İmparatorun Mabede Gelişi
İmparatorun Mabede Gelişi
İmparatorun Mabede
Gelişi
"Ve onların üzerlerine bir azap yağmuru
yağdırdık, artık bak günahkarların akıbeti nasıl oldu? "[1]
Milattan sonra 241-251 seneleri arası...
Bir ibadet günü...
Herkes mabede gitmek için hazırlık yapıyor, en
güzel elbiselerini giyiyordu. Şehrin sokakları çeşitli renklerde elbiseli
insanlarla dolu ve her köşede bir kitle, bir kalabalık göze çarpıyordu. Şehrin
en güzel ve en işlek yolu ise İmparator Dekyanus gelecek diye onu görmeye gelmiş
insanlarla hıncahınç dolmuştu. Halk âdeta birbirini eziyor, İmparator'u görmek
için can atıyordu.
İmparator, altın ve gümüşlerle süslenmiş atların
çektiği saltanat arabasına binmiş, debdebeli ve göz kamaştırıcı bir
merasimle, etrafını saran memleketin en asil, en yüksek ailelerine mensup
gençlerle, ağır ağır mabede doğru yol alıyordu.
Bütün yol boyunca İmparator'u teşci eden
insanlar, ona saygı ile eğiliyorlar, bir tanrıya taparcasına rükuya
varıyorlardı. Tabi İmparator da kendinin anlayamadığı bu yalancı tebessüm ve
saygılardan zevk alıyor, kendi kendine gururu bir kat daha artıyordu. Yanında
bulunan beş kumandanına tenezzüllü bir bakışla şöyle söylüyordu:
- Bir yığın köle, binlerce kul ve benim
müsaademle ölen, yine benim müsaademle dirilmeye muktedir cahil halk...
Ve böylece İmparator, sahte tebessüm ve riya
dolu bakışlar arasında ilerleyerek nihayet mabede ulaştı. İmparator ve maiyeti
burada atlardan, arabalardan inerek mabede girdiler.
Mabedin içerisi insan, hayvan ve daha başka
şekillerde taştan yapılmış birtakım put ve heykellerle dolu idi. İmparator ve
maiyetinden her biri bir putun önünde durarak, bu inandıkları ve güvendikleri
tanrıların karşısında vecd içinde saygıyla yerlere kapanıyor, secdeye
varıyorlardı. Ancak bu şaşkın ve taşkın halk arasından bir kişinin,
İmparator'un maiyetinde gelen gençlerden birinin, onlarla beraber secde
etmediği görüldü. Onun putlara karşı hürmetkâr bir hareketi yoktu. Sadece kendi
düşüncesi ile baş başa, ayakta dimdik durmaktaydı. İmparator daha önlerde
bulunduğu için onun bu hareketini fark edemiyordu, eğer görmüş olsaydı, ne
yapmazdı? Marazî bir zevk aldığı aslanlara insanların parçalattırılması olayı
bile yapacağının yanında hiç kalırdı. Evet, İmparator görmemişti; ama
İmparator'un maiyetinde ile gelen diğer gençler onun bu düşünceli hâlinin
farkına varmışlardı. Kendileri ile beraber putların önünde secdeye varmadığını
görmüşlerdi. İmparator hâlâ bu durumun farkında değildi. Çünkü o, etrafına
bakmadan büyük bir vecd içinde putlara tapmakla meşguldü.
İmparator tapınmasını bitirdikten sonra maiyet
erkanıyla birlikte tekrar arabasına döndü. Saltanat arabası, yolun her iki
tarafına birikmiş ve İmparator'un korkusundan yerlere kapanmış olan insan
topluluğunun içinden geçerek saraya vâsıl oldu. Saray kapısından içeri
girdikten sonra kapılar kapandı. Ondan sonra İmparator ile beraber ayine
iştiraklerine müsaade edilmeyen halka, mabedin kapıları açık bırakıldı. Putlara
tapmalarına izin verildi. O gece hükümdarın maiyetinde törene iştirak eden
gençler evlerine dönmek üzere saraydan ayrıldılar. Yalnız evlerine dağılmadan
önce o gün mabette putlara tapmayan gence arkadaşları yaptığı bu hareketin
manasını sormaya karar verdiler ve yanına yaklaşarak sordular:
- Bu gece seninle konuşacaklarımız var. Gel,
gizli bir yere gidelim de seninle sakin ve rahatça konuşalım, dediler.
