anlayacak derecede aklı olan herkes, buna uyup uymama durumuna göre hesaba
çekilecektir.

Öyle ise zenginlik ve fakirlikle ilgili
hadisleri belirtilen çerçevede kavramak gerekir. Bu tâlimatta servet sahiplerine
düşmanlık aranmamalı, fıtrata hâkim kanunların beyânı, belirtilen şartlarda
gerçek kulluğun nasıl yapılacağının öğretisi, bir başka ifade ile dinin siyâseti
aranmalıdır.

"Bana zayıflarınızı arayın. Zîra sizler,
zayıflarınız sebebiyle (onların sabrı, duâsı, takvâsı bereketiyle) yardıma ve
rızka mazhar kılınıyorsunuz." (Ebû
Dâvud, Cihâd 77, hadis no: 2594; Tirmizî, Cihâd 24, h. no: 1702; Nesâî, Cihâd
43, -6, 45,46-). Nesâî'nin rivayetinde: "Allah bu ümmete zayıfları sebebiyle,
onların duâları, namazları ve ihlâsları hatırı için yardım eder." Zayıfların
ibâdet ve duâları çok daha hâlisânedir. Çünkü, kalpleri dünyevî süslerle meşgûl
değildir. Himmetleri bir şeyde toplanmıştır. Bu sebeple duâları makbuldür,
amelleri (riyâdan) pâktır.

Abdullah İbnu Muğaffel (r.a.) anlatıyor: "Bir
adam gelerek "Ey Allah'ın Resûlü! Ben seni seviyorum" dedi. Rasûlullah: "Ne
söylediğine dikkat et!" diye cevap verdi. Adam: "Vallâhi ben seni
seviyorum!" deyip, bunu üç kere tekrar etti. Rasûlullah (s.a.s.) bunun üzerine
adama: "Eğer beni seviyorsan, fakirlik için bir zırh hazırla. Çünkü beni
sevene fakirlik, hedefine koşan selden daha sür'atli gelir." (Tirmizî, Zühd
36, hadis no: 2351)

Aslında her mü'min Rasûlullah (s.a.s.)'ı
sevmekle mükelleftir, O'nsuz mü'min olunmaz. Öyle ise bu söz, ileri derecede bir
sevgi duygusunun ifadesi olmaktadır. Bu seviyede bir sevgi, kişiye bir kısım
özelliklere sahip olması ve fedâkârlıklara hazır olması gerekeceğindendir ki,
Resûlullah, bu söylediğin şeyin gerektirdiği mes'ûliyetlere katlanıp ,
titizlikleri yaşayabilecek misin? mânâsında: "Ne söylediğine dikkat et!"
buyurmuştur. "... Fakirlik için zırh hazırla!" uyarısının gerisinde
ciddî, zor, azîm bir işe karar vermişsin, hele bir düşün, altından kalkabilecek
misin? Bu, basit bir karar değil, kendini tehlikeli bir işe atıyorsun. Bunun
arkasında pek çok belâ ve musibetlerle imtihân var. Kendini bilerek bela ve
musibetlere atmaktan daha büyük bir risk var mı? gibi mânâlar zihne gelmektedir.
Peygamber'i gerçekten sevmek, O'na benzemeye çalışmak demektir, O'nun sünnetine
sarılıp O'nun izinden gitmektir. Peygamber'in yaşadığı gibi sade, fakir bir
hayat yaşamak, O'nun gibi ve O'nun yolunda mallarını infak etmek demektir. Rahat
koltuklar üzerinde ve günlük yaşayışında hiçbir fedâkârlığa katlanmadan Allah ve
Rasûlullah sevgisinden bahsetmek, ne kadar gerçekçi olur?

Aliyyü'l-Kaarî, burada hazırlanması emredilen
zırhtan maksadın sabır olduğunu belirtir. "Çünkü der, sabır fakrı örter, tıpkı
zırhın zarara karşı bedeni örttüğü gibi." Belânın gelmesine selin misal
verilmesi, sür'ati ifade içindir, çünkü yüksekten akan sel süratlidir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın: "İnsanlardan en şiddetli belâya mâruz olanlar önce
peygamberler, sonra sâlihler, sonra derece derece iyi hal sahibi diğer
mü'minlerdir." (Tirmizî, c. 7, s. 78-79; Dârimî, c. 2, s. 320; Süyûtî,
Câmiu's-Sağîr, c. 1, s. 136; Ahmed bin Hanbel) hadisi göz önüne alınınca,
sadedinde olduğumuz hadis daha iyi anlaşılır. Hak yolunda en büyük zorluk ve
musîbetlere katlanan Efendimizin yolundan gidenler, ona yakınlıklarının
derecesini, onu sevme yolunda katlandıkları fedâkarlıklar, sıkıntılar ve
mahrûmiyetlerle ölçebilirler.

