Asr Sûresi Hakkında Açıklama.
Asr Sûresi Hakkında Açıklama
Asr Sûresi
Hakkında Açıklama
Rahman ve Rahim olan, haklıyı haksızı
birbirinden ayıran Allah'ın adıyla başlıyorum...
Bu sûrede "Asr'a yemin edilmesi" insanın
hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan ancak şu dört özelliği taşıyan kimselerin
kurtulacağına dikkat çekmek içindir:
1. İman
2. Salih amel
3. Birbirlerine Hakk'ı tavsiye etmek
4. Birbirlerine sabrı telkin etmek.
Şimdi yemini ve yemin edilen bu dört özelliğin
her birini ele alarak iyice açıklayalım:
Allah (c.c.) mahlukattan bir şeye yemin
ettiğinde bu yemin o şeyin büyüklüğünü, önemini gösterir. Bundan konu edilen
meseleyi ispatlamak için yemin edilen şeyin delil olarak öne sürüldüğünü
anlamalıyız. Burada da yemin, insanın hüsran içinde olduğunu ve ondan ancak
geçen dört özellik sahibinin kurtulacağını vurgular.
Burada "zaman", geçmiş zamanı ve pek uzun
olmayıp her an geçmişe dahil olan şimdiki zamanı anlatmaktadır.
O hâlde, burada bu iki tip zaman kastedilmiştir:
Geçmiş zaman kastedilmesinin anlamı, insanlık tarihinin yukarıda adı geçen dört
özellikten uzak olan kişilerin hüsrana uğradıklarına şahit olmasıdır. Geçmekte
olan şimdiki zamana edilen yemini anlamak için, geçmekte olan zamanın her bir
insana, her bir millete bu dünyada çalışmak için fırsat olarak verilen zaman
olduğunu bilmek gerekir. Bunun misali şöyledir: Bir sınav salonunda
öğrencilere sorular sorulmuştur. Zaman çok hızlı geçmektedir. Saatimizin
saniyesi zamanın hızlı geçtiğine dair yeterli fikir verebilir. Halbuki bir
saniyelik zaman da uzun bir süredir. Bu bir saniyelik sürede ışık 186.000 mil
kateder. Kainatta bilmediğimiz öyle unsurlar vardır ki bundan daha hızlı yol
alabilirler. İyi veya kötü herhangi bir işle uğraşırken saatin saniyesine
bakarak geçen zamanı düşünürsek, bunların ömür dediğimiz sürenin belli bir
kesitinde vuku bulduğunu anlarız. Bu süre bize bu dünyada bir fırsat olarak
verilmiştir. Buradan asıl sermayemizin çok hızlı geçen zaman olduğunu
anlayabiliriz.
İmam Razi, bir şahsın kavlini naklederek, "Ben
bu sözden sonra Asr sûresinin manasını anladım." demiştir. Razi şöyle
nakleder:
"Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:
- Sermayesi eriyen şahsa merhamet edin!..
Onun bu sözünü duyunca, "Bu söz Asr sûresinin
anlamıdır." dedim.
İnsana verilen ömür bir buz gibi hızla
erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına
neden olur.
Onun için geçen zamana yemin edilmesinin
anlamı, hızla geçen zamanın söz konusu dört özellikten yoksun insanın dünyada
ne işle meşgul olursa olsun hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna şehadet
etmesidir. Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlardır. Bu, sınav
salonunda kendisine belli bir süre tanınan öğrencinin o süre içinde sorulara
cevap vermek yerine başka işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye yakınındaki
saat işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve hüsrana uğrayacağı
belirtilir. Kârlı çıkan öğrenciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını
soruları cevaplamak için kullananlardır.
