Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel Dinidir

Atalar Yolu

Atalar Yolu, Her Dönemdeki Câhiliyyenin Temel
Dinidir

İnsanlar, çoğu zaman düşünce ve
yaşam perspektiflerini büyük ölçüde tarihlerinden devraldıkları kültür ve
geleneksel yaşam tarzıyla şekillendirmektedirler. Çünkü insan, doğduğu andan
itibaren, -doğru ya da yanlış- atalarının kültür ve geleneğiyle içiçedir. İnsan,
içinde bulunduğu bu kültürle yetişerek, onun bir parçası, onu bir önceki
nesilden devralıp daha sonraki nesle devredecek olan bu câhiliyye din ve
düzeninin bir dişlisi haline gelir. Bu rolün taşıyıcılığını yapan insan, rolünün
yanlışlığını düşünmek bir yana, çoğu zaman yaşatmaya çalıştığı kültürünün
doğruluğundan şüphe bile etmez. Ona göre, kendisinin yapması gereken; devraldığı
kültürü yaşatmak, kendinden sonraki nesillere devretme görevini yerine
getirmektir. Bu görevi yerine getirmeye içinde bulunduğu toplum tarafından
zorlanır ve kendisini bu noktada bilinçsizce zorunlu hisseder. Çünkü geleneksel
yapı, bir anlamda, hatta çoğunlukla bilinç denen olgunun iyiden iyiye köreldiği
ve alışkanlığa dönüşen davranışlar bütünü olduğu için, insanı etkin
yönlendiricilikle kuşatıverir. İnsanın, kendisini saran gelenek hakkında kuşkuya
kapılması için, ya tamamen farklı kültür ve geleneklerin egemen olduğu bir
toplum içinde yaşamak zorunda kalması, ya da peygamberlerin itikat noktasında
ortaya koydukları tebliğ ve mücâdelede olduğu gibi, kendi toplumunun geleneğine
karşı şiddetli bir başkaldırı ve dirençle uyarılmış olması gerekir. Bu
faktörlerin etkisi, değişim sözkonusu olmadığı müddetçe, geleneksel çark dönmeye
devam edecek, yerleşik kültür tek düze yaşamını sürdürecek, ahtapotun kolları
gibi bu geleneksel atalar dini tüm toplum bireylerini sarıp sağlıklı düşünce
yapılarını dumura uğratacaktır.
Antropoloji bu olayı "historizm",
yani "tarihselcilik" olarak tanımlar. Kur'ân-ı Kerim'in anlatımı ile bu durum,
"atalar dini"nin devam ettirilmesi diye vasıflandırılabilir. Kur'an'da anlatılan
geçmiş kavimlere ait kıssalarda görürüz ki; "atalar dini" mâzereti, İlâhî
tebliği reddetmekte büyük bir yer tutmaktadır. Yani insanların atalarından
devraldıkları dinden ayrılmak istemeyişleri, onları hak dini reddetme sonucuna
götürmüştür. Çünkü hemen her yönden birbiriyle tezat teşkil eden "atalar dini"
ile "hak din"in öğretileri karşısında bu insanlar tercihlerini atalar dini
yönünde yapmışlardır. Bu noktada "atalar dini"ni tercih eden insanlar, alışılmış
tarihî düşünce kalıpları ve davranış biçimleri dışındaki tutum ve anlayışları
reddetmişlerdir.
İşte bu "tarihselcilik", İlâhî
mesaj karşısında insanın doğru/sağlıklı ve hür düşünebilmesini, buna bağlı
olarak da dini yalnızca Allah'a hâlis kılarak yaşayıp sadece Allah'a kul olarak
gerçek özgürlüğüne kavuşmasını engellemiştir. Bu önkabuller "İlâhî din"in
evrensel ilkeleri değil de; temelde "atalar dini"nin önkabulleri olunca, asırlar
boyu yanlış anlayış ve yaşayış devam edegelmiştir. Kendilerine getirilen
doğrular karşısında da atalarından devraldıklarını mâzeret göstererek
kendilerini sorumluluktan kurtarmaya boşuna çalışmışlardır.
Kur'ân-ı Kerim, peygamberlerin
kıssalarını anlatırken inkârcıların mâzeretçi tavırlarını ve "atalar dini"
yönündeki tercihlerini bize ibret verici bir şekilde aktarmaktadır. Zaten
Kur'an'da kıssaların anlatılmasının da ibret vermekten başka bir amacı yoktur.
Âd kavminin kıssasından bahsederek Hûd (a.s.)'un tebliği karşısında kavmi: "Yâ!
Demek sen, tek Allah'a kulluk edelim ve atalarımızın taptıklarını bırakalım diye
mi bize geldin?!" (A'râf: 7/70) diyerek bu şekilde tavır almış, Allah'a
kulluk yerine atalarının taptıklarını tercih etmişlerdir. Yine Medyen halkına
gönderilen Şuayb (a.s.)'ın tebliğine karşı kavminin takındığı tavır da farklı
olmamış, yine "atalar dini"ni tercih yönünde olmuştur.[1]

