AKIL .
AKIL
AKIL
Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek,
idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zeka. insanların tehlikeye düşmesine engel
olan şey. Düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki
şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş
manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazari bilgileri elde eder.
Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç
insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince
gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile
elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır. Kur'an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir:
"Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira
akletmezler." (el-Bakara, 2/171)
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah, akıldan daha
yüce bir mahlûk yaratmamıştır." ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın
doğuştan olduğunu; "Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden
alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır." hadîsiyle de
aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır.[1]
Hadîste akıl kavramını ele aldığımızda; diyet
vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek anlamlarında kullanıldığını
görüyoruz. Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden
sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur.[2]
İmam Gazâli aklı dört türlü târif eder:
a)
İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki,
insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b)
Küçük bir çocuğun, caiz olan şeyleri caiz, muhal olan şeyleri muhal kabul
etmesi: İkinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde
bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akil, mümkün
olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak,
gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c)
Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler
kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona
ahmak ve câhil denir.
d)
Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir
dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve
âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet
kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket
ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir
özelliktir. Buna da 'akl-ı müstefâd' denir.
Allah'ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan
aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu
sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen
akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir
nûrdur. Bu sebeple akıl, "Nefs-i Nâtıka" (Konuşan Nefis) veya "Nefs"in bir
kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur." denmiştir. Âlimlerin
çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden
biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî
olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe
bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar,
gibi bilgilerdir.
Nazari bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne
göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen
bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen
bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a)
Cüzîden cüzîye, fertten ferde intikâldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhı
denir. Temsilde esas, cüzîden cüzîye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan
ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir
sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki
hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede
kesinlik ifade etmez.
b)
Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı
mantıkı veya sadece kıyâs denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikâtı bununla
yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve
tatbik sayesinde akıl, Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden[3]
Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder.
Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem
değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O
hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi,
iki kâziye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde
edilmiştir.
c)
Cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ'
denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk
ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna
istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı
cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla
elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet
ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan
neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm
değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir.
İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik,
bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu
misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan
ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü, bütün cüz'lere
yani "külle" verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca,
bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen
aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır,
tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye
yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede
istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre "hads"
denilir. Hads da iki kısımdır:
1)
Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi
neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbidir. Yani belli bir araştırma
neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek
içindir. Buna "akl-ı mesmu" da denilir.
2)
Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da
"kuvve-i kudsiyye", "akl-ı matbu ", veya "garizî" denir. Herkesin bu tür akıldan
az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın,
basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok
mertebeleri vardır. Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan
sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve
gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur." "Allah'ın ilk
yarattığı, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı akıldır." buyurmuştur. Akıl
için yol birdir. O da hak yol (tariki hak) dur. Kur'an'da bir çok yerde aklın ve
akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin
gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır.
Bunun içindir ki Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahid olan
birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle
kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin
gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan,
fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu
tutmuştur. Oysa Allah;
"...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet
için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır."
(Bakara, 2/164) buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü,
Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki
insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.
İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle
ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir.
Allah akla, nûr adını verir.[4]
Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir.[5]
İmam Gazâlî'nin İhyâ'sında İbni Abbâs (r.a.)'dan
rivâyete göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Her şeyin bir
âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti
var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her
kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var;
âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin
sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı
akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin
kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan
akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız
varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya
verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün
değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz", hadîsinin manası da budur.
Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları
ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle
bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya
uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için
geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile
birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir:
"Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler
arasında olmazdık." (el-Mülk, 67/10).
ayeti bu tür insanların durumunu dile getirdiği gibi çevremizde her gün
yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o
da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler.
Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl,
zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini
aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur.
Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan
temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle
bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı,
akıl ve zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre şânı yüce
olan Allah, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm
sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi,
rûhânî bir nur olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için,
tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mahiyeti de ebediyyen
anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği
keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın
varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi
kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv
ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü
yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok
gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin
bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile
bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu
nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma
halindedir.[6]
[1]
Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342.
[2]
İbn Mace, Zühd, 31.
[3]
el-Bakara, 2/163.
[4]
en-Nûr, 24/35.
[5]
eş-Şûrâ, 42/52; el-En'am, 6/122.
[6]
Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/83-85.
AKIL
Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek,
idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zeka. insanların tehlikeye düşmesine engel
olan şey. Düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki
şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş
manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazari bilgileri elde eder.
Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç
insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince
gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile
elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır. Kur'an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir:
"Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira
akletmezler." (el-Bakara, 2/171)
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah, akıldan daha
yüce bir mahlûk yaratmamıştır." ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın
doğuştan olduğunu; "Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden
alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır." hadîsiyle de
aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır.[1]
Hadîste akıl kavramını ele aldığımızda; diyet
vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek anlamlarında kullanıldığını
görüyoruz. Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden
sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur.[2]
İmam Gazâli aklı dört türlü târif eder:
a)
İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki,
insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b)
Küçük bir çocuğun, caiz olan şeyleri caiz, muhal olan şeyleri muhal kabul
etmesi: İkinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde
bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akil, mümkün
olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak,
gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c)
Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler
kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona
ahmak ve câhil denir.
d)
Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir
dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve
âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet
kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket
ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir
özelliktir. Buna da 'akl-ı müstefâd' denir.
Allah'ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan
aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu
sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen
akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir
nûrdur. Bu sebeple akıl, "Nefs-i Nâtıka" (Konuşan Nefis) veya "Nefs"in bir
kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur." denmiştir. Âlimlerin
çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden
biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî
olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe
bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar,
gibi bilgilerdir.
Nazari bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne
göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen
bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen
bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a)
Cüzîden cüzîye, fertten ferde intikâldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhı
denir. Temsilde esas, cüzîden cüzîye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan
ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir
sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki
hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede
kesinlik ifade etmez.
b)
Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı
mantıkı veya sadece kıyâs denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikâtı bununla
yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve
tatbik sayesinde akıl, Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden[3]
Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder.
Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem
değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O
hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi,
iki kâziye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde
edilmiştir.
c)
Cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ'
denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk
ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna
istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı
cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla
elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet
ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan
neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm
değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir.
İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik,
bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu
misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan
ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü, bütün cüz'lere
yani "külle" verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca,
bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen
aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır,
tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye
yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede
istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre "hads"
denilir. Hads da iki kısımdır:
1)
Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi
neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbidir. Yani belli bir araştırma
neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek
içindir. Buna "akl-ı mesmu" da denilir.
2)
Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da
"kuvve-i kudsiyye", "akl-ı matbu ", veya "garizî" denir. Herkesin bu tür akıldan
az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın,
basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok
mertebeleri vardır. Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan
sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve
gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur." "Allah'ın ilk
yarattığı, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı akıldır." buyurmuştur. Akıl
için yol birdir. O da hak yol (tariki hak) dur. Kur'an'da bir çok yerde aklın ve
akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin
gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır.
Bunun içindir ki Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahid olan
birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle
kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin
gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan,
fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu
tutmuştur. Oysa Allah;
"...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet
için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır."
(Bakara, 2/164) buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü,
Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki
insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.
İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle
ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir.
Allah akla, nûr adını verir.[4]
Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir.[5]
İmam Gazâlî'nin İhyâ'sında İbni Abbâs (r.a.)'dan
rivâyete göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Her şeyin bir
âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti
var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her
kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var;
âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin
sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı
akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin
kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan
akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız
varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya
verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün
değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz", hadîsinin manası da budur.
Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları
ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle
bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya
uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için
geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile
birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir:
"Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler
arasında olmazdık." (el-Mülk, 67/10).
ayeti bu tür insanların durumunu dile getirdiği gibi çevremizde her gün
yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o
da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler.
Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl,
zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini
aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur.
Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan
temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle
bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı,
akıl ve zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre şânı yüce
olan Allah, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm
sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi,
rûhânî bir nur olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için,
tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mahiyeti de ebediyyen
anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği
keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın
varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi
kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv
ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü
yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok
gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin
bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile
bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu
nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma
halindedir.[6]
[1]
Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342.
[2]
İbn Mace, Zühd, 31.
[3]
el-Bakara, 2/163.
[4]
en-Nûr, 24/35.
[5]
eş-Şûrâ, 42/52; el-En'am, 6/122.
[6]
Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/83-85.
AKIL
- AKIL .
- Akıl Tanımı ve Mâhiyeti
- Aklın İşleyişi
- Kur'an-ı Kerim'de Akıl
- İslâm'da Aklın Önemi ve Değeri
- Akletmek, Aklı Kullanmak .
- Kur'an-ı Kerim'e Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
- Aklın Gücü, Sınırı ve Sorumluluğu .
- SEFİH-SEFİHLİK-SEFAHAT .. Sefih Nedir? .
- Fıkıhta Sefih
- Kur'anın Sefih Dedikleri
- Akıl İle İlgili Veciz Sözler
- AKIL EMNİYETİ
- AKIL HASTALIĞI
- AKLÎ DELİL .
- Yakiniyyat
- Zanniyat
- Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar