Fecir | Konular | Kitaplar

Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi?.

Müslüman Nefse Hakaret Edilebilir mi

Müslüman
Nefse Hakaret Edilebilir mi?

Başta tasavvuf kültüründen
etkilenenler olmak üzere, nice müslümanın ağzından ya da kaleminden nefse
hakaretler yağdırıldığına şâhit olmuşuzdur. "İnsanın en büyük düşmanı nefsidir."
Onun için "herkes kendi nefsiyle savaşmalıdır", hatta bu işe "büyük cihad" denir
şeklinde ifadelere rastlamayan yok gibidir. Hatipler kürsüde, imamlar minberde,
yazarlar kitap ve makalelerinde, büyük çoğunlukla nefsin büyük düşman olduğunu
telkin edegelmişlerdir. Bu kontrolsüz telkinler, tekrar edile edile insan
zihninde öyle yer etmiştir ki, değil bu söylenenlerin kritiğini yapmak, hatalı
olabileceğini bile hatırına getirmez.
Nefsi suçlama ve ona hakaret
konusunda aşırıya giden, "benim nefsim Firavundan aşağıdır" diyen, "ah şu köpek
nefsim" şeklinde nefsini suçlayan insanlar, toplumda bu sözleriyle takvâ sahibi
olduğunu göstermiş kabul edilir.
Peygamberimizin şu hadisi
konunun nasıl değerlendirilmesi gerektiği husûsunda ölçü verir: "Sizden
biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" (S. Müslim ve Tercümesi,
Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118)
Kur'ân-ı Kerim'de, kişinin
kendi nefsine zulmetmesinin kınanmış olduğunu (35/Fâtır, 32; 2/Bakara, 57;
3/Âl-i İmrân, 117; 11/Hûd, 21; 16/Nahl, 33; 18/Kehf, 35; 23/Mü'minûn, 209; 29/Ankebût,
40; 30/Rûm, 9; 34/Sebe', 19; 39/Zümer, 53; 37/Sâffât, 113; 65/Talak, 1), "...
Nefsinizi ayıplamayın..." (49/Hucurât, 11) emrini görüyoruz.
Kaynaklara baktığımızda, nefs,
insanın bizzat kendisi, kendi rûhudur. Kur'an'da nefs, insanın kendisi anlamında
karşımıza çıkar (82/İnfitâr, 5, 19). İnsanın şahsiyetini meydana getiren zâtı,
özüdür. Nefis, İslâm gibi büyük ve yegâne haklı dâvâyı yüklenecek güçte
yaratılmıştır (Bk. 30/Rûm, 30). Mükerremdir (17/İsrâ, 70). Onun için, fıtratına
ihânet etmediği müddetçe en güzel yaratılmıştır (95/Tîn, 4). Bizzat, nefsi
"düzenleyen" Yaratıcısının bildirdiği gibi, nefs, kötülüğe düşme tehlikesiyle de
karşı karşıya olduğu halde, takvâya da tâlip olacak bir tercih hakkıyla
şereflenmiştir (91/Şems, 7-8). Bu şerefe şükretme vücûbiyetine imanla "itmi'nâna,
huzur ve tatmine ermiş nefs" (89/Fecr, 27) o kadar mesuttur ki, artık o,
Yaratıcısından râzı olarak huzurdadır. Bu huzurlu kul Allah'ından; O'nun
kendisine lâyık gördüğü fıtrattan ve imtihanındaki takdirlerden râzı ve Allah da
o nefsin itmînânından râzı olduğu halde saâdete dâvet olunmaktadır (89/Fecr,
28-30). Ki, nefsin kendisini tertemiz yapmanın mükâfatı olarak umduğuna ermiştir
(91/Şems, 9).
Bu kadar şerefli bir fıtratla
yaratılarak en büyük saâdete namzet kılınan nefs, elbette ki ayıplanamaz,
kınanamazdı. Hattâ, söz konusu her nefse, kendi nefsî kişiliğine saygı
göstermesinin ve nefsini en önde beslemesinin, bazı Usûl-i Fıkıh âlimleri bu
saygının vâcip olduğu kaydeder (Muhammed Ebû Zehra, Fıkıh Usûlü, çev. Abdülkadir
Şener, 1973, s. 356).
