Fecir | Konular | Kitaplar

Rasûlullah'ın Cömertliği ve Tevâzuu . Keremden Bir Kesit

Rasûlullah



Rasûlullah'ın Cömertliği ve
Tevâzuu

 

Keremden Bir Kesit:



 

Kerem; iyilikseverlik ve ikram etme hasleti
demektir. Araplarda kerem, çok önemli bir sıfattır. Hatta câhiliye şiirini
kurcaladığınız zaman, o devir Arabının şu hususlarla övündüğünü görürsünüz:
"Biz, misafirlerimize, şu kadar koyun, şu kadar sığır, şu kadar deve boğazlayıp
ikram ettik..." Evet, misafire gösterilen cömertçe ikram, onların birer övünç
vesilesiydi ki, bu hususta kabile ve oymaklar âdetâ birbirleriyle yarışırlardı.
Tabii bunlar yaptıkları her şeyi bencillik hesabına yapıyorlardı. İşte,
cömertlik ve keremin böyle revaçta olduğu bir zamanda, onlar arasında
kerimlerden kerim bir Zât zuhûr etti. O'nun keremini görünce herkesin dili
tutuldu. Bu kerim Zât, yaptığını sadece Allah için yapıyor, birisine dünyayı
bağışlasa, ondan tek kelime ile dahi bahsetmiyordu. Hatta, şiirlerinde O'nun
cömertliğini anlatan mısralara yer veren şâirlerin, bu ifâdelerinden dahi hiç mi
hiç hoşlanmıyor ve onların sözlerini, "Ekremü'l-Ekremîn" olan Allah'a izâfe ve
havâle ediyordu.

O öyle parlak bir ayna idi ki, Cenâb-ı Hakk'ın
"Kerîm" ismi, O'nda tecelli ile kendini gösteriyordu. O, her konuda olduğu gibi
bu hususta da Allah Teâlâ'nın en zirvede bir kulu idi ve yeryüzünde O'ndan daha
kerim bir ikinci insan gösterilemezdi. Hz. Muhammed Aleyhisselam, keremin; kerem
ise cennetin yoludur. Cimrilik ise, insanı cehenneme götüren bir yoldur. İki
Cihan Serveri'ni uzaktan görenler dahi, O'nu, vasıflarından hemen tanır ve "bu
O'dur!" derlerdi. O, insanlık, dolayısıyla da cennet yolunun biricik rehberidir.
O, diğer vasıflarıyla giremediği gönüllere keremiyle girmenin yolunu bulmuştur.
O, hilmi/yumuşak huyluluğu, tevâzusu ile ruhları fethetmiş, keremi/cömertliği
ile de gelip bu ruhlara taht kurmuştur.

O isteseydi, dünyanın en zengin insanı olurdu.
Zaten, daha nübüvvetini ilân ettiği ilk günlerde, Kureyş O'na dâvâsından
vazgeçmesi şartıyla böyle bir teklifte bulunmamış mıydı? (İbn Hişam, Sîre,
I/285). Daha sonra da, bütün müslümanların Allah yolunda verecekleri şeyler hep
O'nun elinden geçiyordu. Hükümdarlardan gelen hediyelerin haddi-hesâbı yoktu.
Fakat O şahsı adına bunlardan hiçbirine sahip olmayı düşünmedi, hatta aklının
köşesinden dahi geçirmedi.

O, kendisini daima bir yolcu telakki ediyor ve
yakın bir gelecekte göç edeceği anlayışı ile yaşıyordu. O'na göre uzun bir
yolculuk esnâsında, gölgelenmek için muvvakkaten altında dinlenilen bir ağaçtı
dünya. Öyleyse O, bu uzun yolculukta, gerçekten önem verilmesi gereken
hususlarla kalbini meşgul etmeliydi. Bir de, O'nun insanlığa giden yolları,
insanlara öğretmesi gerekiyordu. Kaldığı kadar bu ağacın altında kalacak, daha
sonra da yoluna devam edecekti (Buhârî, Rikak 3). Gâye ve hedef yüce idi.
Allah'a ulaşmak O'nun en birinci gâyesiydi ve insanları aynı hedefe
ulaştırabilme vazifesi. İşte O, bunun için yanıp tutuşuyordu. Böyle bir durumda
olan insan için dünya malının ne önemi olabilirdi ki? Elbette ki hiç. Hiç ise,
gönül bağlamaya değmezdi...

