İman ve Gayb, İnanabilme Yeteneği
İman ve Gayb
İman ve Gayb,
İnanabilme Yeteneği
Bütün gerçekler insanlar tarafından aynı
derecede ve kolaylıkla algılanamazlar. Bazı gerçekler vardır ki bunları fizik
boyutlarda duyumsamak ve kavramak mümkündür. Ancak ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazıları ise tamamen metafiziktirler. Meleklerin ve cinlerin zaman zaman
fizik boyutlarda şekillere girdikleri söylenmekte ise de esasen bu varlıklar
"gayr-ı kâbil-i idrak"'tırlar. Bu bakımdan duyu organlarıyla onları kavramak
imkansızdır. Fakat var oldukları güçlü kanıtlara dayanmaktadır.
Ölümden sonra başlayacak olan âhiret hayatı da
gerçeklerle doludur. Çünkü insan neden var olduğu, ne yapması gerektiği (yani bu
dünyada hangi temel görevlerle yükümlü bulunduğu) ve nereye gideceği
konularında esasen daima düşünmek durumundadır ki dikkat edilirse bu
sorular, akılla kavranamayan çeşitli gerçekleri çağrıştırmaktadır. İşte insan bu
gerçekleri aramak ve onlara inanmak zorundadır.
Nitekim her zaman açıkça söylemese bile insanın
iç dünyası bu düşünce ile sık sık meşguldür. İman ve teslimiyetle ikna olmuş
bulunan insanların elbetteki içleri rahattır. İkna olamayanlar ise içlerindeki
kuşkuların etkisi altında her dakika ölüme yaklaşmanın âdetâ paniğini
yaşarlar. Çünkü ölmek, onlar için artık tamamen yok olup gitmek demektir. Bu
kanaattaki insanların ızdırabını anlamak hiç de zor değildir. Henüz sağken
felekten bir gece daha çalmanın, ölümü hatırlamamak için gaflet ve eğlence ile
birkaç saat daha geçirmenin daima telaşı içindedirler. İşte bu psikoz bile
başlıbaşına (bazı insanların, bir türlü inanma yeteneğine sahip bulunamadığı)
birtakım gerçeklerin daha var olduğunu açıkça haber vermektedir. "Her şey
zıddıyla bilinir."
"Gayb" bilinmeyen demektir. Bilinmeyen şeyler
ise yok demek değildir. İnsanın duyularıyla asla kavrayamayacağı metafizik
varlıklar şöyle dursun, son derece dakik oldukları için modern cihazlarla dahi
hissedilemeyecek kadar küçük cisimciklerin ya da titreşimlerden ibaret olan
fizik olayların varlığına bir türlü inanamayan insanlar vardır. Daha çok
eğitimsizlik yüzünden görülen bu türlü red ve inkarın yanında, pozitivist
ortamda eğitim görmüş insanların da metafizik varlıklara pek inanamadıkları
ayrı bir gerçektir. Kendilerine mesaj verildikten sonra da bir türlü ikna
olamayan insanlar özellikle son örnekteki tiplerdir. Çünkü görmüş oldukları
eğitimin, onların doğal yapısı üzerinde bir etkisi olamaz. (yani sayı olarak son
derece az olan) bu tipler, esasen gerçeklere inanabilme yeteneğinden doğal
olarak yoksundurlar. Bu yoksunluk ise Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle onların
üzerine indirilmiş bir pisliktir.
[1]
"Gayb", evrensel bir sınavın konusudur.
Bu sınav ise bütün varlıklar arasında yalnızca insan için öngörülmüştür.
İnsanoğlunun bütün yaşamı aslında sınavdan ibarettir. Bu imtihanın temel amacı
olan gayba inanmak ise insanın, Allah (cc) karşısındaki sağlam tutumunu kanıtlar
ki işte gerçek iman budur.
Kur'ân-ı Kerim'de âdetâ bu sırrı haber veren bir
şifre vardır. Bakara Sûresi'nin birinci âyetinde ne anlama geldikleri Allah (cc)
ve Rasulü'nden başka kimsenin bilmediği "Elif, lâm, mîm" sembolleri ve peşinden
gelen ikinci ve üçüncü âyetler iman-gayb ilişkisini özetleyen en ideal
bir açıklamadır. Bu âyetlerde şöyle denilmektedir:
"Elif, Lâm, mîm, Bu Kitap var ya , O'nun
gerçekliğinde hiç kuşku yoktur. Muttakıylar (titiz müminler) için bir
rehberdir. O muttakıylar ki gayba inanır, namazlarını kılar ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan başkalarına da dağıtırlar."