Bu ölçünün, zamanımız için çok daha geçerli
olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü, öncelikle farz ve sünnetlerin yaşanmasında
ifâdesini bulan sevmeye, zamanımızda çeşitli mâniler var. Bırakalım pek çok
hayatî sünnetleri, farzların yerine getirilmesi bile bir kısım zorluk ve dünyevî
riskleri berâberinde getirmekte, mü'minleri işinden, aşından, terfîsinden
etmektedir. Sünnete uymanın getireceği bu zorlukları göze alamayıp, tâvizkârlığa
düşen, rahatına bağlı müslümanlar, şartların daha da ağırlaşmasına zemin
hazırlayıp, dinî hayatta daha çok tâvizler istenmesine sebep olmaktadırlar. Bu
hadis, üzerinde düşünülünce mûcizevî bir beyan olduğu görülmektedir.
Rabbimizden, Rasûl-i Ekrem'ini hakkıyla sevmeyi bizlere nasîb etmesini niyaz
ediyoruz. Allah sevgisi için de benzeri şeyler söylenebilir. Çünkü Allah'ı
sevmenin göstergesi, Rasûlullah'a tâbi olmaktır (3/Âl-i İmrân, 31).

Hz. Ali (r.a.) anlatıyor: "Biz Rasûlullah
(s.a.s.) ile birlikte otururken uzaktan Mus'ab İbnu Umeyr (radıyallâhu anh)
göründü, bize doğru geliyordu. Üzerinde deri parçası ile yamanmış bir bürdesi
vardı. Rasûlullah (s.a.s.) onu görünce, (Mekke'de iken giyim kuşam yönünden
yaşadığı) bolluğu düşünerek ağladı. Sonra şunu söyledi: "Gün gelip, sizden
biri, sabah bir elbise, akşam bir başka elbise giyse ve önüne yemek
tabakalarının biri getirilip diğeri kaldırılsa ve evlerinizi de (halılar ve
kilimler ile) Ka'be gibi örtseniz o zamanda nasıl olursunuz?" "O gün,
dediler, biz bugünümüzden çok daha iyi oluruz. Çünkü hayat külfetimiz
karşılanmış olacak, biz de ibâdete daha çok vakit ayıracağız." Buyurdu ki:
"Hayır! Bilakis siz bugün o günden daha iyisinizdir." (Tirmizî, Kıyâmet 36,
hadis no: 2478)

Mus'ab İbnu Umeyr, İslâm'ın ilk kahramanlarından
biridir. Mekke' nin zengin ailelerine mensuptur. En iyi giyinen, en yakışıklı
gençlerindendir. Müslüman olunca ailesinin boykotuna maruz kalmış, maddî
sıkıntılar çekmiştir. Öyle ki derisi buruş buruş olmuştur. Ayrıca ondaki İslâm
aşkını bu sıkıntılar sarsmamıştır. Rasûlullah (s.a.s.) Akabe biatından sonra,
daha hicret etmeden, İslâm'ı yaymak ve namaz kıldırmak üzere Medîne'ye
göndermiştir. Medîneli müşriklere hep Kur'ân okuyarak teblîğde bulunduğu için
kerdinsine mukri' (ve kaarî') denmişti.

Mus'ab (r.a.), Rasûlullah'ın rikkate gelerek
gözlerinden yaşlar boşanmasına sebep olan maddi sıkıntı içerisinde, İslâm'a
hizmete yılmadan devam etmiş, Uhud savaşında şehîd olduğu zaman, vücudunu
örtecek kefen bile bulunamamıştır. Kıyamet günü huzur-u İlâhî'de tam bir şeref
hil'ati yerine geçecek olan üzerindeki o yamalı elbisesi ile başı örtülmüş,
ayakları da izhir otuyla kapatılmış öylece defnedilmişti. Habbâb (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.) ile berâber hicret ettik. Sırf Allah'ın rızasını
düşünüyorduk. Bizim ücretlerimizi Allah verecekti. Bir kısmımız ücretinden hiç
bir şey yemeden öldü. Bazılarımızın da (daha dünyada) meyveleri olgunlaştı ve
topladı. Mus'ab İbnu Umeyr, geride tek elbiseden başka hiçbir şey bırakmadan
öldü. (Uhud'da öldüğü zaman) bu elbise ile başını örttüğümüz vakit ayakları
açılıyordu, onunla ayağını örtsek başı açılıyordu. Rasûlullah: "(Elbisesiyle)
başını örtün, ayağına da izhir otu koyun" diye emretti."

Rasûlullah, bu hadiste maddî bolluğun, dînî
gayret ve ibâdette hassasiyet getirmeyip, her hususta rehâvet ve gevşekliğe
sebep olacağını ders vermektedir. İslâm cemiyetini, maddi darlık değil, bilâkis
bolluk ve rehâvetin yıkıma götüreceğini Hz. Peygamber pek çok hadislerinde beyan
etmiştir. Tarih, medeniyetler kuran toplumların hep maddi refahın zirvesine
ulaştıktan sonra gerilemeye ve yıkıma gittiklerini gösterir. Günümüzde bile,
toplumsal çöküşlerin göstergesi kabul edilen içki ve uyuşturucu salgınına ve
çeşitli cinsi sapıklıkların yaygınlık kazanmasına hep zengin ve müreffeh
toplumlarda rastlamaktayız.