Burada "insan" kelimesi tekil olarak
kullanılmıştır; ama sonraki cümlede insanlar arasından bu dört özelliği
taşıyanlar istisna edilmiştir. Onun için burada "insan" kelimesinin cins isim
olarak kullanıldığını kabul etmek gerekir. Bu durumda "insan" kelimesinin
kapsamına şahıslar, güruhlar, milletler ve bütün insanoğlu girer; yani
zikredilen dört sıfattan yoksun olanlar kimler olursa olsunlar
hüsrandadırlar, bu her şartta geçerlidir. Şahıs, millet ve insanoğlu girer;
bunlar içinde hüküm aynıdır. Örneğin: Zehirin öldürücü özelliği vardır. Fert,
toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalkışsa, sonuç değişmez, zehir her
halükarda öldürücüdür. Tıpkı bunun gibi onlar geçen dört özellikten
yoksunlarsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa, birbirlerini
batıla teşvik ediyorlarsa, nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde
birleşiyorlarsa hüsran içindedirler.
Şimdi "hüsran" kelimesinin Kur'an'da
hangi manada kullanıldığına gelelim.
Hüsran kelimesi lügat olarak, kârın zıttıdır.
Ticarette bu kelime genel olarak bir işte zarar etmeyi veya iş hayatında
sürekli zarar etmeyi ifâde etmek için kullanılmıştır. İnsan bütün işlerinde
zarar etmiş ve sermayesini de kaybetmişse, bu kelime bu iflas hâli için de
kullanılır. Kur'an-ı Kerim, "hüsran" kelimesini özel bir terim olarak "felah"
kelimesinin zıttı olarak kullanmıştır.
İslam'ın "felah" düşüncesi, sadece
dünyevî refahı değil, insanın gerçek dünyası olan ahireti de kapsadığı gibi
"hüsran"düşüncesi de sadece dünyevî başarısızlığı değil, aynı zamanda
ahiretteki başarısızlığı da kapsar. Kur'an'daki felah ve hüsran kelimelerini
işte böylece açıklamış bulunuyoruz. Kur'an kesinlikle buyuruyor ki: "İnsan
büyük hüsrandadır." Bunun anlamı hem dünyada hem de ahirette hüsrandadır,
demektir. Bu hüsrandan aşağıdaki "dört özelliği" taşıyanların kurtulmaları,
her iki dünyada da hüsrandan kurtulmaları anlamına gelir.
Şimdi kurtuluşa ermenin kendisine bağlı olduğu
dört sıfata bakalım:
Birincisi, iman'dır. Bu kelime Kur'an-ı
Kerim'in bazı yerlerinde sadece lisan ile ikrar etmeye dayalı iman için
kullanılmıştır. Meselâ: Nisa, 137; Maide, 54; Enfal, 20-27; Tevbe, 38; Saff, 2.
Bu kelimenin asıl manası, samimi bir kalp ile
inanmak ve yakîne ermektir. Arapça kullanımı da aynıdır.
Lügatte iman kelimesinin bazı kullanımları:
"Amene lehu"nun manası: "Saddaka ve i'temede aleyhi (tasdik ve itimat etti)"dir.
"Amene bihi"nin manası: "Aykane bihi (ona yakîn etti)"dir.
Kur'an-ı Kerim gerçek imanın ne olduğunu
aşağıdaki ayetlerle açıklamıştır.
"Mü'minler onlardır ki, Allah'a ve Resûlüne
inandılar, sonra şüphe etmediler."[1]
"Rabbimiz Allah deyip sonra doğru yolda sebat
edenler.."[2]
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı
zaman yürekleri ürperir."[3]
"Hayır Rabbinin hakkı için onlar, aralarında
çıkan çekişmeli işlerde seni hakim yapıp burada senin verdiğin hükme karşı
içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar."[4]
Yine ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
"Ey inananlar! Allah'a ve Resûlü'ne inanın!"[5]
Burada bir soru ile karşı karşıya geliyoruz:
İman etmemiz emredildiğinde nelere iman etmemiz isteniyor? Kur'an-ı Kerim'de bu
sorunun cevabı açıkça bildirilmemiştir.