İman-Gayb ilişkisinde ince bir nokta daha
vardır ki o da inanmanın, her zaman akılcı ve deneysel bilgilere bağlı
olmadığıdır. Yani insan, her zaman duyularla ve doğrudan ulaşabilecek
bilgilere dayanarak ancak bir şeye inanmak durumunda değildir. Çünkü
özellikle insan, metafizik gerçekleri, sınırlı duyularıyla zâten kavrayamaz.
İnsana uygulanan ezeli sınavın esprisi de işte burada gizlidir.
Peki insan, bir türlü içyüzünü bilemediği,
kavrayamadığı ve hakkında kesin bilgilere sahip olamadığı şeylere neden inanmak
zorunda kalsın? Aslında gaybî gerçeklere inanma zorunluğunun bütün sırları işte
bu sorunun cevabında yatmaktadır.
Her şeyden önce insan, kâinât olarak bildiğimiz
şu uçsuz bucaksız âlemlerin içinde çok minik bir yaratıktır. Akıl, zekâ ve
bilinçle donatılmış tek yaratık olarak insan, yaradılış gayesi itibariyle pek
büyük bir önem taşımakla beraber gücü, enerjisi, aklı, zekâsı duyumları ve
algılama imkanları sınırlıdır. Dolayısıyla onun, kapasitesini aşan limitler
ötesindeki varlıkları algılama imkanı yoktur. İnsan, yapısındaki hırs ve
merakın itişiyle bu sınırları aşmaya kalkışsa bile bunu asla beceremeyecektir.
İnsanın şimdiye kadar araç kullanarak ulaşabildiği en inanılmaz bilgiler onun,
aslında hayat kanunları bakımından elde edebileceği bilgilerden başka bir şey
değildir. İnsan eğer dün öğrenemediği birtakım şeylere bugün teknoloji denilen
araçlarla ulaşabilmiş ise bu, esasen hayat kanunları bakımından mümkün olduğu
içindir ki bu yasalar, varlıklararası ilişkilerin disiplinini sağlamak üzere
Allah tarafından konmuştur. İnsanın bizzat fizik yapısı da bu yasaların
sınırları içinde var olmuştur ve bu sınırlar içinde yaşar. Ancak madde ötesinde
başka gerçeklerin de bulunmadığını kanıtlayamaz. Hatta -bu ilgiyle- sözkonusu
gerçeklere inanmayı aklın zorunlu görevlerinden saymak durumundadır. Aksi
halde bir mantık kaosundan kurtulamaz ve dolaylı olarak kendini inkar etmiş
olur!
Öyle ise insanoğlu, hiç bir zaman ulaşma
imkanına sahip olamayacağı birçok gerçekleri inkâr etmekten dolayı sorumludur.
Özellikle Allah Teâlâ'nın Yüce Kitabında haber verdiği gaybî gerçeklere inanmak
zorundadır.
Buna, Kaderiye Fırkası itiraz etmiştir.
Kaderiler: "İman bilgiden ibarettir." diyerek hataya düşmüşlerdir.[2]
Onlara göre kişi ancak kavrayabildiğine inanmak zorundadır. Halbuki insanın,
başta Allah Teâlâ'nın Zât-ı İlahiyesi olmak üzere, ruh, melek, cin ve
şeytan gibi birçok metafizik gerçekleri kavrayabilme gücü yoktur. Bunlar bir
yana, Kıyamet günü, cennet ve cehennem gibi tamamen uzak gelecekte görüp
yaşayacağımız olayları ve gerçekleri şimdiden son derece sınırlı algılama
gücümüzle kavrayabilmemiz, hatta anlayabilmemiz bile mümkün değildir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın haber verdiği gaybî
gerçeklere teslimiyetle inanmak, imanın nirengi noktasını oluşturur.
[3]
[1]
En'am: 6/125
[2]
Sa'duddin Mes'ud b. Ömer Et-Taftazani, Şerh'ul-Akaid s. 158 Eser Kitabevi
İstanbul-1972
[3]
Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 82-85.
İman ve Gayb,
İnanabilme Yeteneği
Bütün gerçekler insanlar tarafından aynı
derecede ve kolaylıkla algılanamazlar. Bazı gerçekler vardır ki bunları fizik
boyutlarda duyumsamak ve kavramak mümkündür. Ancak ruh, melek, cin ve şeytan
gibi bazıları ise tamamen metafiziktirler. Meleklerin ve cinlerin zaman zaman
fizik boyutlarda şekillere girdikleri söylenmekte ise de esasen bu varlıklar
"gayr-ı kâbil-i idrak"'tırlar. Bu bakımdan duyu organlarıyla onları kavramak
imkansızdır. Fakat var oldukları güçlü kanıtlara dayanmaktadır.
