Tarihsel Arka-Plan

Tarihsel Arka

Tarihsel Arka-Plan:



Bu sûrenin nazil oluşunu anlatan olaylar
dizisinin başlangıcı şöyle olmuştur. Bir gün Hz. Peygamber (s.a.s.) rüyasında
sahabeyle birlikte Mekke'ye gittiklerini ve orada Umre ziyareti yaptıklarını
görüyor. Peygamber rüyasının sadece hayali ve asılsız bir rüya olamayacağı
apaçık bir gerçektir. Rüya da bir vahiy çeşididir. Daha ilerki bölümlerde 28.
âyette bizzat Allah, Hz. Peygamber'e gösterdiği bu rüyayı açıklamış ve tevsik
etmiştir (sağlamlaştırmış, belgelemiştir). Bu bakımdan gerçekte bu sadece bir
rüya değil, bilakis Hz. Peygamber'in (s.a.s.) uyması gereken ilahi bir
işarettir.

O günlerde, görünüşte bu ilahi buyruğun yerine
getirilmesi ve ona göre hareket edilmesi imkan dahilinde gözükmüyordu.
Uygulanması imkansız gibiydi. Kureyş kâfirleri 6 seneden beri müslümanlara Kâbe
yolunu kapatmışlardı.

Bütün bu zaman zarfında bir tek müslümanı dahi,
Hac ve Umre için de olsa Kâbe'nin sınırlarına yaklaştırmadılar. Durum böyleyken
onların Hz. Peygamber'in (s.a.s.) ve Sahabe'nin toplu halde Mekke'ye girişlerine
müsamaha göstermeleri nasıl umulurdu? Silahsız gitmekse kendinin ve
arkadaşlarının hayatlarını tehlikeye atmak demekti. İşte bu şartlar altında
Allah Teala'nın bu emrinin nasıl uygulanacağını hiç kimse bilmiyordu.

Fakat Peygamber'in (s.a.s.) mevkii ve Allah
karşısındaki durumu gereği Rabbinin kendisine verdiği emir ne olursa olsun hiç
tereddüt etmeden onu uygulaması gerekir. İşte bu yüzden Hz. Peygamber (s.a.s.)
hiç tereddüt etmeden rüyasını Sahabe-i Kiram'a anlatarak sefer hazırlıklarına
başladı. Civardaki kabilelere de "Umre'ye gidiyoruz, bize katılmak isteyenler
gelsin" diye haber gönderdi. Olayın görünüşüne bakanlar: "Bu insanlar ölüme
gidiyorlar" diyerek Peygamber'e (s.a.s.) katılmaya onunla gitmeye yanaşmadılar.
Fakat Allah'a ve Peygamber'e imanı sağlam olanlar bu işin sonu nereye varır diye
hiç tereddüde kapılmadılar. Onların bu sefere katılması için Allah Teala'nın bir
işareti olması ve Peygamberi'nin emri yerine getirmek için ayağa kalkması
yeterli idi. Bundan sonra artık hiçbir şey onları Peygamber'le beraber olmaktan
alıkoyamazdı. 1400 Sahabe, Hz. Peygamber'in (s.a.) önderliğinde bu son derece
tehlikeli sefere çıkmak üzere hazırlandılar.

Hicretin 6. yılının Zilkade ayının başlarında bu
mübarek kafile Medine'den hareket etti. Zül-Huleyfe'ye ulaşınca hepsi Umre için
ihrama girdi. Kurban için 70 deve aldılar. Boyunlarına, Kâbe'ye kurban kesilmek
üzere adak olduklarını belirten gerdanlıklar taktılar. Silah torbalarına sadece
bir tek kılıç koydular. Arapların meşhur adetlerine uygun olarak Kâbe'nin bütün
ziyaretçilerine tek bir kılıç taşıma izni veriliyordu. Bunun dışında hiçbir
savaş aleti alınmadı. Böylece Kafile Lebbeyk! Lebbeyk! nidalarıyla Kâbe'ye
(Mekke'ye) doğru yürümeye başladı.

O günlerde Mekke ve Medinelilerin ilişkilerinin
ne durumda olduğunu çocuklara varıncaya kadar bütün Araplar biliyordu. Daha
evvelki sene H.5 yılın Şevval ayında Kureyş, diğer Arap kabilelerinden de
katılan kuvvetlerle Medine'ye saldırmış ve meşhur Ahzab Gazvesi (Hendek Savaşı)
yapılmıştı. Bu sebeble Hz. Peygamber (s.a.) böyle büyük bir toplulukla kanlarına
susamış düşmanlarının yurduna doğru yola çıkınca bütün Arapların gözleri bu
ilginç sefere yönelmişti.

Herkes bu kafilenin savaş için değil, savaşın
haram sayıldığı aylar içinde ihram giyerek, Kâbe'de kurban edilmek üzere adanmış
develeri alarak Beytullah'a doğru silahsız olarak gittiklerini görüyordu.

Hz. Peygamber'in (s.a.) bu hareketi Kureyşlileri
son derece müşkil durumda bıraktı. Çünkü yüzlerce seneden beri Araplar arasında
Kâbe'yi ziyaret ve Hac için mübarek kabul edilen haram aylardan Zi'lka'de ayında
bulunuluyordu. Bu ayda ihram giyip Hac veya Umre için gelen bir topluluğu
engellemek hiçkimsenin hakkı değildi. Düşman kabul ettikleri bir kabile dahi
olsa, kesinkes uydukları kanunlar nedeniyle onların kendi bölgelerinden
geçmesini engelleyemezlerdi. Kureyşliler: "Eğer biz Medine'nin bu topluluğuna
saldırarak Mekke'ye girmelerini engellersek, bütün Arabistan'da kıyamet kopacak;
her Arab "Bu tam bir zulümdür, haddi aşmadır" diye feryat edecek, bütün Arap
kabileleri Kâbe'yi mülkiyetimize geçirip, tekelimize aldığımızı zannedecek,"
diye endişeye düştüler. Hatta bu tavrımız sonucu bazı kabilelerde gelecekte bir
kimsenin Umre veya Hac yapması veya yapmamasının bizim arzumuza bağlı olacağı,
kızdığımız kimseyi Kâbe'yi ziyaretten, Medinelileri engellediğimiz gibi
engelleyeceğimiz endişesini uyandıracaktır diye düşünmeye başladılar. Eğer böyle
bir hata yaparsak bütün Arablar bize karşı gelir düşüncesine kapıldılar. Buna
karşılık Muhammed (s.a.s.)'in beraberindeki büyük kalabalığı huzur içinde
şehrimize sokarsak, bütün Arap diyarında itibarımız zedelenecek, şöhretimiz
sönecek ve halk Muhammed'den (s.a.s.) korktuğumuzu söyleyecek diye
düşünüyorlardı. Sonunda korku ve şaşkınlık içinde konuyu tartıştıktan sonra
Cahiliye devri gururları ağır bastı, şeref ve haysiyetleri uğruna, ne pahasına
olursa olsun bu kafileyi şehirlerine sokmamak kararı aldılar.

Peygamber (s.a.s.) Kâboğullarından birini,
Kureyş'in ne yapmak istediğini, Kureyşlilerin nasıl hareket ettiklerini öğrenmek
ve zamanında haber vermek üzere önceden Mekke'ye göndermişti. Kafile Usfan'a
ulaştığında haberci gelerek Peygamber'e Kureyşlilerin tüm hazırlıklarını
tamamlayarak Zi Tuva denen yere ulaştıklarını ve ayrıca Halid b. Velid'i de
ikiyüz süvarisiyle birlikte Peygamber'in yolunu kesmek üzere Kûra'el-¶amim'e
doğru yolladıklarını haber verdi. Kureyş'in niyeti, ne pahasına olursa olsun
Peygamber'in ashâbına sataşıp tahrik etmek ve daha sonra savaş çıkarsa, bu
insanların gerçekte savaşmak için geldiklerini, Umre'yi perde olarak
kullandıklarını ve ihramı sadece aldatmak için giydiklerini, iddia ederek etrafa
yaymaktı. Peygamber (s.a.s.) bunu öğrenir öğrenmez derhal yolunu değiştirdi, son
derece sarp ve ücra yollardan büyük meşakkat ve zorluklarla geçerek Hudeybiye
denen yere ulaştı.