İman etmekten muradın birincisi, Allah'a iman
etmektir. Ancak sadece varlığına değil, aynı zamanda tek ilah olduğuna,
insanların kısmetini düzenleyip bozanın ancak Allah olduğuna, dua ve tevekkül
edilecek varlığın ancak O olduğuna, ancak O'nun emirlerine uyulup ve ancak
O'nun men ettiklerinden uzak durulacağına, her şeyi gören ve duyanın ancak O
olduğuna, insanın sadece fiillerini değil, fiillerini harekete geçiren gizli
niyetlerini de bildiğine inanmaktır.
İkincisi, Resûlullah'a inanmaktır. O'nun
Allah tarafından tayin edilmiş yol gösterici olduğuna, getirdiği talimatın
Allah tarafından ve hak olduğuna, O'na itaat etmenin zorunlu olduğuna
inanmaktır. Risalete iman etmek aynı zamanda meleklere, semavi kitaplara,
peygamberlere, Kur'an'a inanmaya da şamildir. Çünkü bunlar, Allah ve
Resûlü'nün getirdiği talimatların bir parçasıdır.
Üçüncüsü, ahirete inanmaktır. İnsanın bu
dünya hayatı ilk ve son değildir. Ölümden sonra tekrar diriltilecektir. Bu
dünyada işlediği amellerin hesabını Allah'a verecek ve bunun sonunda salih
olanlar mükâfatlandırılacaktır. Kötü olanlar cezaya çarptırılacaktır. Bu
şekilde iman, üzerine temiz hayat inşa edilebilecek ahlâk, yaşayış ve
karakter için sağlam bir temel teşkil eder. Yoksa insanın hayatı ne kadar
parlak görünse de onun durumu, dalgaların amansız olarak sağa sola sürüklediği
ve hiçbir yerde karar kılamayan kılavuzsuz bir gemiye benzer.
İnsanın hüsrandan kurtulması için gerekli olan
imandan sonraki ikinci özellik salih ameldir.
Kelimenin anlamı bütün iyilikleri kapsar. Küçük
ve büyük iyilik de buna dahildir. Ama Kur'an'a göre, iman kökü olmayan hiçbir
amel, salih amel sayılmaz. Herhangi bir amel, Allah ve Resûlünün bildirdiği
hidayete uygun işlense de iman olmaksızın salih amel sayılmaz. Onun için
Kur'an-ı Kerim'de nerede salih amelden söz edilmişse orada iman zikredilmiştir.
Aynı zamanda hiçbir yerde iyi bile olsa imansız bir amele mükâfat söz
verilmemiştir. Diğer taraftan, faydalı ve muteber imanın amel ile ispat edilmiş
olduğu belirtilmiştir. Yoksa salih amel olmadan yürütülen bir iman davasını
insan kendi kendine reddetmiş olur. Çünkü o insan iman iddiasına rağmen Allah
ve Resûlü'nün gösterdiği yoldan başka yol takip etmektedir. İman ve salih amel
ilişkisi, tohum ve ağaç ilişkisi gibidir. Eğer toprakta tohum yoksa ağacın
meydana gelmesi söz konusu olamaz. Ama eğer toprakta tohum olduğu hâlde ağaç
meydana gelmiyorsa, bunun anlamı, tohumun toprakta gömülü kalmış olmasıdır.
Onun için Kur'an'da verilen müjdeler, iman etmenin yanında salih amel de
işleyenler için geçerlidir.
Bu sûreye göre; insanın hüsrandan kurtulması
için imandan sonra salih amelde bulunmalıdır. Salih amel olmadan sadece iman
ile insan hüsrandan kurtulamaz. Yukarıda zikredilen iki sıfat her fertte
olmalıdır. Bu sûrede daha sonra, hüsrandan kurtulmak için iki sıfat daha
açıklanmıştır. Bunlar, iman ettikten ve salih amel işledikten sonra
birbirlerine hakkı telkin ve sabrı tavsiye etmektir. Bunun anlamı:
Birincisi: İman eden ve salih amel işleyenler,
bunları ferdî olarak yapmakla kalmamalı aynı zamanda mü'min ve salih bir
toplum meydana getirmelidirler.