O, kendi bireysel hayatı için fakirliği
seçmişti. Bu, herkesin de fakir olmasını istemesi demek değildir. Ancak hiç
kimsenin midesi altında ezilip kalmasını da hoş görmüyordu. Zâten, O büyük
insanın sâyesinde müslümanlar, çok kısa zamanda dünyanın en zengin milleti
haline gelmişlerdi. Kendi aralarında, sadaka ve zekât kabul edecek insan
bulamıyorlardı. Evet, kişi başına düşen gelir dağılımı o kadar yüksekti. Ama,
onların içinde öyle zâhidler de bulunuyordu ki, evinde bir günlük yiyeceği var
ise, getirilen yeni bir şey ne kadar da câzip olsa onu kabul etmiyordu. Bu bir
diğergâmlık, bir ruh yüceliği meselesidir. Yaşatmayı sevmedir; yaşama zevkini
terk etme idealidir. Bu his ve duygularla dolup taşamamış insanların bunları
anlamaları da mümkün değildir.

Bir iftar sofrasında, Hz. Ebu Bekir'e bir bardak
soğuk su ikram edilir. Suyu dudağına götürünce, hıçkırıkları, boğazında
düğümlenir. Yanındakiler ne olduğunu sorarlar. Cevap verir: Birgün Allah Rasûlü,
kendisine getirilen böyle bir bardak soğuk suyu içmiş sonra da ağlamış ve: "O
gün nimetlerden hesaba çekileceksiniz!" (102/Tekâsür, 8) âyetini okuyarak,
"işte bu nimetten de hesaba çekileceğiz" buyurmuştu. Bunu
hatırladım ve onun için ağladım... (Müslim, Eşribe 140; Ebû Nuaym, Hilye, I/30)

Halbuki, Hz. Ebû Bekir gayet sade ve fakirâne
bir hayat yaşıyordu. Vereceği hesap gâyet hafifti. Halife iken uzun zaman
başkalarının koyunlarını sağarak ailesinin nafakasını temin etmeye çalıştı.
Neden sonra kendisine maaş bağlandı, ama bu defa da verileni çok buldu. O,
Medine'nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bu itibarla
da artan parayı bir testiye atıyor ve orada biriktiriyordu. İki buçuk senelik
hilâfeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti. Vefat edeceği zaman da,
kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet
ediyordu. Hz. Ömer, halife olup da testiyi kırdırınca içinden küçük küçük
paracıklar çıktı ve bir de mektup vardı. Bu mektupta, yeni halifeye hitâben
şöyle deniyordu: "Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben
Medine'nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye
koydum. Dolayısıyla, bu paralar hazineye âittir ve oraya konulmalıdır." Hz. Ömer
mektubu okuyunca ağladı ve: "Kendinden sonrakilere çok ağır bir yük bıraktın, ya
Ebâ Bekir!" dedi. (Taberî, Tarihu'l-Ümem ve'l-Mülûk, IV/252)

Hz. Ebû Bekir, böyle zâhidâne yaşamayı Hz.
Muhammed Aleyhisselam'dan öğrenmişti. Zira Allah Rasûlü, pratikte, böyle
yaşamanın mümkün olduğunu bizzat kendi yaşantılarıyla ona ve bütün ashâbına
öğretmişti.