Kur'an'da anlatılan kavimlerin
kıssalarında temelde iki ortak nokta göze çarpmaktadır. Birincisi, dini sadece
Allah'a hâlis kılarak kulluk yapmak; ikincisi, bu kulluğun zorunlu sonucu olarak
"atalar dini"nin getirdiği yanlış anlayışları reddetmektir. Ancak, İlâhî mesajla
karşılaşan her kavim, içlerinde küçük birer topluluk hâriç, atalarından
devraldıkları dinin etkisiyle İlâhî dini reddetmişlerdir. Kur'ân-ı Kerim'i
yalanlayanların durumu da bunlardan farklı değildir. Mekke dönemi müşriklerini
anlatırken Rabbimiz bir genelleme yaparak peygamber/elçi gönderilen her kavmin
inkârcılarının aynı mâzereti ileri sürdüklerini bildirmektedir.[2]
Buna göre; İlâhî mesajla gönderilen her elçi, birçok yalanlamalarla birlikte
"atalar dini" mâzeretiyle (daha doğrusu bahânesiyle) karşılaşmışlardır. Bu
insanlar, gelen mesaj karşısında akıllarını birazcık kullanmak külfetine
katlanmak yerine; daima kolaycılığı tercih etmişler, atalarının üzerinde
bulunduklarını yaşamaktan uzak durmamışlardır. Bu tavır da sürekli olarak
yanlışların kültürel olarak devam etmesine sebep olmuştur.
Kur'ân-ı Kerim "atalar dini"ni
mâzeret gösterenlere karşı: "... ataları bir şey düşünmeyen ve doğru yolu
bulamayan kimsele olsalar da mı?!" (Bakara: 2/170, Mâide: 5/104) şeklindeki
sorularla, yaptıklarının ne kadar tutarsız ve geçersiz olduğunu istihzâ ile
ortaya koymuştur. Atalar dinini mâzeret gösterenler, hiçbir şekilde ataları
tarafından kendilerine sunulan dinin doğru olup olmadığını araştırmamış, öylece
taasssupla/bağnazca kabul etmişlerdir. Düşünmeyen ve doğru yolu bulamayan
atalarını mâzeret göstererek kendileri de ataları gibi düşünmeyen, dolayısıyla
doğru yolu bulamayan kimseler durumuna düşmüşlerdir.[3]
Atalar dininin düşüncesi dışına çıkmamaları ve kendi akıllarını kullanamamaları,
onları Allah'a karşı iftiraya[4]
ve sonuçta da şeytanın dâvet ettiği alevli ateşin azâbına götürmüştür.[5]

İnkârcıların durumu böyle iken
Rabbimiz kitabında iman edenlere hitap ederek kesin ve net bir dille onları
uyarmış; değil câhilî kültürü ve atalarını taklid etme... yanlış üzere olan en
yakınları, babaları ve kardeşlerini dahi velî edinmemelerini istemiştir.[6]