Genç adam:
- Haydi öyle ise, buyurun bizim eve gidelim,
dedi.
Toplu hâlde onun evine gittiler. Biraz
oturduktan sonra ilk olarak içlerinden biri söze başladı:
- Bugün sen neden bir başka hâldeydin? Hem
atalarımızdan kalan ulu tanrılarımıza da saygı göstermedin. Bizimle beraber
ilahlarımıza secde etmedin!
- Evet, hakkınız var. Bugün ben sizden başka
hâldeydim. "Tanrı" diye tapılan bu şeyler hakkında uzun uzun düşündüm, dedi.
Ve sonra onları alarak, evlerinin ön tarafına
terasa çıkardı. Gece başlamıştı... İlk yıldızlar ışıklarını çoğalta çoğalta
dünyayı aydınlatmaktaydılar. Gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatan bu yıldızları
göstererek onlara şöyle dedi:
- Çok dikkatli bakın şu ilahî nizama. Bunu ancak
bu kâinatın yaratıcısı yani benim Rabbim yapabilir.
Sonra devam etti:
- İnsanlara hiçbir faydası ve zararı olmayan,
kendi ellerimizle yaptığımız bu putlara ibadet etmeyi manasız buluyorum. Onun
için bugün ben sizin tapmanıza iştirak etmedim.
- Peki ne düşündün, ne yapmak, neye inanmak
istiyorsun?
O sadece güldü ve şu cevabı verdi:
- Ben şunu düşünüyor ve inanıyorum ki: Şimdiye
kadar ne büyük bir dalalet içindeymişim de sizinle beraber bu manasız, bu
kuvvetsiz taş parçalarına tapmışım. Yerleri, gökleri ve içindekileri yaratan
ve onlara hayat veren o tek varlığı, o yüce kudreti akıl edememişim. Ama artık
benim mabudum O'dur. Ben O'na inanıyorum.
- Peki, sen, putların gazabından korkmuyor
musun?
- Korkmuyorum, çünkü putları biz kendi
ellerimizle ağaçtan, taştan yaptık. Onlar cansız ve acizdirler. Hiç kimseye
zararları dokunmaz.
Arkadaşları şaşırmışlardı. Telâşla birbirlerine
bakındılar, söyleyecek söz bulamıyorlardı.
Genç sözlerine devam etti:
- Şimdi size bir sual soracağım. Bizi
birbirimize bağlayan, yaklaştıran kimdir dersiniz?
- Kim olacak, olaylar, tesadüfler.
- Bu tesadüfleri, olayları hazırlayan kimdir?
- Talihimiz, kaderimizdir.
- Peki, ya bunları kim hazırlıyor?
- Tabi ki ilahlarımız.
- Yani birtakım sûretlerle şekillendirmeye,
gözlerimizde canlandırmaya çalıştığımız birçok tanrılar öyle mi?
- Elbette onlar.
- Onlar bu kadar çok olsalardı ihtilâfa
düşmezler miydi? Halbuki çevremizdeki her şey büyük bir intizam içerisinde ve
değişen, aksayan hiçbir şey yok. Biz ise en küçük bir işte birbirimize
düşüyoruz. Bir de dünyadaki hâdiseleri düşünün. Eğer, bunları birçok ilahlar
idare etmiş olsalardı, ihtilâfa düşmeyecekler midir? Elbette düşeceklerdir.
Birinin kötülük istemesine karşılık diğeri iyilik isteyecek, biri yağmur
yağdıralım derken diğeri buna muhalefet edecek ve yeryüzünün nizamı
bozulacaktı. O zaman da şu gördüğünüz nizam olmayacak, yeryüzü fesada
uğrayacaktı. İşte benim inandığım, dünyamıza bu nizamı veren, bütün canlıları
bir intizam içinde yaşatan o tek kudrettir. O, ibadet edilmeye lâyık en büyük
varlıktır.
- Bu senin tek kudret dediğin nasıl bir varlık?