Düşünün ki, Efendimiz, bütün ganimetlerin beşte
birine, hem de Cenâb-ı Hakk'ın fermânıyla (8/Enfâl, 41) sahip bulunuyordu. Yani
ganimetlerin humusu Allah Rasûlü'nün şahsî tasarrufundaydı. Onu istediği gibi
kullanma selâhiyeti, doğrudan doğruya Cenâb-ı Hakk tarafından O'na tevdî
edilmişti. Halbuki, Hz. Ömer birgün, O'nun saâdet hücresine girecek ve hıçkıra
hıçkıra ağlayacaktı. Efendimiz, niçin ağladığını sorunca da, o koca Ömer şöyle
diyecekti: "Ya Rasûlallah! Dünya kralları, Kisrâlar servet içinde yüzüyorlar.
Senin ise altına sereceğin bir sergin bile yok. Yatağın hasır ve teninde
yattığın zeminin izleri var." Allah Rasûlü, şu cevabı verir: "İstemez misin
yâ Ömer, dünya onların, âhiret de bizim olsun!" (Buhârî, Tefsir 66, -2-;
Müslim, Talâk 31)

Allah Rasûlü, bunları söylerken, başka türlü
yaşaması mümkün olmayan bir fakirin, bir düşkünün çaresizlik içinde söylediği
sözler türünde bir söz olarak da söylemiyordu. Yukarıda da temas ettiğimiz gibi,
o isteseydi, dünyanın en zengin insanı olabilirdi. Meselâ, bir fikir vermesi
bakımından, sadece Huneyn'den O'nun payına düşen beşte biri belirtelim: 40.000
koyun, 24.000 deve, 6.000 esir, 4.000 okka gümüş ki, bir okka dört kilo demektir
(İbn Sa'd, Tabakat II/152). Diğer savaşlarda elde edilen ganimetlerle,
krallardan gelen hediyeler de düşünülecek olursa, Efendimiz'in en müreffeh bir
hayat yaşamasına engel hiç bir şey yoktu. Ancak O, en fakir bir insanın yaşadığı
hayatı yaşamaktaydı. Eline geçenleri ise, bütünüyle halka dağıtıyordu. Zira O,
cisimlenmiş kerem ve cömertlik idi. Bu kadar kerem sahibi bir insan ise, ancak
Rasûlullah olabilir...

Allah Rasûlü, dış-iç uyumu açısından en dengeli
bir insan tipini temsil ediyordu. O'nun dış görünüşü, farklı ve hoş bir heybet
arzediyor ve güzelliği de âdetâ insanları büyülüyordu; iç dünyası itibarıyla da
aynı ölçüde insanları teshir ediyordu. Hz. Enes: "Allah Rasûlü, insanların en
güzeliydi" (Müslim, Fezâil 48; Buhârî, Menâkıb 23) der. Evet, hem sîret/yaşayış,
hem de sûret/şekil itibarıyla O, insanların en güzeliydi. Hz. Âişe Vâlidemiz de
O'nunla alâkalı bir hissini şöyle anlatıyor: "Mısır kadınları, Yusuf'u görünce
ellerini kestiler. Eğer benim Efendimi görmüş olsalardı, ellerindeki bıçakları
sînelerine saplarlardı."

O insanların en güzeliydi. ve Enes'in sözü devam
ediyor: "O, insanların en cömertiydi." Sûret ve cemâl yönüyle "ahsenu'n-nâs"
(insanların en güzeli) olan Allah Rasûlü, kalp ve irâdesiyle "ecvedu'n-nâs"
(insanların en cömerti) idi. (Müslim, Fezâil 48). İbn Abbas'ın ifâdesiyle,
özellikle Ramazan ayında O, önüne kattığı her şeyi sürükleyip götüren bir rüzgâr
gibi cömert kesilirdi (Buhârî, Deavât 11; Ebû Dâvud, Edeb 100; Ahmed bin Hanbel,
I/136). Yani, elinde-avucunda kalan en son şeyleri de dağıtıverirdi. Bu bir ruh
ve irâde meselesiydi. O, kendi için yaşamaz, hep başkaları için yaşardı. Sürekli
başkalarının/ümmetinin mutluluğunu düşünmekten ömrü boyu kendini düşünmeye
fırsat bulamamıştı. Zâten, insanları mesut görmek kadar, O'nu mutlu edecek bir
başka zevk de yoktu. Diğergâmlığında, en son sırayı da kendi hânesi, kendi
yakınları teşkil ediyordu. Yani, O, evvelâ, kendisine uzak olanlardan başlayıp
ilgisini, alâkasını yayıyor, en sonunda sıra kendi yakınlarına geliyordu.
Ganimet mi taksim edilecek, Bedir ve Uhud'da bulunup şehid düşenlerin ailelerine
öncelik tanınıyordu. Ve sık sık, kendi evindekilere: "Ben onlara vermeden
size hiçbir şey veremem" (Müslim, Cihad 78) diyordu.