Ebû Ümâme İbnu Sa'lebe el-Ensârî (r.a.)
anlatıyor: "Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında dünyayı zikretmişlerdi. Buyurdular
ki: "Duymuyor musunuz, işitmiyor musunuz? Mütevâzi/sade giyinmek îmandandır,
mütevâzi giyinmek imandandır!" (Ebû Dâvud, Tereccül 1, hadis no: 4161; İbn
Mâce, Zühd 22, h. no: 4118)

Rasûlullah (s.a.s.) bu hadislerinde mü'mine sâde
ve mütevâzi giyinmeyi tavsiye etmektedir. Dünyada söz edilen bir sohbette
te'kîdli bir üslubla kılık kıyafette sadeliğin tavsiye edilmesi, giyimin
"dünya"ya ait bir keyfiyet olduğunu gösterir. Kılık kıyafette, günümüzde olduğu
gibi, bir moda yarışı ile, eskimeden elbise atmanın dînen te'yîd edilen bir yönü
yoktur. Tevâzu ve sâdelik esastır, ancak bunu "sünepelik" olarak da anlamamak
gerekir; maddî gelire uygun olarak giyinmeyi dînimiz câiz görmüştür. Ama,
özellikle İslâm düşmanlarının, yahûdilerin keselerini dolduracak şekilde,
onların reklâmlarının etkisinde kalarak markalarını tâkip etmek, hele üzerindeki
giyecek ile onların bedava reklâmını yapmak, israf yanında ekstra başka
günahlara da sebep olacaktır. İmkân sahiplerinin sabah bir çeşit, akşam bir
başka çeşit giyme havasına girmeleri toplumun ekonomik hayatında birkısım
sıkıntılara sebep olacak, ahlakî ve dînî hayatta da bunun akisleri görülecektir.
O yüzden, imkân sahiplerinin de böyle menfi durumların çıkabileceğini düşünerek,
buna meydan vermemek düşüncesiyle tevâzu ve sâdeliği tercîh etmeleri dinin
tavsiye ettiği sırât-ı müstakîm olmaktadır.

"Rasûlullah (s.a.s.)'ın yanında bir adamın çok
ibâdet ettiğinden, bir diğerinin de verâ sahibi olduğundan bahsedilmişti.
Efendimiz: "Verâ'ya denk olacak onunla tartılabilecek bir şey yoktur!"
buyurdu." (Tirmizî, Kıyâmet 61, hadis no: 2521) (Verâ: Haramlardan, harama
benzeyen şeylerden, şüpheli şeylerden kaçınmak mânasına gelir.)

Gazâlî, verâ'yı harama vesîle olabilir
endişesiyle bazı helâl şeyleri (şüpheli şeyleri) de terketmek olarak târif eder.
Önceki hadiste geçtiği üzere, zengin kimsenin helâl olduğu halde lüks ve pahalı
giyinmeyi terkedip, tevâzu ifâde eden sade giyinmesi verâ'dır. Bu hal, sadece
giyim kuşamla ilgili değildir; mesken, yiyecek, binecek, konuşma gibi her çeşit
aslî ve gayr-ı aslî ihtiyaçlar için de sözkonusudur.

"Kişi mahzurlu/sakıncalı olan şeyden korkarak
mahzursuz olanı terketmedikçe gerçek takvaya ulaşamaz." (Tirmizî, Kıyâmet 20,
(2453). Bu hadiste, helâl bile olsa, gereksiz ve fazla olan kısmın bırakılmasına
emir vardır. Mü'min, "haram değildir" diyerek, veya "helâldir" diye lüzumu
olmayan şeylere yer vermemelidir. Bu "helâl"i Rasûlullah (s.a.s.), özel olarak
bir konuya bağlamamış, mutlak bırakmıştır; öyleyse, hayatımızı ilgilendiren her
şey olabilir: Yeme, içme, konuşma, giyme, ziyâret, uyku, harcama vs. Bunların
gerekli miktarında kalmak esastır, çükü fazlası haram olabilir veya harama sebep
olabilir. Nitekim her çeşit israf yasaklanmıştır. Aslında israf, yasaklanan
şeylerde değil, helâl olan şeylerde sözkonusudur. İmam Gazâlî şöyle der:
"Helâlin fazlasıyla meşgul olup ona düşkünlük göstermek, nefsin oburluk ve
tuğyânı ve hevânın temerrüd (inatçılık) ve taşkınlığı sebebiyle, kişiyi harama
ve mahz-ı isyâna sevkeder. Kim dininde zarardan emin olmak isterse bu hatardan
(risk) sakınmalı, helâlin fazlasından kaçınmadır. Ta ki, tümüyle haramdan
korunmuş olsun. Herkes için en mükemmel takvâ, din için hiç bir zararı olmayan
şeyin tercihidir.