İkincisi: Bu toplumu bozulmaktan kurtarabilmek
için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir. Onun için toplumun bütün
üyelerinin birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır.
Üçüncüsü: "Hak" kelimesidir ki, batılın
zıttıdır. Genellikle iki manada kullanılır. Birincisi, doğruya, adalete uygun
ve gerçek sözdür. İster akide ve iman ile ilgili olsun, ister dünyevî meseleler
hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi vacip olan haktır.
Allah'ın hakkı, insanların hakkı veya nefsin hakkı olabilir. Hak kelimesini
tavsiye etmenin anlamı, ehli imandan müteşekkil toplumun hakka karşı batılın
yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olmasıdır. Bu gibi toplumlarda ne
zaman ve nerede batıl baş kaldırırsa hak kelimesini söyleyenler seslerini
yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adaleti
yerine getirmekle kalmamalı aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir.
Bir cemiyeti ahlâkî düşüşten korumak ancak bu şekilde mümkün olur. Eğer
cemiyette bu ruh yoksa toplum hüsrandan kurtulamaz. Herkes kendine bir hayat
tarzı kurmuş, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya metaına duyulan ilgi kadar gerçek
hayata, ebedî ahiret yurduna da ilgi duyulsa idi bizler bu hâle gelmeyecektik.
Şahsî olarak hak üzerinde bulunanlar, cemiyetin bozulmasına seyirci kalmaları
sonucu hak üzerinde daima kalamaz, hüsrandan kurtulamazlar. Bu nedenle
(Maide sûresinde) Hz. Davud (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) diliyle Benî İsrail'e lânet
edilmiştir. Bu lânetin sebebi, o dönemde yahudi toplumunda yaygın olan günah ve
zulüm irtikabından birbirlerini men etmemeleriydi.
Ayrıca A'raf sûresi 163-166. ayetlerde, Benî
İsrail'in cumartesi yasağını açıkça çiğneyerek balık tutmaya başladıkları, bu
nedenle de onlara azap indirildiği; bu azaptan, günahı önlemek için çaba sarf
edenlerin kurtulduğu açıklanmıştır. Aynı şey Enfal sûresinde de açıklanmıştır:
"Azabı sadece günah işleyenlerde kalmayacak
fitneden sakının."[6]
Onun için emr-i bil-maruf ve nehy-i ani'l-münker
ümmete farz kılınmıştır.[7]
[1]
Hucurat, 49/15
[2]
Fussilet, 41/30
[3]
Enfâl, 8/2
[4]
Nisâ, 4/65
[5]
Nisâ, 4/136
[6]
Enfâl, 8/25
[7]
Bkz. Âl-i İmrân, 3/104
Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.
Asr Sûresi
Hakkında Açıklama
Rahman ve Rahim olan, haklıyı haksızı
birbirinden ayıran Allah'ın adıyla başlıyorum...
Bu sûrede "Asr'a yemin edilmesi" insanın
hüsranda olduğuna ve bu hüsrandan ancak şu dört özelliği taşıyan kimselerin
kurtulacağına dikkat çekmek içindir:
1. İman
2. Salih amel
3. Birbirlerine Hakk'ı tavsiye etmek
4. Birbirlerine sabrı telkin etmek.
Şimdi yemini ve yemin edilen bu dört özelliğin
her birini ele alarak iyice açıklayalım:
Allah (c.c.) mahlukattan bir şeye yemin
ettiğinde bu yemin o şeyin büyüklüğünü, önemini gösterir. Bundan konu edilen
meseleyi ispatlamak için yemin edilen şeyin delil olarak öne sürüldüğünü
anlamalıyız. Burada da yemin, insanın hüsran içinde olduğunu ve ondan ancak
geçen dört özellik sahibinin kurtulacağını vurgular.
Burada "zaman", geçmiş zamanı ve pek uzun
olmayıp her an geçmişe dahil olan şimdiki zamanı anlatmaktadır.