O'nun hilminin/yumuşaklığının ve diğer ulvî
duygularının anahtarlarıyla açılmayan nice kapalı gönüller, O'na kerem/cömertlik
anahtarıyla açılıvermişti. İşte Safvan b. Ümeyye de bunlardan biridir: Hz. Enes
anlatıyor: "Allah Rasûlü, Huneyn'e giderken, bu şahıstan ödünç olarak silah
almıştı. Huneyn'de elde edilen ganimetlere Safvan hayran hayran ve hırsla
bakıyordu. O'nun bu durumu Allah Rasûlü'nün dikkatini çekmişti. "Bakıp
beğendiğin o develer senin olsun" dedi. Ardından daha birçok şey verdi. Safvan
bu cömertlik karşısında şaşırdı kaldı. Kalbi Allah Rasûlü'ne karşı buğz ve kinle
dolu olan bu adam, birdenbire değişivermişti. Evet, Allah Rasûlü'nün bu keremi
onu, bu kin ve buğzundan uzaklaştırmış ve İki Cihan Serveri onun için insanların
en sevgilisi hâline gelivermişti. Safvan'ı kazanmak elbette binlerce deve,
sığırdan daha mühimdi. Allah Rasûlü de en önemli olanı yapmıştı. Nitekim
Safvan'a karşı gösterilen bu cömertlik, neticesiz kalmamıştı. Safvan hemen
kavmine gidip şöyle demişti: "Ey kavmim koşun İslâm'a girin! Zira Hz. Muhammed
bir veriş veriyor ki, ancak, fakirlikten korkmayan ve Allah'a tam itimat eden
bir insan böyle verebilir!" (Müslim, Fezâil 57; Ahmed bin Hanbel, Müsned,
VI/465; İbn Hişam, Sîre IV/135; İbn Hacer, el-İsâbe, II/187; Kenzu'l-Ummâl,
10/505)

O, kendisinden birşey istenildiğinde varsa
verir, olmadığı takdirde de borç alıp verir ya da vaad ederdi. Bazen üzerine
giydiği tek elbisesini bile isteyen olur, O da hiç çekinmeden hemen veriverirdi.

Bir bedevî gelip O'ndan birşey istemişti, Allah
Rasûlü ona istediği şeyi vermişti. Adam bir kere daha istemiş, O yine vermişti.
Üçüncü isteğinde ise, verecek bir şey olmadığı için Allah Rasûlü vaadetmişti.
Yani mal eline geçtiği ilk fırsatta ona verecekti. Bu durum Hz. Ömer'i fevkalâde
üzmüş, Allah Rasûlü'nün bu derece rahatsız edilmesinden rahatsız olmuştu.
Dizleri üzerine doğruldu ve: "İstediler verdin. Bir daha istediler, yine verdin.
Bir daha istediler, vaadettin. Yani, kendini bu kadar eziyete sokma ya
Rasûlallah!" dedi. Ancak bu sözler, Allah Rasulü'nün hiç hoşuna gitmemişti.
Kaşlarının hafif çatıldığını gören Abdullah b. Huzâfet'üs-Sehmî ayağa kalkmış
ve: "Ver Ey Allah'ın Rasulü, sakın Allah'ın seni fakir bırakacağını ve senden
nimetlerini kesivereceğini zannetme! " İki Cihan Serveri bir müddet sessiz
durduktan sonra şöyle dedi: "İşte Ben de bununla emrolundum."
(Müslim, Fezâil 60, hadis no: 2314; Tirmizî, Şemâil;
İbn Kesir, el-Bidâye 6/63)

Ferazdak ne güzel söyler: "O teşehhüdün dışında
asla "hayır" demedi. Eğer teşehhüd olmasaydı O'nun "Hayır" sözü de "Evet"
olurdu." O, "evet" lerle bu kadar bütünleşmiş bulunuyordu. Şer'î daire içinde
O'ndan ne istense hemen icâbet eder ve isteyene istediğini verirdi.