Ölümden sonra başlayacak olan âhiret hayatı da
gerçeklerle doludur. Çünkü insan neden var olduğu, ne yapması gerektiği (yani bu
dünyada hangi temel görevlerle yükümlü bulunduğu) ve nereye gideceği
konularında esasen daima düşünmek durumundadır ki dikkat edilirse bu
sorular, akılla kavranamayan çeşitli gerçekleri çağrıştırmaktadır. İşte insan bu
gerçekleri aramak ve onlara inanmak zorundadır.
Nitekim her zaman açıkça söylemese bile insanın
iç dünyası bu düşünce ile sık sık meşguldür. İman ve teslimiyetle ikna olmuş
bulunan insanların elbetteki içleri rahattır. İkna olamayanlar ise içlerindeki
kuşkuların etkisi altında her dakika ölüme yaklaşmanın âdetâ paniğini
yaşarlar. Çünkü ölmek, onlar için artık tamamen yok olup gitmek demektir. Bu
kanaattaki insanların ızdırabını anlamak hiç de zor değildir. Henüz sağken
felekten bir gece daha çalmanın, ölümü hatırlamamak için gaflet ve eğlence ile
birkaç saat daha geçirmenin daima telaşı içindedirler. İşte bu psikoz bile
başlıbaşına (bazı insanların, bir türlü inanma yeteneğine sahip bulunamadığı)
birtakım gerçeklerin daha var olduğunu açıkça haber vermektedir. "Her şey
zıddıyla bilinir."
"Gayb" bilinmeyen demektir. Bilinmeyen şeyler
ise yok demek değildir. İnsanın duyularıyla asla kavrayamayacağı metafizik
varlıklar şöyle dursun, son derece dakik oldukları için modern cihazlarla dahi
hissedilemeyecek kadar küçük cisimciklerin ya da titreşimlerden ibaret olan
fizik olayların varlığına bir türlü inanamayan insanlar vardır. Daha çok
eğitimsizlik yüzünden görülen bu türlü red ve inkarın yanında, pozitivist
ortamda eğitim görmüş insanların da metafizik varlıklara pek inanamadıkları
ayrı bir gerçektir. Kendilerine mesaj verildikten sonra da bir türlü ikna
olamayan insanlar özellikle son örnekteki tiplerdir. Çünkü görmüş oldukları
eğitimin, onların doğal yapısı üzerinde bir etkisi olamaz. (yani sayı olarak son
derece az olan) bu tipler, esasen gerçeklere inanabilme yeteneğinden doğal
olarak yoksundurlar. Bu yoksunluk ise Kur'ân-ı Kerim'in ifadesiyle onların
üzerine indirilmiş bir pisliktir.
[1]
"Gayb", evrensel bir sınavın konusudur.
Bu sınav ise bütün varlıklar arasında yalnızca insan için öngörülmüştür.
İnsanoğlunun bütün yaşamı aslında sınavdan ibarettir. Bu imtihanın temel amacı
olan gayba inanmak ise insanın, Allah (cc) karşısındaki sağlam tutumunu kanıtlar
ki işte gerçek iman budur.
Kur'ân-ı Kerim'de âdetâ bu sırrı haber veren bir
şifre vardır. Bakara Sûresi'nin birinci âyetinde ne anlama geldikleri Allah (cc)
ve Rasulü'nden başka kimsenin bilmediği "Elif, lâm, mîm" sembolleri ve peşinden
gelen ikinci ve üçüncü âyetler iman-gayb ilişkisini özetleyen en ideal
bir açıklamadır. Bu âyetlerde şöyle denilmektedir:
"Elif, Lâm, mîm, Bu Kitap var ya , O'nun
gerçekliğinde hiç kuşku yoktur. Muttakıylar (titiz müminler) için bir
rehberdir. O muttakıylar ki gayba inanır, namazlarını kılar ve kendilerine
verdiğimiz rızıktan başkalarına da dağıtırlar."
İman-Gayb ilişkisinde ince bir nokta daha
vardır ki o da inanmanın, her zaman akılcı ve deneysel bilgilere bağlı
olmadığıdır. Yani insan, her zaman duyularla ve doğrudan ulaşabilecek
bilgilere dayanarak ancak bir şeye inanmak durumunda değildir. Çünkü
özellikle insan, metafizik gerçekleri, sınırlı duyularıyla zâten kavrayamaz.
İnsana uygulanan ezeli sınavın esprisi de işte burada gizlidir.
Peki insan, bir türlü içyüzünü bilemediği,
kavrayamadığı ve hakkında kesin bilgilere sahip olamadığı şeylere neden inanmak
zorunda kalsın? Aslında gaybî gerçeklere inanma zorunluğunun bütün sırları işte
bu sorunun cevabında yatmaktadır.