Hudeybiye tam Harem sınırı üzerinde bir yerdir.
Burada Huzaa oğullarının başkanı Hudeyl b. Verka, kabilesinden birkaç kişiyle
Peygamberimizin yanına gelerek ne niyetle geldiklerini sordu: Peygamber de
(s.a.s.) hiçkimseyle savaşmak için gelmediklerini, sadece Beytullah'ı ziyaret ve
tavaf etmek niyetinde olduklarını söyledi. Bunun üzerine heyettekiler geri
dönerek Kureyş'in liderlerine durumu anlattılar, konuşmayı naklettiler ve
Kureyşlilere bu Kâbe ziyaretine engel olmamalarını tavsiye ettiler. Fakat onlar
inatlarında ısrar ettiler ve Ehabis kabilesinin lideri Huleys b. Alkame'yi
Peygamber'in (s.a.s.) yanına, onu geri dönmeye ikna etmesi için gönderdiler.
Kureyş liderlerinin ümidi, Hz. Peygamber (s.a.s.) Huleys b. Alkame'nin arzusunu
kabul etmediği takdirde Huleys'in Peygamber'e kızacağı ve öfkeli olarak dönüp,
tüm Ehabis'in kuvvetiyle Kureyş'in yanında yer alması idi. Fakat o kafilenin
yanına vardığında kendi gözüyle bütün kafilenin ihramlı olduğunu, Kâbe'ye
adanmış develerin ön tarafta boyunlarında adak olduklarını belirten gerdanlıklar
asılı olarak ayakta durduklarını görür, bu insanların savaşmak için değil,
aksine Beytullah'ı tavaf için geldiklerine kanaat getirince, Peygamberimize
hiçbir şey söylemeden geri döndü. Kureyşlilerin yanına gitti; açık ve kesin
olarak bu insanların Beytullah'ın azametini kabul ederek onu ziyarete
geldiklerini söyledi ve sözlerine şöyle devam etti: "Eğer siz ona engel
olursanız Ehabis kabilesi bu konuda asla sizin yanınızda olmayacaktır. Biz
sizinle bütün haramları çiğneyesiniz ve kutsal adetleri ayak altına alasınız,
buna karşılık biz de bu davranışınızda sizi destekleyelim diye anlaşma
yapmadık."

Daha sonra Kureyş tarafından Urve b. Mesud
Sekafi gönderildi. O kâh alttan kâh üstten alıp bütün maharetini kullanarak
Peygamberimizi geri dönmeye ikna etmek ve Mekke'ye girme kararından vazgeçirmek
istedi. Fakat Hz. Peygamber (s.a.s.), ona da, Huzaa oğullarına verdiği cevabı
verdi. "Biz savaşmak için gelmedik, Kâbe'yi ziyaret ve dini bir vecibeyi yerine
getirmek için geldik" dedi.

Urve geri dönerek Kureyşlilere şöyle dedi: "Ben,
İran, Bizans, Habeşistan krallarının huzuruna girdim, yanlarında bulundum. Yemin
ederim, ben Muhammed'in adamlarının, ona karşı gösterdikleri fedakarlık ve
saygıyı hiçbir kralın huzurunda görmedim.

Bu adamların tutumları şöyle: "Muhammed abdest
alırken ashâbı, suyun bir damlasını dahi yere düşürmüyorlar hepsini beden ve
elbiselerine sürüyorlar. Artık siz, kimlerin karşısında bulunuyorsunuz bir
düşünün!"

Elçilerin geliş, gidiş ve görüşmeleri böyle
sürüp giderken, Kureyşliler defalarca gizlice Peygamber'in kampına hücum edip
sahabeyi tahrik ederek, ne pahasına olursa olsun savaşı başlatmaları için bahane
olabilecek bir olay çıkarmaya çalışıyorlardı. Fakat her seferinde sahabenin
sabır ve disiplini, Hz. Peygamber'in (s.a.) ince düşüncesi ve hikmetli davranışı
onların bütün oyunlarını boşa çıkardı. Bir keresinde 40-50 Kureyşli geceleyin
gelip müslümanların kampına taş ve ok yağdırmaya başladılar. Sahabe-i Kiram
hepsini yakalayıp Hz. Peygamber'in (s.a.) huzuruna getirdiler. Ama Peygamber
hepsini serbest bıraktı. Bir diğer olayda, Ten'im tarafından 80 kişi, tam sabah
namazı vakti gelerek ani bir hucum yaptılar. Bu adamlar da yakalandılar ama
Peygamber (s.a.s.) bunları da serbest bıraktı. Böylece Kureyş'in oyunları ve
hileleri boşa çıktı. Nihâyet Peygamber (s.a.s.), Hz. Osman'ı Mekke'ye elçi
olarak gönderdi. Onun vasıtasıyla, Kureyş liderlerine harb etmek için
gelmediklerini, aksine ziyaret için adaklarla birlikte geldiklerini, Kâbe'yi
tavaf edip kurban keserek geri döneceklerini haber verdi. Ama onlar inanmadılar
ve Hz. Osman'ı Mekke'de alıkoydular. Bu sırada Hz. Osman'ın katledildiği haberi
yayıldı. Hz. Osman'ın geri dönmemesi de müslümanların haberin doğru olduğuna
inanmalarına neden oldu. Artık daha fazla tahammül göstermek yersizdi. Mekke'ye
girmek bir yana bunun için kuvvet kullanmak bile asla düşünülmemişti. Ama sıra
elçinin öldürülmesine kadar gelip dayanınca müslümanların savaşa hazırlanmaktan
başka çareleri kalmamıştı. Nitekim Peygamber (s.a.s.) bütün ashâbını topladı ve
onlardan artık buradan son nefesimizi verinceye kadar bir adım geri
çekilmeyeceğiz diye söz aldı. Durumun nezaketi göz önüne alınırsa bunun basit
bir biat olmadığını herkes anlar. Müslümanlar sadece 1400 kişiydiler, yanlarına
hiçbir savaş malzemesi almadan gelmişlerdi. Merkezlerinden (Medine'den) 250 mil
uzakta tam Mekke sınırında konaklamışlardı. Burada düşman bütün gücüyle onlara
hücum edebilirdi. Kureyş, etrafındaki anlaşmalı kabileleri de toplayıp, onları
çepeçevre sarabilirdi. Buna rağmen birtek kişi bile hariç olmamak üzere bütün
kafile Peygamber'in (s.a.s.) eli üzerine ya öleceklerine ya da öldüreceklerine
biat etmek için düşünmeden sıraya girdiler.

Bu insanların imanlarındaki samimiyeti ve Allah
yolundaki fedakarlıklarını bundan başka ne ispat edebilir? Bu biat, İslâm
tarihinde Biat-ı Rıdvan (gönül rızası ile verilen söz) adıyla meşhur olmuştur.
Daha sonra Hz. Osman'ın öldürüldüğü haberinin asılsız olduğu anlaşıldı. Hz.
Osman da bu sırada geri geldi. Suheyl önderliğinde bir heyet de barış müzakeresi
yapmak için Peygamberimizin kampına ulaştılar. Artık Kureyşliler, Peygamber ve
Ashâbını istisnasız Mekke'ye sokmayacaklarına dair aldıkları inatçı karardan
vazgeçmişlerdi.

Kendi itibarlarını kurtarmak için Hz.
Peygamber'in (s.a.) bu sene geri dönerek, gelecek sene Umre için gelmesinde
ısrar ediyorlardı. Uzun görüşmelerden sonra barış anlaşmasının maddeleri şöyle
belirlendi:

1) 10 sene süreyle iki taraf arasında savaş
durdurulacak. Bir taraf diğerine karşı, gizli veya açık hiçbir harekette
bulunmayacak.

2) Bu süre içinde Kureyş'ten biri kendi
hamisinin izni olmadan kaçarak Muhammed'in yanına gelirse, o kişi Mekke'ye geri
gönderilecek. Peygamberimizin adamlarından bir kişi Kureyş'e dönerse onlar onu
iade etmeyecek.

3) Arab kabilelerinden her biri bu anlaşmaya
katılarak taraflardan birini seçmekte serbest olacak.

4) Muhammed bu sene geri dönecek; gelecek sene
Umre için üç gün Mekke'de kalabilecek. Yanlarına birtek kılıçtan başka hiçbir
aleti almayacaklar. Bu üç gün süresince Mekkeliler, herhangi bir çatışmaya
meydan vermemek için Mekke'yi üç gün süreyle terkedecekler. Ama müslümanlar geri
dönerken Mekke halkından hiç kimseyi götürmelerine izin verilmeyecektir.