"Kimse 'nefsim pis oldu'
demesin" ayıplamasın diye mü'minleri sakındıran Allah Rasûlü, üstelik iyilik
yapmaya "önce kendi nefsinden başla..." (Müslim; Fî Zılâl, Hikmet Y. c.
1, s. 458) diye emretmesi, dikkat edilmesi gereken husustur. Cenâb-ı Hak, insan
nefsindeki âyetlerden (41/Fussılet, 53) haber vererek "nefsini bilmeyen, nefsini
aşağılık yapanlardan başkasının" tevhid dininden yüz çevirmeyeceğini
vahyetmiştir (2/Bakara, 130).
İslâm fıkhına göre, "bir kimse
ne kendisine, ne de başkasına zarar verebilir." (İslâm Hukukuna Giriş,
Abdülkerim Zeydan, Çeviren Ali Şafak, 1976, s. 101). Onun için bir mü'minin
kendi nefsini "Allah'tan başkasına karşı alçaltması helâl değildir." (Ali Osman
Tatlısu, Esmâü'l-Hüsnâ Şerhi, 1967, s. 168).
Bir kimse birini haksız yere
öldürürse büyük bir günah işlemiş olur (4/Nisâ, 93). Katilin dünya ve âhirette
cezâsı çok ağırdır. Fakat bir kimse, bizzat kendi nefsini öldürürse intihar
etmiş olur ki, onun cezâsı ebedî hayatta daha da ağırlaşır (Elmalılı, Hak Dini
Kur'an Dili, Eser Y. c. 2, 1344). "Kendinizi tehlikeye atmayın."
(2/Bakara, 195), "...Nefislerinizi öldürmeyin." (4/Nisâ, 29). Aynı
zamanda nefsinize eziyet de etmeyin. Değil nefsi eziyetlere lâyık görmek; tam
aksine, onun meşrû ihtiyaçlarını temin ederek, hayatiyetini muhâfaza etmektir
iş. Nefsin korunması, İslâm'da aslî görevler arasında zikredilir. Din, nefis,
akıl, ırz, mal gibi temel haklar insanın vazgeçemeyeceği vazifelerindendir.
Hatta, nefsi korumak, dini korumaktan hemen sonra ikinci sırada yerini alır.
Nefsi her çeşit tecâvüzden koruyarak onu izzette tutmak, hayatî bir görevdir.
Böyleyken "nefsi öldürmek"ten
bahsetmek, hele hele "ölmeden önce ölünüz" ve cihadın en büyüğü, nefse karşı
olanıdır" , "küçük cihaddan büyük cihada döndük" gibi sözleri Allah Rasûlüne mal
ederek delillendirmeden söylemek, değişik mânâlarla da olsa, insanı hadis
uydurmuş olmanın vebalinden kurtaramayacağı gibi, diğer insanları da yanıltmaya
götürebilir.
Başkasına hakaret eden kötülük
etmiş olur da, bizzat kendi nefsine hakaret eden insan, nasıl kınanmaz? Şüphesiz
nimet ne kadar büyük olursa, onu veren Allah'a şükretmeye yanaşmayan nankör
insan da o kadar hakir olur. Bu imtihan âleminde fıska da, takvâdaki şerefe de
tâlip olma hürriyetiyle yaşayan her nefse, bu fırsatı izzette tutmak için bazı
hudutlara dikkatle yaşaması tavsiye edilmiştir. Yaratıcımız bizlere iyiye,
güzele, doğruya, kişiliği muhâfazaya kabiliyetli bir nefis vermiştir. Bu
şükreder halde bulunmak saâdete götürür insanı. Diğer yaratılmışlardan ayrı
olarak da tâlip olma hürriyeti verdiği bu nefse, kötüyü arzulama meylini, yani
hevâ ve hevesini kontrol altında tutmak için yine vahiyle çizilmiş sınırlar
göstermiş; onları aşmanın tehlikesine işaret buyurmuştur (Bk. 9/Tevbe, 112;
4/Nisâ, 13-14; 2/Bakara, 187, 229; 65/Talâk 1; 58/Mücâdele, 4). Elbette bu çok
önemli bildirilerin ışığı altında nefsi kötülüklere düşmekten korumak her nefse
fert fert aslî bir görevdir ki, takvâ da işte budur. Bu hudutlar, izzete
yetenekli, zillete temâyüllü her nefis için konulmuş sınırlardır; büyük
rahmettir.
Kim bu merhamete lâyık olmak
için, ihtiraslarından kendi nefsini korumuşsa kurtuluşu müjdelenmiştir (Bk. 59/Haşr,
9; 64/Teğâbün, 16; 91/Şems, 9). Hatta sevmediği halde, istemeyerek bu rahmet
hudutlarını aşan, "bilmeyerek bir fenâlık" yapan, ancak sonradan pişman olarak
nefsini tekrar sınırlar içerisinde muhâfazaya alan kimse, yine bu rahmete lâyık
görüleceği şefkatle haber veriliyor (Bk. 6/En'âm, 54). İşte bu büyük rahmeti
unutarak Allah'ın zikrinden gaflete düşersek, o zaman sadece -bizden hiçbir
zaman ayrı olmayan- nefsimiz kötülüğe düşmez; topyekün bütün insanlığımızla
beraber helâk olmayı hak etmiş oluruz demektir. Şüphesiz ki insanlardan "iyi
hareket edeni (muhsin) de vardı, nefsine apaçık zulmedeni de" vardır (37/Sâffât,
113). Ve bu imtihan âleminde daima var olması da yadırganamayacaktır. Gerçek
şudur ki, işlerinde Rabbini hatırlayarak (zâkir halde) yaşayan insan;
davranışlarında Allah için, Allah adıyla harekete geçmeye çalışan mü'min, Hz.
Yusuf (a.s.) gibi çok çetin bir denemeyi bile başarı ile atlatabilir. Ancak
Allah'tan; Allah'ın hudutlarına dikkatle yaşamak istediğinden gâfil bulunan
insan levmedilmiş bir nefisle arz-ı endam eder ki, bu insana artık, "kötülüğü
bütün şiddetiyle emreden bir nefis (emmâre)... (12/Yusuf, 53) denilmesini
iyi anlarız; ona "emmâre" denildiğini görür, tasdik ederiz. Yusuf Sûresinde,
beşerî zaaflarla İlâhî hudutlara dikkat etmez hale gelmiş hiçbir nefsin müdâfası
yapılamayacağını anlatmak için, Kur'an'da Yusuf (a.s.)'dan bahis açılmış
olduğunu görüyoruz.
Kötü arzularından rahatsız olan
her insan için meşrû görülmeyen hevâ ve hevesler kendi öz nefsinde bile olsa,
"Ben nefsimi tebrie etmem/temize çıkarmam" (12/Yusuf, 53) diyerek
haksızlığın müdâfa edilmemesi gerektiğini, bir Peygamber ifâdesiyle veriliyor.
Bu haberden şunu da anlayabiliriz: Bir insan, peygamber de değilse, yaratanı
tarafından özel olarak ikaz edilmiyorsa, günahsız kalacağı garantisine sahip
değildir. Şüphesiz ki irâde sahibi insan, şükürsüzlüğe râzı olarak yaşarken bir
fenâlık ederse, kendi nefsine kötülük etmiş olur (35/Fâtır, 18). Kim ihsân eder,
güzellik ve iyilik sergilerse, ancak kendi nefsi için yapmış olur."
(17/İsrâ, 7). Ebedî hesap gününde "artık onlardan kimi şakıy, kimi de saîd"
olarak hesaplarını kendileri verecektir (11/Hûd, 105). Müslümanı günah işlemez
bir melek, ya da koyun telâkkî etmek sünnet anlayışına uymaz.
Emmâreleşerek, yani Allah'ın
emirleri dairesine girmeye çalışmayarak kendi kendisini diktatörleştiren; mutlak
âmir olabileceğini zanneden her insan, hudutlara dikkat eden değil; sınırları
tesbit etme hakkının kendisinde olduğunu vehmeden ahmaktır. İşte bu tipler, her
istediğini illâ da yapmaya kalkar ki, bunlara nefs-i emmâre diyebiliriz.
Hudûdunu tanımadan "kötülükleri emreden" her nefis ölmeden evvel, "kendini
alabildiğine kınayan (levvâme/levm eden) nefs" (75/Kıyâme, 2) haline inkılâp
ederek tevbe ibâdetini yapmaya başlarsa kurtuluşa yönelmiş olur. Yüce Allah,
böylesi bir nefsin önemini anlatmak için "Kasem ederim o pişman cana (nefs-i
levvâmeye)" (75/Kıyâme, 2) buyurarak yeminle bir iman esasını açıklıyor. Söz
konusu emmâreleşen nefis, bir kimsenin kendi öz nefsi de olsa, babası, atası,
evlâdı veya kavmi de bulunsa, İlâhî hudutları aşar halde ise elbette ki
cezâlandırılmalıdır. Çünkü suçludur o haliyle.
Eğer bir nefis, ister
kendisinde, isterse başkalarında bulunsun; vahyî tebliğlerle açıklanmış olan
günahları âdilâne ölçülerle karşılayarak kınayabilecek bir kişiliğe
yükselebilmişse, yine de takvâya tâlip olarak azizleşebilir. Hem nefsini hem de
ailesini... acı azaptan koruyun (66/Tahrîm, 6) emrine uyaraka kim "nefsini
hevâdan alıkoyduysa" muhakkak onun yeri cennettir (79/Nâziât, 40-41). Çünkü onun
yaratıcısı nefislerin zaaflarını bildiğinden tevbelerini kabul buyurarak
"bağışladı" (2/Bakara, 187).
Kısacası, insan nefs olarak
kerîm ve şerefli yaratılmıştır. Ve bu lutfedilmiş nefis, Kur'ân-ı Kerim'de
bizzat insanın kendisi olarak zikredilir (82/İnfitâr, 5). Ayrıca, kibrin
düşürdüğü zulümle kendisini ezenlerin dışında, doğruları kabullenen nefis,
iyiye, güzele; takvâya kabiliyetini mahfuz tutmuş bulunur ki, müjdelenmiş olur
(91/Şems, 7-9). Özellikle bu yetenek ve müjdelere şükrederek yaşıyorsa bir
nefis, artık Allah'ın kendisinden râzı olduğu mutmain bir nefistir (bk. 89/Fecr,
27).
Ruh, can, nefis, yani insan,
eğer Allah'ın zikrinden gafletle, kendi kendisinin emrine giren bir gâfil gibi;
"Hem ogan (tanrı), hem kullarız" mısrâlarıyla, böbürlenen Ziya Gökalp gibi bir
nefs-i emmâre olmuşsa, yani mutlak "emretmek ve hükmetmek Allah'a mahsus" olduğu
halde gafletle kibirlenerek, kendi adına fermanlar çıkaran, savaşlar açan modern
putperest bir nefis olmuşsa, tabiatıyla kötülüğü emreden olur. Ancak, bu
kınanacak hal, nefsin kötülüğü emretmek için yaratılmış olduğundan değil; İlâhî
hudûda dikkate lüzum görmeyen insanın kendinden çıkar olduğundandır. Bir kimse
bu halden pişman olarak "nefs-i levvâme" haline gelemiyorsa, bu onun gafletinin,
ya da küfrünün eseri olabilir. Böyle olunca da "mutmain nefis" olmaya çalışmayan
hiçbir kimse elbette temize çıkarılamaz.
Aslında nefis, mükerremdir. Ve
İslâm fıtratıyla doğan her nefis, dünyaya şeref vermiştir. İnsan malıyla olduğu
gibi, nefsiyle de imtihan olunmaktadır. "Sabredenlere müjdeler!" (2/Bakara, 155)
Bütün bu özellikleri
düşünebilirse, Rasûlullah'ın, "Sakın nefsinizi kötülemeyin", "Sizden
biriniz, sakın 'nefsim habis (pis) oldu' demesin!" (S. Müslim ve Tercümesi,
Mehmed Sofuoğlu, c. 7, s. 118) şeklindeki uyarısını daha iyi anlamış
oluruz. Hele İslâm'da edâ edilmesi emredilen en büyük ibâdetin dahi insanın
"... ancak nefsi için..." (29/Ankebût, 6) yapar olduğunu Kitab-ı Kerim'de
görünce, herhangi bir delil göstermeden, mü'minin öz nefsini düşman olarak ilân
etmesinin izahını bulamıyoruz.
İnsanın kendi nefsine haksızlık
etmiş olmasının ne olduğunu, daha çok ahmak münkirlerin hakkında "Onlar
nefislerine zulmedenlerdir" (11/Hûd, 21) mealindeki âyetten anlayabiliriz.
İbâdet maksadıyla da olsa, nefse eziyet vermenin tasvip edilmediğini,
Rasûlullah'ın bu husustaki ikazlarını da görünce, İslâmiyet'in fıtrata uygun
yegâne ve tek din olduğunu bir daha idrâk ederek şükrediyoruz. Budistlerin ve
benzerlerinin, nefse eziyet çektirerek, onu güya ıstıraplarla terbiye etme
metodundan ilham alınan davranışlarla, nefsi, İslâm'ın sunmuş olduğu
kolaylıklardan, helâl nimetlerden; hakkı bulunan meşrû hazlardan mahrum
bırakmanın sünnete uymadığını görüyoruz. Allah Teâlâ, gerek lezzetleri, gerek
iştihaları "zarûret miktarından daha azaltan kişileri de kınadı." Ebû'd-Derdâ
(r.a.) şöyle söylüyordu: Allah Teâlâ, bütün lezzetleri ve her türlü iştihaları,
"aslında tamamıyla mahlûkatın yararlanması için yaratmıştır; Gadabı/kızmayı
kendilerine zarar veren şeyi onunla defetsinler için yarattığı gibi. Doğudaki
ruhu öne çıkaran Budizm ve benzeri dinler, nirvana kelimesiyle ifâde edilen
kurtuluşa ermek için nefse eziyet vermeyi ibâdet sayan mistisizmin etkisindeki
bazı kimseler, Buda'nın altı yıl oruç tutarak kendisine eziyet edip duruşunu
taklit eder olmuşlardır.
Kişinin kendi nefsini
kötülüklerden bizzat korumasının "vâcip" olduğunu anlayan ve "müslümanım" diyen
bir kimsenin kendisini, "köpek nefsim", "alçak nefsim", "kâfir nefsim" gibi
gereksiz hakaretlerle kötülemesi ve bizzat kendi nefsini "en büyük düşman"
zannetmesi yakışık almaz; aynı zamanda, "mü'minim" deyişiyle açık bir çelişki
teşkil eder ki, günahtır. Bir kimse, kendisinin hem mü'min ve insan olduğunu
iddiâ edecek, hem de aynı zamanda kendisinde bir de ayrıca, kâfir bir nefsin,
köpek bir nefsin bulunacağına inanmış olması, olacak şey midir? Ölçüsüzlüğün
ortaya koyduğu bu nevî tezatlara ne denir ki? Cenâb-ı Hak "insanın (bizzat)
kendi nefsine karşı bir şâhit (75/Kıyâmet, 14) olduğunu haber veriyor. Bizlere,
İbn Kuteybe'nin "Bir şeyi kendi nefsine isnâd eden kimse, onunla anılmalıdır"
vecîzesiyle hareket etmek hoş gelmiyor. Yücelerden yüce Allah, hepimizi,
insanlardan işittiği her sözü kritiksiz olarak hemen kabullenen mukallitler
olmaktan korusun. (9)
"De ki: Allah'ın, kulları
için çıkardığı (yarattığı) ziyneti/süsü ve güzel rızıkları kim haram kıldı?
Deki: Onlar, dünya hayatında (inanmayanlarla birlikte) iman edenlerindir.
Kıyâmet gününde ise yalnız mü'minlerindir. İşte, bilen bir topluluk için
âyetleri böyle açıklıyoruz." (7/A'râf, 32)
"...Nefislerinizi
ayıplamayın." (49/Hucurât, 11)