Evet Nebîler Sultanı'nın cömertlikte de benzeri
yoktu. Bu ölçüdeki bir cömertlik de, ancak peygamberlikle izah edilebilirdi. Hem
eğer cömertlik Allah'a yaklaştıran bir huy ise, Allah Rasûlü nasıl cömert olmaz
ki? Halbuki O, Allah'a yakınlıkta, Cibril'i bile geride bırakmıştı. Zâten
bizzat, kendisi de şöyle buyuruyordu: "Cömert; Allah'a, cennete ve insanlara
yakın, cehenneme uzaktır. Cimri ise; Allah'a, cennete ve insanlara uzak,
cehenneme yakındır."  (Tirmizî, Birr 40)

Bu konuda yine Allah Rasûlü şöyle buyururlar:
"Ey insanlar! Allah sizin için din olarak İslâm'ı seçti. Öyleyse siz de İslâm'la
olan arkadaşlığınızı, cömertlik ve güzel ahlâkla bütünleştirin." İslâm,
güzel ahlâk ve cömertlik yörüngesinde yürür. "Güzel ahlâk ve cömertlikle
İslâm'a ihsanda bulunun! Cömertlik bir ağaç gibidir. Kökü cennette, dalları ise
dünyaya sarkmıştır. Her kim, o ağacın altında yaşar ve cömertçe davranırsa,
er-geç o ağacın dallarından birine tutunur ve o ağacın kökünün bulunduğu cennete
yükselir." (Kenzu'l-Ummâl, 6/571)

Cimrilik, bir dengesizlik, bir ifratsa, yok yere
saçıp savurma da bir tefrittir ve ikisi de birer dengesizliktir. Peygamber
fetâneti/zekâsı, cömertliği İslâm dinini i'lâda/yüceltmede, kalpleri Allah için
kazanmada kullanır. O, rahmet ve yumuşak huylulukla kalplere girdiği gibi,
Allah'ın kendisine ihsan ettiği şeyleri kullanmak sûretiyle de kalplere girmiş
ve en açılmaz zannedilen kalpleri ikram ve cömertlik anahtarıyla açmıştır.

Hz. Hadîce Vâlidemiz, İslâm'a en erken uyanan
kadındır. Zâten Hadîce, kelime manâsıyla da "erken doğan" demektir. O
Efendimiz'den on beş sene erken doğmuş ve İslâm'a da herkesten erken uyanmıştır.
Onda aynı zamanda böyle bir isim-müsemmâ uygunluğu da vardır. Mekke'nin en
zenginlerinden olan bu kadın, bütün servetini Allah ve Rasûlü uğruna harcayıp
tüketmişti. Öyle ki vefat ettiği zaman, bir kefen bezi alacak kadar dahi varlığı
kalmamıştı. İhtimâl Allah Rasûlü, borç bulduğu para ile ona kefen bezi almıştı
ki, bu, o büyük kadın için en uygun ölüm şekli idi, ölüm sonrası hali de böyle
olmalıydı. Halbuki O, İslâm'a girmeden önce, zenginliğiyle dillere destandı. Bu
koca servet, son kuruşuna kadar dinin i'lâsı, İslâm'ın yayılıp güçlenmesi uğruna
sarfedilmişti (İbn Kesir, el-Bidâye, III/158, 159). Bu da ayrı bir sırat-ı
müstakim örneğiydi. Allah Rasûlü, cömertliğini öyle bir fetânet ve ferâsetle
kullanmıştı ki, yaptığı ikramların zerresi dahi boşa gitmemiş ve İslâm gücü
olarak geriye dönmüştü. (F. Gülen, Sonsuz Nur, c. 1, Feza Y. -Zaman Gazetesi-,
İst. 1994, s. 328 vd.)