- O, benim tasavvurumun tamamen dışındadır. O'nu
bir şeye benzetmeye kalkıştığım an O'nun o şeyin dışında olduğunu fark ediyorum.
Hatırıma getirdiğim her varlıktan başka bir şey, O'nu tarif etmekten acizim.
O'nun hiçbir varlığa benzemediğine ve her şeyden münezzeh olduğuna inanıyor,
gönlümde öylece yaşatıyorum. Bunun için bazen şehrin dışına çıkıyor, kendi
kendime tefekküre dalıyorum. Böylece o gerçek mabudu daha iyi tanıma
fırsatına sahip oluyorum.
Evet, artık bu sağır ve cansız taşları
tanımıyorum. Onları birer tanrı olarak kabul etmiyorum. Geçenlerde tek başıma
kırlara çıktım, derelerin şırıldadığını, karıncaların ve arıların bir nizam
içinde çalıştıklarını gördüm. Gözlerimi semaya diktim, orada bulutların lime
lime yarıldıklarını, güneşin ışıl ışıl titrediğini ve yaratıcının emri üzere
devridâim ettiğini düşündüm. Fark ettim ki, gök kubbede noktalaşan yıldızlar,
yeryüzündekilere göz kırpıyorlar. Sonra kendi kendime sordum: Bu gök kubbeyi
üzerimize seren, güneşini, ayını yaratan kimdir? Onu her biri dünya kadar güzel
olan bu yıldızlarla kim süsledi? Sonra tekrar etrafıma, yeryüzüne baktım ve
kendi kendime demin gördüklerimi tekrarladım. Yeryüzünü, bu âlemi böylesine
intizamlı ve düzgün kim yaptı? Onda biten ağaçları, ekinleri, meyveleri ve bunca
bitkileri kim yetiştirdi? Nehri akıtan, dağları, ovaları süsleyen, denizleri
uçsuz bucaksız bir âleme yayan kim? Evet, kim? Size soruyorum, haydi söyleyin,
sizin tanrıcıklarınız bunları yapabilir mi? Elbette yapamaz, çünkü onları siz
yapıyorsunuz, onlar kendi kendilerini idare etmekten acizdirler.
Arkadaşlarının şaşkınlığı ve donukluğu devam
ediyordu. Onları harekete geçirmek için "Gelin benimle!" dedi. Gittiler.
İçeride kayadan yapılmış bir putu kucaklayarak ortaya getirdi ve sordu.
- Bu nedir?
- Bu tanrı, dediler.
- Öyle mi? O hâlde dinleyin:
Madem ki bu âlemde gördüklerimizin hepsini
bunlar yarattı, öyle ise yere düştükleri vakit neden kalkmıyorlar? Birisi onlara
hakaret edince neden cezalandırmıyorlar?
Sonra ortaya koymuş olduğu putu ayaklarıyla
tekmelemeye ve parçalamaya başladı. Putperest arkadaşlarının hepsi bir köşeye
çekilmişler, endişe ve korkunun verdiği şaşkınlıkla ne yapacaklarını
bilemezken o gayet sakin ve kararlı bir gülümsemeyle:
- Neden ilahlarınız gazaba gelerek beni ve sizi
cezalandırmıyorlar? Ben hepsini parçaladım, eğer onlar sizin dediğiniz gibi
ilahlar olsalardı şimdi sizi cezalandırırlardı.
Halbuki onlar birer taş parçasından başka bir
şey değiller. Cansız varlıkların bizim gibi canlılara ne zararı dokunabilir?
Benim düşündüğüm ve inandığım Allah ise, her şeye kadir, bizi, dünyayı ve bütün
bu canlıları hep O yarattı. Göğü O donattı. Yıldızlar, ay, güneş hep O'nun
eseri. Ölüden diri, diriden ölü çıkaran O'dur. Yeryüzündeki bu nizam, bu ahenk
hep O'nun eseridir.
Gelin, siz de hiç vakit kaybetmeden benim
inandığım bir tek Allah'a inanın; zira kurtuluş bundadır, dedi ve ellerini
karanlıklara doğru kaldırarak:
- Allah'ım, sana nasıl ibadet edeceğimi
bilmiyorum. Eğer bilseydim öyle ederdim, beni affet, diyerek yerlere kapandı.
