Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
Ölüm Bir Son Değil
Ölüm Bir Son
Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
Ölümü, yok oluş, bitiş ve
netice olarak gören insan, hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat,
tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün
sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete
inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir,
mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir?
Her mevsim yaşanan olaylar
gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için
geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle, dünyanın
ağırlıklarından kurtulma faâliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde
hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat
fışkıran bayramına hazırlanır ve vakit geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar.
İşte bir gün biz de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet
için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.
Evet, doğumla bu âleme
kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır. Ve tohum, toprakta
çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup gökyüzüne doğru dal
budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî
bir âlemde hayat bulacaktır. Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç
halini ve güneşli dünyayı idrâk edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz
de bu kayıtlı ve sınırlı halimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız.
İnsan için ölüm, ipek böceğinin
koza içindeki krizalit dönemi gibidir. İpek böceğine, kabir gibi daracık
kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan
edileceği bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da,
ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar âcizdir. Çünkü
bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır. Ancak içinden gelen bir
ses, ona ebedî âlemlerin var olduğunu haykırır durur.
İlim adamları tarafından da
doğrulanan ve bütün insanların yaratılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize
ebedî âlemlerin varlığını bildiren en kuvvetli bir psikolojik delil olarak kabul
edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi. İnsanın susaması, suya işaret eder
ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir
alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında sezmesi âhiretin
varlığına en büyük delillerden biridir. Veya en azından böyle bir âlemin
olmasını ve yaratılmasını gerektirir.
En küçük bir canlıyı, karıncayı
dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün
duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir. Zaten âhireti vermek
istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün insanlığı
etkileyen ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu
arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası
olmayacaktır elbette.
"Her nefis ölümü tadacak!" Bunu
herkes biliyor, ama pek az insan, üstünde düşünüyor. Nefis, kendini bu kesin
hükmün dışında tutmak istiyor. Ölümü hatırlasa bile başkaları için hatırlıyor.
Unutmak için de elinden geleni yapıyor. Nereye kadar?! Ölümü düşünmek
zorundayız. Ölmeyi öğrenmek, onun öğrencisi olmak zorundayız. Ömrün sonudur
belki, ama hayatın da sonu mudur? Elbette hayır! Hayat, bedensiz bir biçimde
yaşamaya devam edecek. Ölümle yüzleşenler, ölmeyi bilenler farkındadır bunun.
Ölümü hatırlamak acı vermez onlara. Ölüm bir başlangıçtır çünkü.
Aslında ölümü kendimize biz
düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve
düşüncelerimizi kırk elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için
ölümü tatsız kılıyor. Susuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, bir gün işlemez
olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların,
ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç
dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Her şeye endişeyle baktıran, hayatın tadını
kaçıran bir bocalama.
Ebediyet arzusu; yaratılış
toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler, bize
huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir
hayatın
formülünü arıyor insanlık.
İnsan ruhu, sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün peygamberler, tebliğ
ettikleri âhiret inancı, yani ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren
yüzünü aydınlığa çevirmişlerdi.
Batıda özellikle son iki asırda
ortaya çıkan ve daha ziyâde bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal
hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor
olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği
gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını ve Batı düşüncesini benimseyen
dünya insanlarını birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı
açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda arayan
insanlar görüldü.
Özellikle 19. asır şiirlerinde
olmak üzere nice mısrâlarda sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık
konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile getirilir.
Fakat, korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar
formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik
rakamlarındaki büyüme özelliklerinde aranırken, yeni yeni oyuncaklar piyasaya
sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar, internet
oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve
uyuşturucu gibi "unutturma" âletleriyle ne dünü, ne yarını düşünüp
hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok
olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.
Âhiretin varlığını öldükten
sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu
neticelendirecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak,
ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor.
İşte o zaman, ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa, çürümeye,
unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün
olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah'ın
emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak
haline gelecek. Ancak bu sâyede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk
katacak.
Kimler yok ki orada?! Dede ve
ninelerimiz, gönülden sevdiğimiz anne, baba ve kardeşlerimiz... Nice büyük
insanlar, Allah dostları, sıddîklar, şehidler, sâlihler, peygamberler ve en
önemlisi, iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.s.) hep orada... Sevdiklerimizle dolu
olan âleme geçmek için, bir başka doğuş olan ölüm, tek çare...[1]
[1]
Selim Gündüzalp, Ölüm Son Değildir, s. 12 vd.
Ölüm Bir Son
Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
Ölümü, yok oluş, bitiş ve
netice olarak gören insan, hayatın mânâsından da uzaktır. Onun için hayat,
tesadüfler oyuncağıdır, kabir karanlıklara açılan bir kapı, ecel bütün
sevdiklerinden bir daha kavuşmamak üzere bir ayrılıştır. Bunun için âhirete
inanmayan kimsenin ruhu acı ve ıstırap içindedir; dehşet ve vahşet içindedir,
mânen kıvranmaktadır. Böyle bir insana hangi şey teselli verebilir?