Bu anlaşma şartları hazırlanırken müslümanlar
aşırı derecede huzursuzdu. Hz. Peygamber'in (s.a.) bu şartları hangi niyetle
kabul ettiğini kimse anlayamıyordu. Hiç kimsenin basireti bu barış anlaşmasının
getireceği büyük hayırları görebilecek kuvvette değildi. Kureyş müşrikleri, bunu
kendi zaferleri zannediyorlardı. Müslümanlar ise, niçin biz altta kalarak bu
küçük düşürücü şartları kabul edelim diyerek hoşnutsuzluklarını dile
getiriyorlardı. Hz. Ömer gibi uzak görüşlü bir kimse bile: "Müslüman oluşumdan
bu yana, gönlümde hiçbir zaman şüphe ve tereddüd meydana gelmedi, bu olayda ben
de bu duygudan kurtulamadım." diyordu. Hz. Ömer son derece huzursuz bir halde
Hz. Ebû Bekir'e gitti ve: "Peygamber Allah'ın elçisi değil midir? Biz müslüman
değil miyiz? Şu karşımızdaki insanlar müşrik değil midirler? Buna rağmen biz
dinimiz uğruna bu zilleti niçin kabul ediyoruz?" diye sordu.

O da cevap olarak: "Ey Ömer! O Allah'ın
Peygamberidir ve Allah onu asla mahzun ve mağlup etmeyecektir" dedi. Fakat Hz.
Ömer kendine hakim olamadı ve Hz. Peygamber'e (s.a.s.) bizzat giderek bu
soruları tekrarladı. Hz. Peygamber de (s.a.s.) Hz. Ebû Bekir'in verdiği cevabı
verdi. Daha sonra Hz. Ömer, Hz. Peygamber'e karşı söylediği sözlere çok pişman
oldu, nafile ibadetler yaparak, sadakalar vererek Allah Teala'dan kendisini
bağışlamasını istedi.

Anlaşmada en çok şu iki madde müslümanların
gücüne gidiyordu: Birincisi, ikinci madde idi ki bununla ilgili olarak herkes,
adaletsizliği açıkca belli bir şarttır, diyorlardı. Mekke'den kaçarak gelenleri
biz geri vereceksek Medine'den kaçıp gidenleri onlar niçin geri göndermesinler?
diye itiraz ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu:
"Bizden kaçarak onlara giden kişi bizim ne işimize yarar, Allah onu bizden
uzaklaştırmıştır, ama onlardan kaçarak bizim yanımıza gelenleri iade edersek
Allah onları kurtarmanın bir başka yolunu gösterecektir."

Müslümanların kalbini inciten ikinci konu ise,
4. maddenin hükmü idi. Müslümanlar, bunu kabul etmemiz, bütün Araplar önünde
başarısız ve mağlup olarak geri dönüşümüzü kabul etmemiz manasına gelir
diyorlardı. Ayrıca gönüllerde huzursuzluk meydana getiren diğer bir düşünce de
"Hz. Peygamber (s.a.s.) rüyasında Mekke'de tavaf ettiğimizi görmüştü, halbuki
biz şimdi tavaf yapmadan dönme şartını kabul ediyoruz" fikriydi.

Hz. Peygamber (s.a.s.) bunun üzerine halka şu
ince noktayı anlattı: "Rüyada açıkca bu sene tavaf yapılacağı belirtilmemiştir,
barış şartlarına uygun olarak bu sene değil inşallah gelecek sene tavaf
yapılacak" Bunun üzerine anlaşma şartlarını görüşmek üzere gelen Kureyş
temsilcisi Suheyl b. Amr'ın oğlu Ebû Cendel'in tam barış anlaşmasının
maddelerinin yazıldığı sırada çıka-gelmesi huzursuzluğu iyice körükledi. Ebû
Cendel müslüman olmuştu, Mekke kâfirleri de onu hapsetmişti. Bir yolunu bularak
kaçıp Peygamber'in kampına ulaştı. Ayaklarında zincirler, vücudunda işkence
izleri vardı. O bu halde Peygamber'den kendisini bu zülumden kurtarmasını
istedi. Bu durumu gördükten sonra Sahabe-i Kiram'ı zaptetmek zorlaştı. Süheyl b.
Amr: "Sulh şartlarının yazılışı tamamlanmamış olsa bile sizin ve bizim
aramızdaki şartlar belirlenmiştir. Bu bakımdan bu çocuğu bana iade etmelisiniz"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) onun bu isteğini kabul etti. Ebû Cendel'i zalimlere
geri verdi.

Barış yapıldıktan sonra Hz. Peygamber (s.a.s.)
Ashâba: "Artık kurbanlarınızı burada kesiniz, başlarınızı traş ediniz,
ihramlarınızı çıkarınız," dedi. Ama hiç kimse yerinden kıpırdamadı. Hz.
Peygamber (s.a.s.) bu emri üç defa tekrarladı.

Ama Sahabe-i Kiram o derece üzüntülü, kalbi
kırık ve kederli idi ki hiçbiri herhangi bir hareket için istek göstermiyordu.
Hz. Peygamber'in (s.a.) bütün peygamberliği süresince, ashâbına emir verdiği
halde onların bu emri yerine getirmek için koşuşturmadıkları böyle bir olay
hiçbir zaman meydana gelmemiştir. Bu davranışlar karşısında Hz. Peygamber
(s.a.s.) çok üzüldü, çadırına dönerek mü'minlerin annesi Ümmü Seleme'ye ne kadar
üzüldüğünü söyledi. O da: "Siz sessizce giderek kendi devenizi kesiniz, berberi
çağırarak traş olunuz daha sonra herkes kendiliğinden sizi takip edecektir,
yaptıklarınızı yapacaktır ve alınan kararların artık değiştirilemeyeceğini
anlayacaklardır", diyerek görüşünü açıkladı. Nitekim öyle oldu. Peygamber
(s.a.s.)'in yaptıklarını görerek müslümanlar da kurbanlarını kestiler, saçlarını
traş ettiler ve ihramdan çıktılar. Ama buna rağmen kalpleri kederle doluydu.

Bu kafile, Hudeybiye Antlaşması'nı kendilerinin
yenilgi ve aşağılanması kabul ederek Medine'ye doğru geri dönerken Dacnan denen
yere (Bazılarının ifadesine göre Kura el-Gamim) gelince bu sûre nazil olmuştur.
Bu sûre müslümanlara, yenilgi zannettikleri bu barışın gerçekte büyük bir fetih
(zafer) olduğunu bildirmektedir. Bu sûre nazil olduktan sonra Peygamber (s.a.s.)
müslümanları toplayarak onlara şöyle buyurdu: "Bugün bana dünyadan ve dünyadaki
herşeyden daha kıymetli birşey nazil olmuştur." Daha sonra bu sûreyi okudu ve
özellikle Hz. Ömer'i çağırarak ona dinletti. Çünkü o herkesten daha çok
üzüntülüydü.

Allah Tealâ'nın bu buyruğunu işitince
müslümanların kalbleri yatışmış, çok geçmeden de bu sulhun faydaları teker teker
ortaya çıkmaya başlamıştı. Artık hiç kimsenin bu sulhun muşteşem bir fetih ve
zafer olduğuna şüphesi kalmamıştı. Bu faydaları şöyle sıralayabiliriz:

1) Bu barış antlaşmasıyla Arabistan'da İslâmi
bir idarenin varlığı tam olarak ilk defa kabul edilmiş oluyordu. Bu olaya kadar
Arablar, Hz. Peygamber'e (s.a.s.) ve Ashâbına, Kureyş ve Arab kabilelerine karşı
isyan etmiş bir zümre olarak bakıyorlardı. Dolayısıyla müslümanları kanun dışı
(illegal) kabul ediyorlardı. Artık Kureyş'in kendisi Peygamber (s.a.s.) ile
antlaşma yaparak İslâm idaresinin sınırları içinde, Hz. Peygamber'in (s.a.s.)
iktidarını kabul ediyor ve Arab kabileleri içinde bu iki siyasi güçten
istedikleri biriyle, çekinmeden dostluk kurma kapısı açılmış oluyordu.