Her şeyden önce insan, kâinât olarak bildiğimiz
şu uçsuz bucaksız âlemlerin içinde çok minik bir yaratıktır. Akıl, zekâ ve
bilinçle donatılmış tek yaratık olarak insan, yaradılış gayesi itibariyle pek
büyük bir önem taşımakla beraber gücü, enerjisi, aklı, zekâsı duyumları ve
algılama imkanları sınırlıdır. Dolayısıyla onun, kapasitesini aşan limitler
ötesindeki varlıkları algılama imkanı yoktur. İnsan, yapısındaki hırs ve
merakın itişiyle bu sınırları aşmaya kalkışsa bile bunu asla beceremeyecektir.
İnsanın şimdiye kadar araç kullanarak ulaşabildiği en inanılmaz bilgiler onun,
aslında hayat kanunları bakımından elde edebileceği bilgilerden başka bir şey
değildir. İnsan eğer dün öğrenemediği birtakım şeylere bugün teknoloji denilen
araçlarla ulaşabilmiş ise bu, esasen hayat kanunları bakımından mümkün olduğu
içindir ki bu yasalar, varlıklararası ilişkilerin disiplinini sağlamak üzere
Allah tarafından konmuştur. İnsanın bizzat fizik yapısı da bu yasaların
sınırları içinde var olmuştur ve bu sınırlar içinde yaşar. Ancak madde ötesinde
başka gerçeklerin de bulunmadığını kanıtlayamaz. Hatta -bu ilgiyle- sözkonusu
gerçeklere inanmayı aklın zorunlu görevlerinden saymak durumundadır. Aksi
halde bir mantık kaosundan kurtulamaz ve dolaylı olarak kendini inkar etmiş
olur!
Öyle ise insanoğlu, hiç bir zaman ulaşma
imkanına sahip olamayacağı birçok gerçekleri inkâr etmekten dolayı sorumludur.
Özellikle Allah Teâlâ'nın Yüce Kitabında haber verdiği gaybî gerçeklere inanmak
zorundadır.
Buna, Kaderiye Fırkası itiraz etmiştir.
Kaderiler: "İman bilgiden ibarettir." diyerek hataya düşmüşlerdir.[2]
Onlara göre kişi ancak kavrayabildiğine inanmak zorundadır. Halbuki insanın,
başta Allah Teâlâ'nın Zât-ı İlahiyesi olmak üzere, ruh, melek, cin ve
şeytan gibi birçok metafizik gerçekleri kavrayabilme gücü yoktur. Bunlar bir
yana, Kıyamet günü, cennet ve cehennem gibi tamamen uzak gelecekte görüp
yaşayacağımız olayları ve gerçekleri şimdiden son derece sınırlı algılama
gücümüzle kavrayabilmemiz, hatta anlayabilmemiz bile mümkün değildir.
Dolayısıyla Allah Teâlâ'nın haber verdiği gaybî
gerçeklere teslimiyetle inanmak, imanın nirengi noktasını oluşturur.
[3]
[1]
En'am: 6/125
[2]
Sa'duddin Mes'ud b. Ömer Et-Taftazani, Şerh'ul-Akaid s. 158 Eser Kitabevi
İstanbul-1972
[3]
Ferit Aydın, İslam'da İnanç Sistemi, Kahraman Yayınları: 82-85.
İMAN-MUMİN
- 1- Yanlış Algılama
- Birinci Kısım Tasdikle İlgili İtikadiyat'tır
- İMAN.. İman; Anlam ve Mahiyeti
- İmanla İlgili Sünnetullah (Allah'ın Değişmez Yasaları)
- Matbu İman
- 2- Kuşku İle Algılama
- İkinci Kısım Dille Alakalı Ameller
- İmanın Sahih (Geçerli) ve Kabule Şayan Olmasının Şartları
- Kur'an'da İman.
- Mevkuf İman
- 3- Çözümleyememe
- İman ve Gayb, İnanabilme Yeteneği
- İmanı Bozan Haller
- İmanın Dereceleri 1) İcmali İman
- Üçüncü Kısım Bedenî Ameller
- 1. Çeşit Muayyen Şeylere Ait Olanlar
- 1) Cibt ve Tağuta İnanmak
- 2) Tafsili İman
- 4- Kavrama Veya Duyumsama
- İman ve Diyalektik.
- 1- Sağlam Duyular
- 2. Çeşit Kendisine Tabi Olanlarla İlgili Şeyler
- 2) Şirk Koşmak
- Kelâmcı Kamplar
- Tafsili İmanın Dereceleri ve İman Esasları
- 2- Akıl
- 3. Çeşit Âmmeye Müteallik Şeyler
- 3) Kâfirleri Veli ve Yönetici Tanımak
- İman Artar, Eksilir mi?.
- Mu'tezilîler