Her mevsim yaşanan olaylar
gösteriyor ki, ölüm yeni bir hayatın başlangıcıdır ve o hayata ulaşabilmek için
geçirilmesi gereken bir arınma hareketidir. Diğer bir ifadeyle, dünyanın
ağırlıklarından kurtulma faâliyetidir. Sonbaharda çürüyen, kuruyan ve kendisinde
hayattan eser kalmayan kökler, dallar ve tohumlar, ilkbaharın o her yerden hayat
fışkıran bayramına hazırlanır ve vakit geldiğinde yeni bir hayata kavuşurlar.
İşte bir gün biz de, o tohumlar gibi toprağa düşeceğiz. Her ne kadar bir müddet
için toprağa karışsak bile, bizim de ebedî bir baharımız vardır ve gelecektir.
Evet, doğumla bu âleme
kavuşulduğu gibi, ölümle de bir başka âleme kavuşulacaktır. Ve tohum, toprakta
çürümesine rağmen oradan nasıl bir başka hayata kavuşup gökyüzüne doğru dal
budak salıyorsa, insanın cesedi de ölümle çürüyecek, fakat ölümsüz ruhuyla ebedî
bir âlemde hayat bulacaktır. Yer altındaki tohum, nasıl yer üstündeki ağaç
halini ve güneşli dünyayı idrâk edemez, onu önceden düşünemez ve bilemezse, biz
de bu kayıtlı ve sınırlı halimizle, ebedî hayatı ölümden önce anlayamayız.
İnsan için ölüm, ipek böceğinin
koza içindeki krizalit dönemi gibidir. İpek böceğine, kabir gibi daracık
kozasından çıktıktan sonra kelebek olacağı ve kendisine birer kanat ihsan
edileceği bildirilse, böcek ona inanmakta zorluk çekecektir. İşte insan da,
ebedî âlemdeki hayatını anlamak noktasında o ipek böceği kadar âcizdir. Çünkü
bütün duyguları, bu dünya ölçülerine göre çalışmaktadır. Ancak içinden gelen bir
ses, ona ebedî âlemlerin var olduğunu haykırır durur.
İlim adamları tarafından da
doğrulanan ve bütün insanların yaratılışında var olan bu sonsuzluk arzusu, bize
ebedî âlemlerin varlığını bildiren en kuvvetli bir psikolojik delil olarak kabul
edilmektedir. Tıpkı açlık ve susuzluk gibi. İnsanın susaması, suya işaret eder
ve onun varlığını gösterir. Bu, su ile insan arasındaki özel ve içten bir
alâkadır. İnsanın âhiret âleminin varlığını iç dünyasında sezmesi âhiretin
varlığına en büyük delillerden biridir. Veya en azından böyle bir âlemin
olmasını ve yaratılmasını gerektirir.
En küçük bir canlıyı, karıncayı
dahi mükemmel bir şekilde besleyen ve istediğini veren Rabbimiz, bize de bütün
duygularımızla istettiği âhireti, elbette verecektir. Zaten âhireti vermek
istemeseydi, onu istemek duygusunu da biz insanlara vermezdi. Bütün insanlığı
etkileyen ve kuşatan bu gerçeğin, boş ve kuru bir iddia olmadığı açıktır. Bu
arzuyu insanın kalbine koyan kim ise, onu verecek olan da ondan başkası
olmayacaktır elbette.
"Her nefis ölümü tadacak!" Bunu
herkes biliyor, ama pek az insan, üstünde düşünüyor. Nefis, kendini bu kesin
hükmün dışında tutmak istiyor. Ölümü hatırlasa bile başkaları için hatırlıyor.
Unutmak için de elinden geleni yapıyor. Nereye kadar?! Ölümü düşünmek
zorundayız. Ölmeyi öğrenmek, onun öğrencisi olmak zorundayız. Ömrün sonudur
belki, ama hayatın da sonu mudur? Elbette hayır! Hayat, bedensiz bir biçimde
yaşamaya devam edecek. Ölümle yüzleşenler, ölmeyi bilenler farkındadır bunun.
Ölümü hatırlamak acı vermez onlara. Ölüm bir başlangıçtır çünkü.
Aslında ölümü kendimize biz
düşman yapıyoruz. Zamana ve mekâna sığmayan arzularımızı, duygu ve
düşüncelerimizi kırk elli yıllık dar bir şeride sığdırma gayretimiz, bizim için
ölümü tatsız kılıyor. Susuzluğu isteyen akıl ve kalbimizi, bir gün işlemez
olacak vücudumuzun emrine verdiğimiz; kabirden öteye geçemeyecek sevdaların,
ancak kabre kadar sürecek dostlukların ağına kendimizi hapsettiğimiz an, iç
dünyamızda bir bocalamadır başlıyor. Her şeye endişeyle baktıran, hayatın tadını
kaçıran bir bocalama.