2) Müslümanların Kâbe'yi ziyaret etme hakkını
kabul etmekle Kureyş, kendiliğinden şimdiye kadar iddia ettikleri gibi İslâm'ın
bir dinsizlik değil, bilakis Arablar için de mevcut dinlerden biri olduğunu
kabul etmiş oluyorlardı. Diğer Arablar gibi bu dinde olanlar da Hac ve Umre
ibadetlerini yerine getirme hakkına sahip oluyorlardı. Bu anlaşma sayesinde,
Kureyş'in propagandası yüzünden Arabların gönlünde İslâm aleyhinde yerleşmiş
olan nefret azalmıştır.

3) On sene müddetle savaşın durdurulmasının
karar altına alınmasından dolayı müslümanların güvenliği sağlanmış ve bütün
Arabistan'ın en uzak noktalarına dağılarak süratle İslâm'ı yaymışlardır.
Hudeybiye sulhundan önceki 19 yıllık süre içerisinde müslüman olanların sayısı
kadar insan, bundan sonraki iki sene içerisinde müslüman olmuştur. Hatta iki yıl
sonra Mekke'lilerin anlaşmayı bozması üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.) Mekke'yi
fethetmek için yola çıktığı zaman beraberinde 10.000 kişilik bir ordu vardı.

4) Kureyş tarafından savaşın durdurulmasından
sonra Hz. Peygamber (s.a.s.) kendi bölgesi içinde İslâm Devleti'ni sağlam bir
şekilde oturtmak ve İslâm kanunlarını tam olarak uygulayarak İslâm toplumunu
üstün bir medeniyet ve ahlak örneği yapma fırsatı bulmuştur. Bu öyle büyük bir
nimettir ki; Allah Te'ala bununla ilgili olarak Maide Sûresi'nin 3. âyetinde
şöyle buyuruyor: "Bugün ben dininizi sizin için kemale erdirdim ve nimetimi
üzerinize tamamladım. Sizin için İslâm'ı din olarak seçip beğendim. (Daha geniş
bilgi için bkz. Maide, giriş bölümü ve an: 15)

5) Kureyş'le anlaşma yapılarak güney
sınırlarının emniyete alınmasıyla müslümanlar Kuzey ve Orta Arabistan'ın bütün
muhtelif güçlerini kolaylıkla yenmişlerdir. Hudeybiye Antlaşması'nın imzalanması
üzerinden henüz 3 ay geçmişti ki yahudilerin en büyük yerleşim merkezi Hayber
fethedildi. Daha sonra Fedek, Vadi-el Kura, Teyma ve Tebük'ün yahudi köyleri
İslâm idaresi altına girdi. Bundan sonra, Orta Arabistan'ın yahudi ve
Kureyşlilerle gizli ilişkiler kuran bütün kabileleri de Hz. Peygamber'in
(s.a.s.) emrine girmişlerdir. Böylece Hudeybiye barışı iki sene içerisinde
Arabistan'da güç dengesini öyle değiştirmiştir ki, Kureyş ve müşriklerin gücü
altedilmiş ve İslâm'ın galibiyeti kesinleşmiştir. Görüldüğü üzere bu barışı
müslümanlar kendileri için bir başarısızlık, Kureyş de bir başarı olarak telakki
etmekteyken, müslümanlara nasip olan hayırlar böylesine çoktu.

Bu anlaşma şartları içinde müslümanlara en ağır
gelen şey: Mekke'den kaçarak Medine'ye gelenlerin iade edilmesi, buna karşılık
Medine'den kaçıp Mekke'ye gidenlerin iade edilmemesini öngören madde idi. Fakat
çok az bir zaman geçmişti ki bu madde de Kureyş'in aleyhine çalışmaya başladı.

Hz. Peygamber'in (s.a.s.) uzak görüşüyle
anlaşmanın yararlı sonuçlarını görerek anlaşmayı imzalamasının uygunluğu bu
tecrübeler sonunda iyice anlaşıldı.

Anlaşmanın yapılmasından birkaç gün sonra, Ebû
Basir isimli bir müslüman Kureyş'in elinden kurtulup Medine'ye ulaştı. Kureyş
onun geri gönderilmesini istedi. Hz. Peygamber (s.a.s.) anlaşma gereği, onu geri
verdi. Fakat Ebû Basir Mekke'ye götürülürken Kureyş heyetinin elinden kurtulup
kaçtı ve Kızıl Deniz sahilinde Kureyş'in ticaret kervanlarının geçtiği yol
üzerinde yerleşti. Bu olaydan sonra Kureyş'in elinden kurtulan her müslüman
kaçarak Medine'ye gitmiyor, bunun yerine Ebû Basir'in yanına gidiyordu. Nihâyet
sayıları 70'i buldu. Ve bunlar Kureyş kervanlarına saldırarak nefes aldırmaz
ettiler. Sonunda Kureyşliler kendiliğinden (Medine'ye) Peygamber'e (s.a.s.)
gelerek bu adamları Medine'ye çağırmasını rica ettiler. Böylece Hudeybiye
Antlaşması'nın o şartı hükmen düşmüş oldu.

Bu tarihî olaylar dizisi göz önüne alınarak bu
sûre okunursa daha rahat anlaşılması mümkün olur.

"Rahman Rahim olan Allah'ın adıyla

Şüphesiz, biz sana apaçık bir fetih verdik.1

Öyle ki Allah, senin geçmiş ve gelecek (her)
günahını bağışlasın,2 üzerindeki nimetini tamamlasın 3ve seni dosdoğru bir yola
yöneltip-iletsin.4

Ve Allah, sana 'üstün ve onurlu' bir zaferle
yardım etsin."5

Açıklama:

1. Hudeybiye barışından sonra Allah tarafından
zafer müjdesi bildirilince, müslümanlar bu barışın nasıl bir fetih (zafer)
olabileceği konusunda hayrete düşmüşlerdi. İmanlarından dolayı Allah Teala'nın
buyruğuna inanmalarına rağmen, onun bir fetih olması fikri kimsenin idrakine
sığmıyordu.

Hz. Ömer (r.a) bu âyeti dinleyince şöyle sordu:
"Ey Allah'ın elçisi! Bu bir zafer midir?" Hz. Peygamber de (s.a.s.) "Evet" dedi.
(İbn Cerir.)

Başka bir Sahâbî gelerek o da aynı soruyu sordu.
Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Muhammed'in varlığı elinde olan Allah'a
yemin olsun ki, şüphesiz bu bir fetihtir." (Müsned-i Ahmed, Ebû Davud)

Medine'ye ulaştıktan sonra bir başka Sahâbî de
arkadaşlarına: "Bu nasıl bir fetihtir? Kâbe'yi ziyaret etmemiz yasaklandı;
kurbanlık develerimiz daha ileri gidemedi, Allah'ın Rasulü Hudeybiye'de durmak
zorunda kaldı ve bu barış yüzünden iki mazlum kardeşimiz (Ebû Cendel ve Ebû
Basir) zalimlerin eline terk edildi." diye serzenişte bulundu. Bu sözler
Peygamber'e (s.a.s.) ulaşınca şöyle buyurdu: "Çok yanlış söz söylenmiştir. Bu,
gerçekte çok büyük bir zafer ve fetihtir, siz müşriklerin yurtlarına kadar
ilerlediniz, onlar da gelecek yıl Umre yapmanız konusunda söz vererek sizi geri
dönmeye razı ettiler. Onlar savaşa son vermeyi ve barış yapmayı kendiliklerinden
istediler. Halbuki onların kalplerinin size karşı ne kadar kinle dolu olduğunu
biliyorsunuz. Allah sizi onlara üstün kılmıştır ve galibiyet lutfetmiştir. Siz
Uhud Savaşı'ndan kaçarken ben de arkanızdan bağırıyordum. O günü unuttunuz mu?
Hendek Savaşı'nda her taraftan düşmanın korkunç bir manzara ile saldırıya
geçtiği günü unuttunuz mu?" (Beyhaki-Urve b. Zübeyr'in rivâyetiyle)

Fakat uzun zaman geçmeden bu barışın bir fetih
ve zafer olduğu tamamen açığa çıktı. Herkes açıkça anladı ki, gerçekten
Hudeybiye Anlaşması'yla İslâm fethi de başlamıştır.