Yukarıda anlatılanların
günümüzdeki yansımalarını düşündüğümüzde içerik olarak belki biraz farklı
olmakla birlikte, Kur'ânî doğrular karşısında öne sürülen mâzeretlerin yer yer
benzer itirazlarla aynılaştığı gözlenir. Bu anlayış; ya mezhep taassubu, ya
geçmiş ulemânın dokunulmazlığı, ya da yaşayan her geleneğin doğruluğunu kabul
etmek gibi önkabullerle kendisini göstermiştir/göstermektedir. On dört yüzyıllık
bir süreç geçiren İslâm kültürü bu zaman zarfında düşünce ve yaşantı itibarıyla
birçok eskiltme, artırma, bid'at ve hurâfelere mâruz kalmıştır. Geleneksel din
anlayışı, tarihin taşıdığı yanlış anlayışları da dinin aslından saymamış ve
tarih (geleneğin) baskısı altında onların doğruluğuna hükmederek yaşatmaya devam
etmiştir. Dinin aslını Kur'ân-ı Kerim'den ve örnek uygulamasını sahih sünnetten
almayı bırakan insanlar, atalarının kendilerine taşıdığı yanlış-doğru ne varsa
hepsini sorgulamadan kabul ederek hepsini "asıl din" ya da "dinin aslı" konumuna
getirmişlerdir.
Doğru olmayan şeyleri gözü
kapalı olarak doğru saymak ne kadar yanlış ise; doğruluğu kesin delillerle
ortaya konmamış, ancak ataların ve mevcut geleneğin getirmiş olması dolayısıyla
"doğru kabul edilen" şeylerli doğru saymak da o kadar yanlıştır. Bundan dolayı
atalarımızın düştüğü hatalara düşmemek, inanç ve amelde "gerçekten doğru"
(Mâide: 5/48) olanla hareket edebilmek için; doğrularımızı dinin aslı olan
Kur'an'dan almak ve atalarımızın bize taşıdıklarını da Kur'an süzgecinden
geçirmek zorundayız. Aksi takdirde farkında bile olmadan hüsrâna düşebiliriz.

"Asra andolsun ki insan
hüsran içindedir. Ancak, iman edip sâlih amel işleyen, birbirine hakkı ve sabrı
tavsiye edenler hâriç." (Asr: 103/1-3)[7]

Ataların yolu, babalardan
dedelerden devralınan din anlayışı, Kur'an ve Sünnet'e ters, hurâfe ve
uydurmalarla, yanlışlarla dolu olabilir. Sırf babaların yolu diye, onların
anlayışı diye bunları savunmak, bunları hak ve hakikat gibi görmek ataları
kutsallaştırıp putlaştırmak, onları Allah'a ortak koşmak demektir. Bu problem,
sadece eski câhiliyyenin problemi değildir; her dönemde ve her yerde izlerini
devam ettiren bâtıl anlayıştır. Bu anlayış, bazen ecdâdı yüceltmekle,
ırkçılıkla, tarihi kutsallaştırmakla ortaya çıkar; bazen gelenek, görenek,
örf-âdet ve körü körüne taklitçilikle kendini gösterir; "ele güne karşı",
"başkaları ne der?", "ben bu yaşa geldim, bunları duymadım, dolayısıyla bu
yanlıştır", "senin yaşın kaç? Sen ne bilirsin?", "biz hocalarımızdan,
babalarımızdan böyle gördük, böyle duyduk; o yüzden doğrusu budur" gibi
ifâdelerle ortaya çıkar; bütün bunlar hurâfe ve bâtıl inanışlar, câhiliyye
mantığı olarak değerlendirilmelidir. Eski câhiliyye döneminde tevhidî çağrının
önündeki en önemli itirazın bu anlayış olduğu gibi, günümüz modern
câhiliyyesinde de de durum farklı değildir. Günümüzde şuurlu müslüman gençlerin
sırât-ı müstakîm çizgisinde sahih İslâm'ı anlayıp inanarak yaşamalarının
önündeki engellerden, belki de en büyüklerinden biri bu "atalar yolu"
anlayışıdır.[8]







[1]
Hûd: 11/87.



[2]
Zuhruf: 43/22, 23.



[3]
Enbiyâ: 21/54.



[4]
A'râf: 7/28.



[5]
Lokman: 31/21.



[6]
Tevbe: 9/23.




[7]
Mustafa Başbekleyen, Atalar Dini Üzerine, Haksöz, sayı:12, Mart 92, s. 6-7



[8]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.