Ebediyet arzusu; yaratılış
toprağımıza ekilen en kudretli tohum bu olsa gerek. Gelip geçici şeyler, bize
huzur vermiyor. Her ayrılık bizi acıya boğuyor. Asırlardır ebedî bir
hayatın
formülünü arıyor insanlık.
İnsan ruhu, sonsuzluğa meftun olduğu içindir ki, bütün peygamberler, tebliğ
ettikleri âhiret inancı, yani ebedî bir hayat müjdesiyle, ölümün dehşet veren
yüzünü aydınlığa çevirmişlerdi.
Batıda özellikle son iki asırda
ortaya çıkan ve daha ziyâde bir kargaşa şeklinde göze çarpan fikrî ve sosyal
hareketliliğin ebedî hayatın inkârından kaynaklandığını söylemek fazla zor
olmamalı. Ölümün bir yok oluş olarak kabulüyle insanın mutlaka öleceği
gerçeğinin yol açtığı çelişki, Batı insanını ve Batı düşüncesini benimseyen
dünya insanlarını birtakım yollara sevketti. Bir kere, intihara yeni bir kapı
açıldı. İnkârcı düşünceler içinde bocalamaktan, kurtuluşu intiharda arayan
insanlar görüldü.
Özellikle 19. asır şiirlerinde
olmak üzere nice mısrâlarda sonsuzluk iştiyakının yanında, ölüm korkusu sık sık
konu edilir. Yok olma acısının olmadığı huzurlu bir ölüm arzusu dile getirilir.
Fakat, korkusunu kendine bile itiraf edemeyen pekçok insan, hayalî oyuncaklar
formülünü bulmuştur. Servetlere servetler eklenir. Huzur, istatistik
rakamlarındaki büyüme özelliklerinde aranırken, yeni yeni oyuncaklar piyasaya
sürülür. Radyo, sinema, otomobil, televizyon, bilgisayar, internet
oyuncaklarıyla eğlenir, gezer. Gününü gün eder, gündelik yaşar. Alkol ve
uyuşturucu gibi "unutturma" âletleriyle ne dünü, ne yarını düşünüp
hatırlamamaya çalışır. Bazı insanlar ise, geride bıraktıkları eserlerle yok
olmaktan kurtulmuş olacağı ümitleriyle tesellî bulur.
Âhiretin varlığını öldükten
sonra anlamak, insanoğlunun ne dünya huzurunu, ne de ebedî hayatın kurtuluşunu
neticelendirecek. Bizi bekleyen sonsuz hayat için açılan imtihanı başarmak,
ömrümüzü hesap gününün sahibinin emrettiği istikamette geçirmemizi gerektiriyor.
İşte o zaman, ölüm bir darağacı, bir ebedî ayrılış, hiçliğe, yokluğa, çürümeye,
unutulmaya, kopkoyu bir karanlığa açılan kapı hüviyetinden çıkıp, ölümün
olmadığı, gelmiş ve gelecek bütün sevdiklerimizin toplandığı, Allah'ın
emirlerine uymuş olmanın mükâfatının verildiği âleme geçmek için bir basamak
haline gelecek. Ancak bu sâyede ölüm, hayatımıza bir mânâ, huzur ve mutluluk
katacak.
Kimler yok ki orada?! Dede ve
ninelerimiz, gönülden sevdiğimiz anne, baba ve kardeşlerimiz... Nice büyük
insanlar, Allah dostları, sıddîklar, şehidler, sâlihler, peygamberler ve en
önemlisi, iki cihan güneşi Efendimiz (s.a.s.) hep orada... Sevdiklerimizle dolu
olan âleme geçmek için, bir başka doğuş olan ölüm, tek çare...[1]
[1]
Selim Gündüzalp, Ölüm Son Değildir, s. 12 vd.
ECEL
- ECEL .
- Ölüme Hazır Olmak
- Ecel; Anlam ve Mâhiyeti
- Ölüme Hazır Olmak
- Ecel ve Kader
- Ölümü Beklenen Hastaya Karşı Görevlerimiz .
- Ecel Konusunda Âyet-i Kerimeler
- Ecel ve Ömür
- Ecel Değişir mi? .
- Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
- Bedâ ve Kader
- Toplumların Eceli
- Kur'ân-ı Kerim'de Ecel ve Ölüm ..
- Hadis-i Şeriflerde Ecel ve Ölüm ..
- Ölüm; Ecelin Kapıyı Çalması
- Allah Mümît'tir; Eceli Takdir Eden, Ölümü Yaratan Allah'tır
- Ölüm Meleği ve Azrâil
- Ölüm Bir Son Değil; Başlangıçtır, Köprüdür
- Ölüm de Bir Nimettir
- Ölümü Düşünerek Dirilmek .
- Allah'ın İmâte/Öldürme Faâliyeti