Hz. Abdullah ibn Mes'ud, Hz. Cabir ibn Abdullah
ve Hz. Bera b. Azib'ten ayrı ayrı fakat aşağı yukarı aynı manadaki şu sözler
rivâyet edilmiştir: "İnsanlar, Mekke'nin fethine zaferdir diyorlar, halbuki biz
asıl zafer olarak Hudeybiye barışını kabul ediyoruz" (Buhari, Müslim, Müsned-i
Ahmed, İbn Cerir)

2. Bu âyetin nazil olduğu yer-durum göz önüne
alınırsa, açıkca anlaşılmaktadır ki burada zikri geçen bağışlanan günahlardan
maksat, geçmiş 19 sene içerisinde Hz. Peygamber (s.a.s.) önderliğinde İslâm'ın
yayılması için yapılan mücadeleler, çalışmalar ve savaşlarda müslümanların
yaptığı bir takım hatalardır. Bu hataları hiç kimse bilmemektedir. Hatta insan
aklı, bu samimi gayretler içinde bir eksiklik arayıp bulmakta da acizdir. Ama
Allah Teala nazarında, en güzel ve en yüce olma ölçüsüne göre bu çalışmalarda
öyle bir takım kusurlar oluyordu ki bunlardan dolayı müslümanlara müşriklere
karşı kesin bir zafer nasib olmuyordu.

Allah Teâlâ'nın buyruğunda şu denmek
istenmektedir: "Eğer siz bu hatalarla çalışmalarınıza ve cihadınıza devam
etseydiniz, müşrik Arabları yenmeniz, onları alt etmeniz için daha uzun zaman
gerekirdi. Ama biz bütün bu kusurları ve hataları bağışlayarak, sadece kendi
kerem ve lütfumuzla onları gidererek, Hudeybiye denen yerde size bu fetih ve
zafer kapısını açtık. Bu zaferi kendi gayretinizle başaramazdınız.

Burada şu nokta iyice anlaşılmalıdır: Herhangi
bir gaye uğruna bir topluluk bir çaba gösteriyorsa, bu çabanın eksiklikleri,
kusurları, hataları, o topluluğun liderine yönelir. Bu kusurlar ve hatalar,
liderin şahsi hatalarıdır anlamına gelmez. Aslında bu hatalar bütün o topluluk
tarafından işlenir. Bizatihi o topluluğun hareketlerinin sonucudur. Ama
sorumluluk liderde olduğu için suçlamalar lidere yöneltilir ve "Davranışlarında
şu kusurlar var" denir.

Nitekim söz Peygamber'edir (s.a.s.) ve "Allah
senin gelmiş geçmiş bütün günahlarını bağışlamıştır", diye buyurulmuştur. Bu
bakımdan bu genel ifadeden şu mana da çıkar: Allah nezdinde masum Peygamber'in
(s.a.s.) bütün sürçmeleri -onun yüksek makam ve mevkiinden dolayı sürçme denir-
bağışlanmıştır. Daha sonra Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber (s.a.s.) ibadet
yaparken ağır meşakkatlere ve tahammülü güç uzun süreli ibadetlere katlandığını
gördüklerinde: "Sizin gelmiş geçmiş bütün günahlarınız affedilmiştir. O halde
kendi canınıza bu kadar eziyeti niçin yüklüyorsunuz?" demişlerdi ve Peygamber
(s.a.s.) cevap olarak: "Şükreden bir kul olmayayım mı?" diye cevap
vermişti. (Müsned-i Ahmed, Buhari, Müslim, Ebû Davud)

3. Nimetin tamamlanmasından maksat;
müslümanların kendi yurtlarında her tehlike, endişe ve dış müdahaleden korunmuş
bir halde tam olarak İslâm medeniyeti, ahlakı ve İslâm kanunları ve hükümlerine
uygun olarak yaşamaları için hür ve serbest olmaları ve onların, Allah'ın
dinini, Kelime-i Tevhid'i yükseltebilmeleri için güçlü olmalarıdır. Allah'a
kulluk yolunda bir engel ve Kelime-i Tevhid'i yayma gayretine karşı bir zorluk
olan küfr ve fasıklığın üstün gelmesi, Kur'an-ı Kerim'in "fitne" diye
isimlendirdiği olay müslümanlar için büyük bir musibettir. Müslümanların bu
fitneden kurtularak Allah'ın dininin eksiksiz olarak yaşanıp tatbik edildiği bir
İslâm beldesine (Dar-ül İslâm'a) sahip olmaları, bununla birlikte Allah'ın
arzında küfr ve fasıklık yerine iman ve takvânın yerleşebileceği fırsat ve
vasıtaların ellerine geçmesi, Allah'ın nimetinin onlar üzerine tamamlanması
anlamına gelir.

Bu nimetin müslümanlara Allah'ın Rasulü yüzü
suyu hürmetine verilmesine işaret olarak, Allah, Peygamber'e (s.a.s.) "Biz sana
nimetimizi tamamlamak istedik, bundan dolayı da bu fethi lutfettik" buyurmuştur.

4. Burada, Peygamber'e (s.a.s.) doğru yolu
göstermekten maksat, fetih ve zafer yolunu göstermektir. Diğer bir ifade ile
Allah Teala Hudeybiye'de bu barış anlaşmasını yaptırarak, İslâm'ın yayılmasına
engel olan bütün güçleri mağlub edebilecekleri en uygun ve en güzel yolu
göstermiştir.

5. Diğer bir tercüme de şu olabilir: "Sana
emsalsiz bir yardım (zafer) lutfetti (bahşetti)". Burada "Nasran Azizen" ifadesi
kullanılmıştır. "Aziz", çok güçlü ve benzersiz anlamına gelir. Ayrıca emsalsiz
ve nadir anlamlarında da kullanılır. İlk anlamına bağlı olarak bu ifadeden
kastedilen anlam şudur: Allah size bu barış sebebiyle düşmanlarınızı aciz
bırakacak bir yardım yapmıştır. Kelimenin ikinci anlamı gözönüne alındığında
kastedilmek istenen şu olabilir: "Çok nadir de olsa bazen birine yardım etmek
için öyle ilginç bir yol seçilir ki, insanlara görünüşte sadece mağlup sayılan
bir barış antlaşması gibi geldiği halde gerçekte kesin bir zaferin ve fethin
başlangıcı olabilir.

6. "Sekinet" Arapça'da sakinlik, gönül huzuru,
itminan ve kalb huzuru anlamına gelir. Bu âyette Allah, mü'minlerin kalbine
sekineti, kalb huzurunu indirmesini, Hudeybiye'de müslümanlara nasip ettiği o
fethin sonuçlarından biri olarak zikretmektedir.

O günkü durumlara birazcık dikkat edilirse bunun
nasıl bir sakinlik ve kalb huzuru olduğu ve bu huzurun da nasıl bu fethin sonucu
olduğu iyice anlaşılacaktır.

Hz. Peygamber (s.a.s.), Umre için Mekke-i
Muazzama'ya gitme arzusunu açıkladığında, müslümanlar korku ve endişeye
kapılarak münafıklar gibi bunun apaçık ölüme gitmek demek olduğunu düşünselerdi
veya daha yolda iken Kureyşlilerin zorlu bir savaşa hazır olduklarını öğrenip
bundan dolayı içlerine bir korku düşse idi, şüphesiz Hudeybiye'de ortaya çıkan
sonuçlar asla olmayacaktı.

Hudeybiye'de kâfirler müslümanları yollarına
devam etmekten alıkoyduğunda, gizli baskınlar ve saldırılar yaparak müslümanları
tahrik etmeye çalıştıklarında Hz. Osman'ın şehid edildiği haberi geldiğinde ve
Ebû Cendel perişan haliyle müslümanların gözleri önüne dikildiğinde müslümanlar
tahrike kapılarak Hz. Peygamber'in (s.a.s.) kurduğu disiplini ve düzeni
bozsalardı, bu olaylar herşeyi berbat etmeye yetecekti.

Dahası, Hz. Peygamber (s.a.s.) barış
antlaşmasını müslümanların hiç beğenmedikleri şartlara rağmen yaparken
müslümanlar Peygamber'e (s.a.s.) itaatsizlik yapsalardı, Hudeybiye'nin büyük
zaferi büyük bir hezimete dönüşecekti.

Allah'ın büyük bir lutfu olarak o nazik zamanda
müslümanların kalblerine, yüce Peygamber'in önderliği, Hak dine bağlılıkları ve
temsilcilerinin doğru yolda olduğu hususunda, huzur ve sükunet (mutmain olma)
verilmişti. Böylece onlar kalb huzuru ve sükunet içinde Allah yolunda meydana
gelebilecek herşeye sabredeceklerine karar verdiler. Bunun sonucu olarak da
korku, endişe, tahrik, ümitsizlik gibi her türlü olumsuzluktan korunmuş oldular.
Kamplarında tam bir disiplin ve düzen hüküm sürdü. Yine o sükunet ve kalb huzuru
sayesinde müslümanlar, barış şartlarından dolayı çok üzgün olmalarına rağmen Hz.
Peygamber'in (s.a.s.) kararına boyun eğdiler ve Umre yapmak için çıkılan bu
tehlikeli yolculuk bir zaferin sebebi oldu.

Seyyid Kutub Nisâ, 141. âyetin tefsirinde der
ki: Âyetlerin akışı münafıkların özelliklerini açıklamaya başlıyor. Ayıplayıcı
ve nefret uyandırıcı bir tablolarını çiziyor. Müslümanları başka bir yüz,
kâfirleri başka bir yüzle karşılıyorlar. Değneği ortasından tutuyorlar. Yılan
gibi, sürüngen gibi davranıyorlar: "Onların gözleri hep sizin üzerinizdedir.
Eğer Allah size zafer nasip ederse, `''Biz sizinle beraber değilmiydik?",
derler. Ama eğer kâfirler üstünlük sağlarsa (bu kez onlara), "Sizin tarafınızı
tutmadık mı, mü'minlere karşı size destek vermedik mi?" derler. Allah kıyamet
günü, aranızdaki hükmünü verecektir. Hiç kuşkusuz Allah kâfirlere, mü'minler
karşısında üstün gelme fırsatı vermez."

Bu son derece antipatik bir tablodur. Önce
münafıkların gizliden müslümanların aleyhinde kötülükler tasarladıklarını ve
başlarına belalar açmaya çalıştıklarını göstermektedir. Buna rağmen onlar, şâyet
Allah müslümanlara zafer ve nimet nasip ederse onlara sevgi gösterisinde
bulunuyorlar ve o zaman şöyle diyorlar: "Biz sizinle beraber değil miydik?"

Bazan çıkıp safları yardımsız bırakıyorlarsa,
birtakım karışıklıklar çıkarıyorlarsa bile, savaş alanına beraberce çıkmış
olmalarını kastediyorlar. Ya da kalplerinin onlarla birlikte olduğunu söylemeye
çalışıyorlar. Arkadan yardımcı olduklarını, kendilerini koruduklarını
kastediyorlar.

"Ama eğer kâfirler üstünlük sağlarsa (bu kez
onlara), ‘Sizin tarafınızı tutmadık mı, mü'minlere karşı size destek vermedik
mi?' derler." Kendilerine
sığındıklarını, yardımcı olduklarını, geriden destek olduklarını, mü'minleri
yardımsız bırakıp safları karıştırdıklarını kastediyorlar.

İşte böyle, bukalemun gibi, yılan gibi renkten
renge giriyorlar. İçlerinde zehir, dillerindeyse yağ. Ancak onlar buna rağmen
oldukça zayıftırlar. Bu aşağılık, bu iğrenç görünümleri, mü'min gönüllerin
iğrenmesine neden oluyor. Kuşkusuz bu da ilahi sistemin mü'min gönüllere özgü
kazandırdığı bir özelliktir.

Peygamberimizin (salât ve selâm üzerine olsun)
münafıklar konusunda Rabbinin direktifiyle başvurduğu taktik; görmezlikten
gelerek yüz çevirerek, mü'minleri sakındırarak, onlara karşı uyanık olmalarını
sağlayarak bu aşağılık kampı etkisiz hale getirmekti. Bununla beraber burada,
onları, yüce Allah'ın ahiretteki hükmüne havale etmektedir. Böylece
üzerlerindeki perde kalkıp, müslümanlara kurdukları tuzakların cezasını
çekeceklerdir.

"Allah kıyamet günü aranızdaki hükmünü
verecektir." O zaman hile yapmanın,
gizli buluşmaların, komplolar kurmanın imkanı yoktur. Göğüslerde gizli duyguları
saklamak, mümkün değildir.

Mü'minler, artık Allah'ın kesin vaadi ile
mutmain oluyorlar. Gizlice kurulan hile ve tuzakların, kâfirlerle sergilenen bu
dayanışmanın, kuvvet dengesini bozmayacağına inanıyorlar. Allah, mü'minlere
karşı, kâfirlere zafer ve üstünlük imkanı tanımayacaktır: "Hiç kuşkusuz Allah
kâfirlere, mü'minler karşısında üstün gelme fırsatı vermez."

Bu âyetin tefsirine ilişkin bir rivâyete göre,
söz konusu olan kıyamet günüdür bu âyette. O zaman yüce Allah, mü'minlerle
münafıklar hakkında hükmünü verecek ve kâfirlere, mü'minler karşısında bir
üstünlük vermeyecektir.

Bir diğer rivâyette ise; söz konusu olanın
dünyadaki durum olduğu anlatılmaktadır. Buna göre kimi zaman çarpışmalarda
yenilmiş olsalar da mü'minler üzerinde kâfirlerin, sürekli bir egemenlik
kurmalarına fırsat vermeyecektir.

Âyetin hem dünyadaki hem de ahiretteki duruma
göre genelleştirmesi daha doğrudur. Çünkü herhangi bir sınırlandırma yoktur
âyette. Ancak ahiretteki durum, açıklama ve vurguyu gerektirmeyecek kadar
kesindir. Dünyadaki duruma gelince; kimi zaman baş gösteren olaylar bunun
tersini gösteriyor. Fakat bunlar aldatıcı görünümlerdir, .iyice araştırıp
incelemek gerekir bunları.

Allah'ın verdiği söz kesindir. Onun hükmü
geneldir. Buna göre; ne zaman iman gerçeği mü'min gönüllerde iyice yer etmişse
ve bu iman hayatlarında bir sistem ve bir sosyal düzen olarak somutlaşmışsa, her
türlü düşünce ve davranıştan Allah için tamamen soyutlanmışlarsa ve büyük,
küçük, ibadeti tamamen Allah'a özgü kılmışlarsa; o zaman yüce Allah, mü'minlere
karşı kâfirlere bir fırsat vermeyecektir. Bu, İslâm tarihinin, aksine
gerçekleşmiş en ufak bir olayı bile kaydetmediği bir gerçektir.

Ben, şüpheye yer bulunmayan Allah'ın vaadine
güvenerek şunu kesinlikle söyleyebilirim: Mü'minler hiçbir zaman yenilgi yüzü
görmeyeceklerdir. Düşünce ya da davranış alanında inançlarında bir gedik söz
konusu olmadığı sürece, tarihlerinde de böyle bir yenilgiye rastlanmamıştır. Her
türlü eklemeden ve şaibeden uzak yalnızca Allah yolunda, sadece bu sancak
altında cihad etmek amacıyla hazırlık yapmak ve güç bulundurmak imanın
gereğidir. Bundan sonra, açılan bu gedik oranınca, geçici bir yenilgi almalarına
rağmen zafer tekrar mü'minlerin olacaktır; şâyet henüz varlıklarını
sürdürüyorlarsa.

"Uhud"da örneğin, gedik, Rasûlullah'a (salât ve
selâm üzerine olsun) itaat etmeyi bırakıp, ğanîmet arzusuna kapılmak noktasında
açılmıştı. "Huneyn"de ise, sayı çokluğuyla övünmek, gurura kapılıp asıl dayanağı
unutmak şeklinde açılmışdı gedik. Şâyet tarihleri boyunca, müslümanların
aleyhinde meydana gelen her olayı inceleyecek olursak, buna benzer birşey
görmemiz her zaman mümkündür. İster olayı bilelim ister bilmeyelim durum
değişmeyecektir. Allah'ın vaadi ise, her zaman doğrudur.

Evet, imtihan için bazı sıkıntılar çekilir.
Ancak bunun da bir hikmeti vardır. O da iman gerçeğinin ve pratik gerçeklerinin
iyice oturmasıdır. "Uhut" savaşında olduğu gibi. Nitekim yüce Allah müslümanlara
anlatmıştı bunu. Ne zaman bu gerçek imtihanlar sonucu olgunlaşıp başarıya
ulaşmışsa, zafer gelmiş ve Allah'ın vaadi kesinlikle gerçekleşmiştir.