O hâlde, burada bu iki tip zaman kastedilmiştir:
Geçmiş zaman kastedilmesinin anlamı, insanlık tarihinin yukarıda adı geçen dört
özellikten uzak olan kişilerin hüsrana uğradıklarına şahit olmasıdır. Geçmekte
olan şimdiki zamana edilen yemini anlamak için, geçmekte olan zamanın her bir
insana, her bir millete bu dünyada çalışmak için fırsat olarak verilen zaman
olduğunu bilmek gerekir. Bunun misali şöyledir: Bir sınav salonunda
öğrencilere sorular sorulmuştur. Zaman çok hızlı geçmektedir. Saatimizin
saniyesi zamanın hızlı geçtiğine dair yeterli fikir verebilir. Halbuki bir
saniyelik zaman da uzun bir süredir. Bu bir saniyelik sürede ışık 186.000 mil
kateder. Kainatta bilmediğimiz öyle unsurlar vardır ki bundan daha hızlı yol
alabilirler. İyi veya kötü herhangi bir işle uğraşırken saatin saniyesine
bakarak geçen zamanı düşünürsek, bunların ömür dediğimiz sürenin belli bir
kesitinde vuku bulduğunu anlarız. Bu süre bize bu dünyada bir fırsat olarak
verilmiştir. Buradan asıl sermayemizin çok hızlı geçen zaman olduğunu
anlayabiliriz.
İmam Razi, bir şahsın kavlini naklederek, "Ben
bu sözden sonra Asr sûresinin manasını anladım." demiştir. Razi şöyle
nakleder:
"Buz satan birisi pazarda şöyle bağırıyordu:
- Sermayesi eriyen şahsa merhamet edin!..
Onun bu sözünü duyunca, "Bu söz Asr sûresinin
anlamıdır." dedim.
İnsana verilen ömür bir buz gibi hızla
erimektedir. Eğer bunu ziyan eder veya yanlış yere harcarsa insanın hüsranına
neden olur.
Onun için geçen zamana yemin edilmesinin
anlamı, hızla geçen zamanın söz konusu dört özellikten yoksun insanın dünyada
ne işle meşgul olursa olsun hayatını harcadığına ve hüsranda olduğuna şehadet
etmesidir. Kârlı çıkanlar ancak bu dört özelliği taşıyanlardır. Bu, sınav
salonunda kendisine belli bir süre tanınan öğrencinin o süre içinde sorulara
cevap vermek yerine başka işlerle uğraşması gibidir. Öğrenciye yakınındaki
saat işaret edilerek geçen zamanın zararına olduğu ve hüsrana uğrayacağı
belirtilir. Kârlı çıkan öğrenciler ise, kendilerine tanınan zamanın her anını
soruları cevaplamak için kullananlardır.
Burada "insan" kelimesi tekil olarak
kullanılmıştır; ama sonraki cümlede insanlar arasından bu dört özelliği
taşıyanlar istisna edilmiştir. Onun için burada "insan" kelimesinin cins isim
olarak kullanıldığını kabul etmek gerekir. Bu durumda "insan" kelimesinin
kapsamına şahıslar, güruhlar, milletler ve bütün insanoğlu girer; yani
zikredilen dört sıfattan yoksun olanlar kimler olursa olsunlar
hüsrandadırlar, bu her şartta geçerlidir. Şahıs, millet ve insanoğlu girer;
bunlar içinde hüküm aynıdır. Örneğin: Zehirin öldürücü özelliği vardır. Fert,
toplum veya bütün insanlık zehir içmeye kalkışsa, sonuç değişmez, zehir her
halükarda öldürücüdür. Tıpkı bunun gibi onlar geçen dört özellikten
yoksunlarsa, küfür üzere ve kötü işler içinde bulunuyorlarsa, birbirlerini
batıla teşvik ediyorlarsa, nefislerine tapmayı telkin etme üzerinde
birleşiyorlarsa hüsran içindedirler.
Şimdi "hüsran" kelimesinin Kur'an'da
hangi manada kullanıldığına gelelim.
Hüsran kelimesi lügat olarak, kârın zıttıdır.
Ticarette bu kelime genel olarak bir işte zarar etmeyi veya iş hayatında
sürekli zarar etmeyi ifâde etmek için kullanılmıştır. İnsan bütün işlerinde
zarar etmiş ve sermayesini de kaybetmişse, bu kelime bu iflas hâli için de
kullanılır. Kur'an-ı Kerim, "hüsran" kelimesini özel bir terim olarak "felah"
kelimesinin zıttı olarak kullanmıştır.
İslam'ın "felah" düşüncesi, sadece
dünyevî refahı değil, insanın gerçek dünyası olan ahireti de kapsadığı gibi
"hüsran"düşüncesi de sadece dünyevî başarısızlığı değil, aynı zamanda
ahiretteki başarısızlığı da kapsar. Kur'an'daki felah ve hüsran kelimelerini
işte böylece açıklamış bulunuyoruz. Kur'an kesinlikle buyuruyor ki: "İnsan
büyük hüsrandadır." Bunun anlamı hem dünyada hem de ahirette hüsrandadır,
demektir. Bu hüsrandan aşağıdaki "dört özelliği" taşıyanların kurtulmaları,
her iki dünyada da hüsrandan kurtulmaları anlamına gelir.
Şimdi kurtuluşa ermenin kendisine bağlı olduğu
dört sıfata bakalım:
Birincisi, iman'dır. Bu kelime Kur'an-ı
Kerim'in bazı yerlerinde sadece lisan ile ikrar etmeye dayalı iman için
kullanılmıştır. Meselâ: Nisa, 137; Maide, 54; Enfal, 20-27; Tevbe, 38; Saff, 2.
Bu kelimenin asıl manası, samimi bir kalp ile
inanmak ve yakîne ermektir. Arapça kullanımı da aynıdır.
Lügatte iman kelimesinin bazı kullanımları:
"Amene lehu"nun manası: "Saddaka ve i'temede aleyhi (tasdik ve itimat etti)"dir.
"Amene bihi"nin manası: "Aykane bihi (ona yakîn etti)"dir.
Kur'an-ı Kerim gerçek imanın ne olduğunu
aşağıdaki ayetlerle açıklamıştır.
"Mü'minler onlardır ki, Allah'a ve Resûlüne
inandılar, sonra şüphe etmediler."[1]
"Rabbimiz Allah deyip sonra doğru yolda sebat
edenler.."[2]
"Mü'minler o kimselerdir ki, Allah anıldığı
zaman yürekleri ürperir."[3]
"Hayır Rabbinin hakkı için onlar, aralarında
çıkan çekişmeli işlerde seni hakim yapıp burada senin verdiğin hükme karşı
içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar."[4]
Yine ayet-i kerimede şöyle buyuruluyor:
"Ey inananlar! Allah'a ve Resûlü'ne inanın!"[5]
Burada bir soru ile karşı karşıya geliyoruz:
İman etmemiz emredildiğinde nelere iman etmemiz isteniyor? Kur'an-ı Kerim'de bu
sorunun cevabı açıkça bildirilmemiştir.
İman etmekten muradın birincisi, Allah'a iman
etmektir. Ancak sadece varlığına değil, aynı zamanda tek ilah olduğuna,
insanların kısmetini düzenleyip bozanın ancak Allah olduğuna, dua ve tevekkül
edilecek varlığın ancak O olduğuna, ancak O'nun emirlerine uyulup ve ancak
O'nun men ettiklerinden uzak durulacağına, her şeyi gören ve duyanın ancak O
olduğuna, insanın sadece fiillerini değil, fiillerini harekete geçiren gizli
niyetlerini de bildiğine inanmaktır.
İkincisi, Resûlullah'a inanmaktır. O'nun
Allah tarafından tayin edilmiş yol gösterici olduğuna, getirdiği talimatın
Allah tarafından ve hak olduğuna, O'na itaat etmenin zorunlu olduğuna
inanmaktır. Risalete iman etmek aynı zamanda meleklere, semavi kitaplara,
peygamberlere, Kur'an'a inanmaya da şamildir. Çünkü bunlar, Allah ve
Resûlü'nün getirdiği talimatların bir parçasıdır.
Üçüncüsü, ahirete inanmaktır. İnsanın bu
dünya hayatı ilk ve son değildir. Ölümden sonra tekrar diriltilecektir. Bu
dünyada işlediği amellerin hesabını Allah'a verecek ve bunun sonunda salih
olanlar mükâfatlandırılacaktır. Kötü olanlar cezaya çarptırılacaktır. Bu
şekilde iman, üzerine temiz hayat inşa edilebilecek ahlâk, yaşayış ve
karakter için sağlam bir temel teşkil eder. Yoksa insanın hayatı ne kadar
parlak görünse de onun durumu, dalgaların amansız olarak sağa sola sürüklediği
ve hiçbir yerde karar kılamayan kılavuzsuz bir gemiye benzer.
İnsanın hüsrandan kurtulması için gerekli olan
imandan sonraki ikinci özellik salih ameldir.
Kelimenin anlamı bütün iyilikleri kapsar. Küçük
ve büyük iyilik de buna dahildir. Ama Kur'an'a göre, iman kökü olmayan hiçbir
amel, salih amel sayılmaz. Herhangi bir amel, Allah ve Resûlünün bildirdiği
hidayete uygun işlense de iman olmaksızın salih amel sayılmaz. Onun için
Kur'an-ı Kerim'de nerede salih amelden söz edilmişse orada iman zikredilmiştir.
Aynı zamanda hiçbir yerde iyi bile olsa imansız bir amele mükâfat söz
verilmemiştir. Diğer taraftan, faydalı ve muteber imanın amel ile ispat edilmiş
olduğu belirtilmiştir. Yoksa salih amel olmadan yürütülen bir iman davasını
insan kendi kendine reddetmiş olur. Çünkü o insan iman iddiasına rağmen Allah
ve Resûlü'nün gösterdiği yoldan başka yol takip etmektedir. İman ve salih amel
ilişkisi, tohum ve ağaç ilişkisi gibidir. Eğer toprakta tohum yoksa ağacın
meydana gelmesi söz konusu olamaz. Ama eğer toprakta tohum olduğu hâlde ağaç
meydana gelmiyorsa, bunun anlamı, tohumun toprakta gömülü kalmış olmasıdır.
Onun için Kur'an'da verilen müjdeler, iman etmenin yanında salih amel de
işleyenler için geçerlidir.
Bu sûreye göre; insanın hüsrandan kurtulması
için imandan sonra salih amelde bulunmalıdır. Salih amel olmadan sadece iman
ile insan hüsrandan kurtulamaz. Yukarıda zikredilen iki sıfat her fertte
olmalıdır. Bu sûrede daha sonra, hüsrandan kurtulmak için iki sıfat daha
açıklanmıştır. Bunlar, iman ettikten ve salih amel işledikten sonra
birbirlerine hakkı telkin ve sabrı tavsiye etmektir. Bunun anlamı:
Birincisi: İman eden ve salih amel işleyenler,
bunları ferdî olarak yapmakla kalmamalı aynı zamanda mü'min ve salih bir
toplum meydana getirmelidirler.
İkincisi: Bu toplumu bozulmaktan kurtarabilmek
için her fert kendi sorumluluğunu idrak etmelidir. Onun için toplumun bütün
üyelerinin birbirlerine hakkı ve sabrı telkin etmeleri farzdır.
Üçüncüsü: "Hak" kelimesidir ki, batılın
zıttıdır. Genellikle iki manada kullanılır. Birincisi, doğruya, adalete uygun
ve gerçek sözdür. İster akide ve iman ile ilgili olsun, ister dünyevî meseleler
hakkında olsun aynıdır. İkincisi, insanın yerine getirmesi vacip olan haktır.