Bununla beraber ben yenilgiden, herhangi bir
çarpışmanın sonunda elde edilen bozgundan daha kapsamlı bir anlam kastediyorum.
Kasteddiğim, ruhsal bozgundur, azmin kırılmasıdır. Çünkü ruhlarda bir
gevşekliğe, bir bezginliğe ve ümitsizliğe neden olmadığı sürece savaş alanında
alınan yenilgi, bozgun sayılmaz. Bir coşku uyandığında, bir kıvılcım
tutuştuğunda, hatalar fark edildiğinde, inancın, savaşın ve uygulanacak yöntemin
mahiyeti açıklığa kavuşunca.. Kuşkusuz bu, kesin bir zaferin kesin
başlangıcıdır. Yol uzun sürse de

Aynı şekilde Kur'an âyeti, "... Allah
kâfirlere, mü'minler karşısında üstün gelme fırsatı vermeyecektir." derken,
mü'min ruhun muzaffer olduğuna ve iman düşüncesinin üstünlüğüne dikkat
çekmektedir. Ayrıca müslüman kitleyi, iman gerçeğini, kalplerinde düşünce ve
bilinç, hayatlarında da realite ve uygulama olarak tamamlamaya çağırmaktadır.
Yoksa, sırf isimlerine güvenmemelerini bildirmektedir. Çünkü zafer, isimle
değil, onun ötesindeki gerçekle elde edilir.

Bizimle zafer arasında, her zaman ve her yerde
iman gerçeğini olgunlaştırmak ve bu gerçeğin gereklerini hayatımızda ve
realitemizde uygulamaktan başka bir şey olmamıştır. Hazırlık yapmak, güç
bulundurmak imanın gereklerindendir. Aynı şekilde düşmanlara dayanmamak,
Allah'tan başkasından şeref beklememek de iman gerçeğinin gereklerindendir.

Yüce Allah'ın bu kesin vaadi, evrendeki iman ve
küfür gerçeğine tamamen uygun düşmektedir. Kuşkusuz iman, zayıflaması, yok
olması söz konusu olmayan en büyük güce bağlanmaktadır. Küfür ise, bu güçten
kopmak ondan ayrılmaktır. Bu nedenle sınırlı, kopuk, parçalanmış ve yok olmaya
mahkum bir gücün tüm evrendeki güçlerin kaynağına bağlı bir güce galip gelmesi
mümkün değildir.

Bununla beraber, imanın gerçeği ile görüntüsünü
birbirinden ayırd etmemiz gerekir. Kuşkusuz iman gerçeği, evrensel yasaların
değişmezliği gibi değişmez ve gerçek bir güçtür. Hem kişi hem de kişiden
kaynaklanan fiil ve davranışlar üzerinde etkilidir. Bu, kopuk, kesik ve sınırlı
küfür gerçeğiyle karşılaşınca, onu bertaraf etmeyi garantileyen, büyük ve
heybetli bir gerçektir. Ancak iman, bir görüntüye dönüşünce, küfür gerçeği ona
üstünlük sağlar. Çünkü o esnada kendi tabiatına uygun ve imkanları dahilinde
hareket eden küfür gerçeğidir. Kuşkusuz herhangi bir şeyin gerçeği, herhangi bir
şeyin görüntüsünden her zaman güçlüdür. Bu "gerçek" küfür, "görüntü"de iman olsa
yine durum değişmeyecektir.

Batılı bertaraf etmek için savaşmanın kuralı
hakkı oluşturmaktır. Ne zaman ki, hak, tüm gerçeği ve tüm gücüyle varolmuş o
zaman hak ile batıl arasındaki savaşın gidişi belirlenmiş demektir. Bu bâtıl,
aldatıcı ve kabarık bir görünüme sahip olabilir. Aksine biz hakkı, batılın
üzerine atarız da onu darmadağın eder. Bir de bakarsınız bâtıl yok oluvermiş
(6/En'âm, 18).

"... Allah kâfirlere; mü'minler karşısında üstün
gelme fırsatı vermez." Mü'minleri
güvene sevk eden, yanlarında şeref buluruz düşüncesiyle kâfirleri dost edinen
münafıkları yapayalnız, ümitsiz bırakan bu kesin vaadden sonra, sûrenin akışı
münafıkların aşağılayıcı portrelerini çizerek devam ediyor. (Fî Zılâli'l Kur'an,
Nisâ, 41)

Seyyid Kutub, Fetih sûresinin tefsirinde de
şunları söyler:

1- Biz sana apaçık fetih verdik.

2- Allah böylece, senin geçmiş ve gelecek
günahlarını bağışlar, sana olan nimetini tamamlar, seni doğru yola iletir.

3- Ve sana şanlı bir zaferle yardım eder.

Bu sûre, yüce Allah'ın Rasûlüne, apaçık fethi,
kapsamlı bağışlaması, tam bir nimeti, sarsılmaz bir hidâyeti eşsiz bir zafer
"feyz"i ile bahşediyor. Bunlar Allah'ın ilhamı ve yönlendirmesine tam
güvenmenin, ilham ve işaretlerine hoşnud olarak teslimiyetin, her türlü kişisel
iradeden kayıtsız şartsız soyutlanmanın şefkatli himayeye derin güvenin
mükafatıdır. Rasûlullah bir rüya görür ve o rüyanın ilhamı ile harekete geçer...
Devesi çöker artık gitmez. Ve insanlar haykırır: "Kusva çöktü, kusva çöktü "
Rasûlullah onlara cevap verir: "Hayır Kusva çökmedi. Bu onun huyu da değildir.
Fakat fili Mekke'ye bırakmayan onu da alıkoydu. Kureyş bugün benden içinde
sıla-i rahim isteyerek, ne kadar zor şey isterlerse veririm kendilerine" Hz.
Ömer heyecanlı bir tutku ile sorar ona: "Dinimizden bu tavizi vermek neden?"
Rasûlullah cevap verir: "Ben Allah'ın kulu ve elçisiyim. Onun emrine asla karşı
gelmem ve O, asla benden yardımını esirgemeyecektir". Buna ek olarak, Hz.
Osman'ın öldürüldüğü söylentisi yayılınca, "Onların işini çabucak bitirmedikçe
buradan ayrılmayız" der. Ve halkı biata çağırır. Orada bulunan ve olanlara
içinden hayırlar fışkıran Rıdvan biatı işte o zaman gerçekleşir.

İşte bu, Hudeybiye barış ve onu izleyen çeşitli
şekillerdeki birçok fetihlerde somutlaşan diğer fetihlerin yanında gerçek bir
fetih (zafer) idi. Bu fetih dâvette bir zaferdi. Zühri derki: İslâmda. bundan
önce bundan daha büyük bir fetih yoktur. İnsanlar karşı karşıya gelince
savaşmaktan başka bir yol yoktu. Sonra ateş kes sağlanıp da savaş bırakılınca ve
insanlar birbirlerinden emin olunca birbirlerine karışmışlar, birbirleriyle
konuşup tartışmışlardı. Aklı eren her kime İslâm anlatılmışsa İslâma girmişti.
bu iki yılda (Hudeybiye barışı ve Mekke'nin fethi) daha önce İslâma girenler
kadar veya onlardan daha çok kişi İslâma girmiştir.

İbn-i Hişam der ki: Zühri'nin görüşünün
doğruluğuna delil olarak; Rasûlullah Hudeybiye'ye Abdullah oğlu Cabir'in sözüne
göre bindörtyüz kişi ile gelmişti. Sonra Mekke'nin fethi senesi yani iki yıl
sonra onbin kişi ile gelmiştir, diyebiliriz.

Müslüman olanların arasında Halid bin Velid ve
As oğlu Amr gibi kişiler bulunuyordu. Bu fetih aynı zamanda toprak ve coğrafya
bakımından da bir fetih demekti. Müslümanlar Kureyşin şerrinden emin olmuşlardı.
Bunun üzerine Rasûlullah Kaynuka oğulları, Nadir oğulları ve Kureyza
oğullarından kurtulduktan sonra, yanındaki yahudi tehlikesinin kalıntılarından
kurtarmaya yönelmişti. Bu yahudi tehlikesi Şam yolunu tehdid eden çok güçlü
Hayber kalesinde somutlaşıyordu. Yüce Allah orayı müslümanlara almayı nasib
etmişti. Oradan çok büyük ğanîmetler elde etmişler ve Rasûlullah o ğanîmetleri
sadece Hayber seferine katılanlara dağıtmıştı.

Bu fetih öte yandan, Medine'deki müslümanlarla,
Mekke'deki Kureyş ile ve Mekke'nin civarında diğer müşriklere karşı
müslümanların tutumunda bir fetih idi. Üstad Muhammed Derveze "Kur'an'dan
Seçmeler Işığında Rasûlullah'ın Hayatı" isimli kitabında bu konu ile ilgili
olarak gerçekten çok doğru söylüyor:

"Hiç kuşkusuz Kur'an'ın "büyük fetih" diye
isimlendirdiği bu barış bu nitelemeye tamamen layıktır. Hatta bu barış,
Rasûlullah'ın hayatında ve İslâm tarihinde İslâmın güçlenmesi ve kökleşmesinde
ayırıcı en büyük olaylardan sayılsa yeridir veya daha doğru bir ifade ile
olayların en büyüklerinden biridir. Kureyşliler bu olayla Rasûlullah'ı ve İslâmı
tanımışlar, Rasûlullah ve İslâmın gücünü, varlığını itiraf etmişler ve Peygamber
ve müslümanları kendilerine denk olarak kabul etmişlerdi. Hatta bu anlaşma
müşrikleri müslümanlardan en güzel bir biçimde savmış oluyordu. Hem de bu
Kureyşlilerin son iki yılda Medine'ye iki kez saldırdıkları bir sıraya
rastlıyordu. Son savaş bu ziyaretten sadece bir yıl önce olmuş, müslümanların
kökünü kazımak amacıyla müşrikler kendilerinden ve yandaşlarından oluşan büyük
bir yığınak yapmışlardı. Bu savaş müslümanların düşmanlarının karşısında azlık
ve güçsüzlüklerinden dolayı iç dünyalarında şiddetli korku ve sarsıntıya yol
açmıştı. Bu da, Kureyşi kendilerine örnek alan ve önder gören, onların inkarcı
tutumlarından son derece etkilenen civardaki Arapların benliğine büyük bir etki
yapmıştı. Bedevilerin Peygamber ve müslümanların bu yolculuktan sağ-salim
dönemeyecekleri yolundaki kanaatleri ve münafıkların müslümanlar için en kötü
tahmini yaptıkları göz önüne alınınca, bu fethin önemi ve ne büyük bir boyuta
sahip olduğu ortaya çıkar.

"Bu olaylar, Rasûlullah'ın yaptıklarına dair
ilhamının doğru olduğunu ispat etmiş ve Kur'an da onu bu konuda desteklemiştir.
Öte yandan bu olaylar, müslümanların elde ettikleri maddi manevi, siyasal,
askeri ve dini yararların ne kadar büyük olduğunu ortaya çıkarmıştır. Çünkü,
müslümanlar Arap kabilelerinin gözünde güçlenmişler, Rasûlullah ile birlikte
yolculuğa katılmayan bedeviler özür dilemeye girişmişler, Medine'deki
münafıkların sesleri daha da kısılmış, ağırlıkları kalmamıştır. Çünkü Araplar
uzak yerlerden bölük bölük Rasûlullah'a gelmeye başlamışlardır. Çünkü
müslümanlar Hayberde ve Şam yolu boyunca serpilmiş, Hayberin köylerindeki
yahudilerin kolunu kanadını kırabilmişlerdir. Çünkü, askeri birliklerini, Necd
gibi, Yemen gibi, Belkâ gibi uzak yörelere gönderebilmişlerdir. Ve çünkü iki yıl
sonra Rasûlullah Mekke'ye yönelebilmiş ve orayı fethedebilmiştir. İşte bu, kesin
bir sonuçtu. Çünkü Allah'ın yardımı ve fethi gelmiş ve insanlar akın akın
Allah'ın dinine girmişlerdi.")

Biz dönüyor ve yeniden vurguluyoruz ki; bütün
bunların yanında ortada başka bir fetih daha vardır. Rıdvan biatının
canlandırdığı, gönül ve kalplerde olmuştur bu fetih... Yüce Allah "Rıdvan
biatından" ve ona katılanlardan Kur'an'da nitelemiş olduğu şekilde hoşnud olmuş
ve bu hoşnudluğun ışığı altında onlar için sûrenin sonunda "Muhammed Allah'ın
Rasûlüdür. Beraberinde bulunanlar kendi aralarında merhametli..." (48/Fetih,
29) şeklindeki parlak ve kerim şekli çizmiştir. İşte bu davet tarihinde bir
fetihdir. Kendine göre bir değeri ifadesi ve daha sonra tarihte etkileri
olmuştur.

Rasûlullah bu sûre ile çok sevinmiştir. Büyük
kalbi, yüce Allah'ın kendine ve beraberinde bulunan mü'minlere inen bu feyzi ile
ferahlık duymuştur. Apaçık fetih yüzünden ferahlık duymuştur. Kapsamlı bağış ile
ferahlık duymuştur. Tam nimetle ferahlık duymuştur. Doğru yola ulaştıkları için
ferahlık duymuştur. Allah'ın mü'minlerden, hoşnud olması ve onları bu güzel
niteliklerle nitelemesi yüzünden ferahlık duymuştur. Rasûlullah -bir rivâyete
göre-: "Dün gece bana bir sûre inmiştir ki, o sûre bana dünya ve içinde olan
herşeyden daha sevimlidir" demiştir. Bir başka rivâyete göre: "Bu gece bana bir
sûre inmiştir ki, o sûre bana güneşin üzerine doğduğu herşeyden daha sevimlidir"
demiştir... Ve, Rabbinin kendisine vermiş olduğu nimete karşı gönlü şükürlerle
dolup taşmış. Ve yine uzun uzun namaz kılarak Rabbine şükretmiştir. Hz. Ayşe bu
namazdan söz ederken, "Rasûlullah namaza durduğu zaman ayakları şişinceye dek
namaz kılardı. Ona: "Ya Rasûlallah! Yüce Allah senin geçmiş ve gelecek tüm
günahlarını bağışladığı halde neden böyle davranıyorsunuz" dediğimde,
Rasûlullah: "Ya Ayşe, ben yüce Allah'ın çok şükreden kulu olmayayım mı?"
demiştir. (Hadisi, Müslim, Abdullah b. Vehb'den sahihinde nakleder) (Fi Zılâli'l
Kur'an, Fetih sûresi)

Bir anlamı barış olan İslâm'ı tüm dünyaya hâkim
kılma gayreti ile dünya barışı sağlanabilir. İşte cihad (her çeşit İslâmî
mücâdele ve savaş) bunun için emredilmiştir. Biz barış için, sulh ve selâmet
için mücâdele ederiz. Fitnenin, dayatma, fesat, saldırı ve savaşların sona
ermesi için gerçek barışın, yani İslâm'ın hâkim kılınmasından başka kesin çözüm
yoktur. Müslüman, başkalarının haklarını ellerinden almak için değil;
gasbedilmiş haklarını geri almak ve zulme/fitneye karşı çıkmak için, başka barış
çabaları sonuç vermiyorsa, zâlimin anlayacağı dilden konuşur, savaşmaktan
kaçınmaz.

"Savaşta başarı kazanmak için mânevî gücün rolü
dörtte üç, maddî gücün ise dörtte birdir."

"Dünya hayatı; zorluklar, zulüm, fitne, fesat,
yoksulluk kendine göre kahramanları olan savaş alanlarıdır."

"Ancak nûra, hakka, güzele, cennete kavuşmak
için yapılan savaş güzeldir."

"İslâm barışı hedefler, müslümanların savaşmak
zorunda kalışı, barışı insanlara ulaştırmak içindir."

"Barış bile, büyük ücretlerle satın alınır."

"Fazla uzun bir barışın dertlerini çekiyoruz.
Lüks, kılıçtan beter eziyor bizi."

"Dostu severim ama, düşman da işe yarar. Dost
gücümü gösterir, düşman da ödevimi."

"Zâlime merhamet, mazluma zulümdür."

"Düşmanlarımıza teşekkür borçluyuz. Çünkü onları
yenmek çabası olmasaydı, şimdi bulunduğumuz derecenin yarısını bile
kazanamazdık."

Gönlünü her an fetheden ve gönlü tarafından
durmaksızın fethedilen ve bu fethi tüm coğrafyalara ve tüm insanlara ulaştırma
çabasıyla yaşayan fâtihlere, fâtih adaylarına selâm olsun!