Allah'ın hakkı, insanların hakkı veya nefsin hakkı olabilir. Hak kelimesini
tavsiye etmenin anlamı, ehli imandan müteşekkil toplumun hakka karşı batılın
yayılmasına seyirci kalmayacak kadar duyarlı olmasıdır. Bu gibi toplumlarda ne
zaman ve nerede batıl baş kaldırırsa hak kelimesini söyleyenler seslerini
yükseltmelidirler. Toplumda her fert sadece kendisi hakkı, doğruluğu ve adaleti
yerine getirmekle kalmamalı aynı zamanda bunu başkalarına da tavsiye etmelidir.
Bir cemiyeti ahlâkî düşüşten korumak ancak bu şekilde mümkün olur. Eğer
cemiyette bu ruh yoksa toplum hüsrandan kurtulamaz. Herkes kendine bir hayat
tarzı kurmuş, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya metaına duyulan ilgi kadar gerçek
hayata, ebedî ahiret yurduna da ilgi duyulsa idi bizler bu hâle gelmeyecektik.
Şahsî olarak hak üzerinde bulunanlar, cemiyetin bozulmasına seyirci kalmaları
sonucu hak üzerinde daima kalamaz, hüsrandan kurtulamazlar. Bu nedenle
(Maide sûresinde) Hz. Davud (a.s.) ve Hz. İsa (a.s.) diliyle Benî İsrail'e lânet
edilmiştir. Bu lânetin sebebi, o dönemde yahudi toplumunda yaygın olan günah ve
zulüm irtikabından birbirlerini men etmemeleriydi.
Ayrıca A'raf sûresi 163-166. ayetlerde, Benî
İsrail'in cumartesi yasağını açıkça çiğneyerek balık tutmaya başladıkları, bu
nedenle de onlara azap indirildiği; bu azaptan, günahı önlemek için çaba sarf
edenlerin kurtulduğu açıklanmıştır. Aynı şey Enfal sûresinde de açıklanmıştır:
"Azabı sadece günah işleyenlerde kalmayacak
fitneden sakının."[6]
Onun için emr-i bil-maruf ve nehy-i ani'l-münker
ümmete farz kılınmıştır.[7]
[1]
Hucurat, 49/15
[2]
Fussilet, 41/30
[3]
Enfâl, 8/2
[4]
Nisâ, 4/65
[5]
Nisâ, 4/136
[6]
Enfâl, 8/25
[7]
Bkz. Âl-i İmrân, 3/104
Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.
SABIR
- Sabır Ve Namaz.
- SABIR..
- Önsöz.
- Sabr'ın Tanımı ve Mahiyeti
- Sabrın Anlamı Ve Çeşitleri
- Sabrın Önemi
- Sabırlı Olmak.
- Sözlü Saldırı Ve Eziyetlere Karşı Sabır
- Fiilî Saldırı Ve Eziyetlere Karşı Sabır
- Merhametli Olmak.
- Mütevazi Olmak.
- Daveti Allah İçin Yapmak.
- Kur'an-ı Kerim Sabrı Anlatıyor
- Asr Sûresinin Meali
- Asr Sûresi Hakkında Açıklama.
- Kur'an-ı Kerim'de Sabır
- Sabırda Israrlı Olmak
- Hadis-i Şeriflerde Sabır ve Sabrın Fazileti
- Tahrife Kurban Giden Sabır Kavramı Sabır; Pasiflik, Zillet ve Miskinlik midir?.
- Sabır Aktif Bir Direniştir
- Sabrın Sözlük Anlamları
- İman-Sabır İlişkisi
- İslâmî Hareket Mücadeleyi; Mücadele de Sabrı Gerektirir
- Sabrı Tavsiye.
- Kur'an-ı Kerim'de Peygamberlerin Sabırlarından Örnekler
- Hz. Musa ile Hızır Kıssası
- Eyyüb (a.s.)'ın Sabrına Dair Birkaç Söz..
- Hz. Yakup (a.s.)'ın Sabrı
- Sabır Çeşitleri
- 1. İbadetlerin Getirdiği Çilelere Sabır