Bunu yapan "Telmiha" idi.
Arkadaşları hâlâ tereddütte ve düşünceli idiler,
Telmiha ayağa kalkarak sözlerine devam etti:
- Bildiğiniz ve düşündüğünüz gibi inanmakta
serbestsiniz. Bendeki akıl sizde de var.
Putperestler bir şey söylemeden çekip gittiler.
Sanki sihirli bir kuvvetin etkisi altında imişler gibi donuk donuk yürüyorlar,
gözler tek bir noktadan ayrılmıyordu. Telmiha'nın putları parçaladığını
gözleriyle görmüşler, bir şey yapmadıklarına şahit olmuşlar ve buna inanmak
istememişlerdi. Ama gerçekti, mabutları hareketsiz kalmışlar, Telmiha'yı
cezalandıramamışlardı. Yoksa Telmiha'nın bütün anlattıkları doğru muydu? Tekrar
buluşacakları için bu düşünce ile evlerine dağıldılar. Telmiha düşünceli idi,
azimli idi, imanını kuvvetlendirmek, bu âlemi ve bu varlıkları yaratanı daha
çok tanımak maksadıyla tekrar evden ayrılarak şehrin dışına çıktı, taşlı
yollarda, dikenli vadilerde dolaşmaya başladı. Yolunun üstünde dağlar, çıplak
kayalar, vadiler, uçurumlar vardı. Arada bir elini gökyüzüne kaldırıyor ve
"Ey arzı ile, seması ile, yıldızları ile bütün kâinatı yaratan! Bu vazifeyi
canı gönülden yapacağım." diye sesleniyordu. Önünde yüzlerce tapınağa boyun
eğen, dalalet ve günah ile yoğrulan koskoca bir âlem vardı.
Bu böyle devam etmemeli, onlara, o sapıklara,
dinsizlere haykırmalı idi: "Benim inandığım Allah'a tapın, O'na koşun, kurtuluş
yolu bundadır. O eşsiz ve tektir, evveli ve sonu yoktur. İnanılacak, korkulacak
yegâne varlık O'dur."
Sonra kendi kendine mırıldanmaya başladı:
"Şehre dönme sakın, o alçak putperest şehirde,
saadet denen şeyi kimse bulamamıştır.
Macera aşkına tutulup, gidecek olursan şunu bil
ki, kurtlar ve böcekler tarafından kemirilen dal ve budaklar misali sende
hayatiyet namına bir şey kalmayacaktır."
Onun bu mırıldanışı âlemi şu mısra ile
etkilemekte idi:
"Gecenin ortasında bir dalda, bir güvercin ah
edip inledi, halbuki ben uyuyordum.
Kabe'nin Rabbine andolsun ki, ben aşkımda
samimi değilim, yalan söylüyorum.
Zira gerçekten aşık olsaydım, güvercinler
ağlamakta beni geçemezdi.
Kendimi Rabbime aşık zannediyordum.
Halbuki ben ağlamıyorum da hayvanlar ağlıyor."
Telmiha'nın bu hâlde düşünceli, bitkin dolaşması
sabaha kadar sürdü. Yorgun, solgun bir yüzle eve döndü. Artık aradığını iyice
bulmuş, imanını kuvvetlendirmişti.
O gece arkadaşları hiç uyumamışlar, Telmiha'nın
sözlerini düşünerek, yataklarında kıvranıp durmuşlardı. Kendi inanç ve
düşünceleri ile Telmiha'nınkini karşılaştırmışlar, her defasında Telmiha galip
çıkmıştı. Gece sabah olur olmaz Telmiha'ya koşarak onun sözlerini doğru
bulduklarını, onun Allah'ına inandıklarını itiraf ederek, Telmiha ile
kucaklaşmışlardı. O da sevinç gözyaşlarını dökerek, Allah'a şükretmişti.
Bir müddet sonra gençlerden biri ileri atılarak
şunları söyledi:
- Beni yaratanın büyük bir kuvvet sahibi
olduğunu anlamış, eşsiz ve tek bir varlık olduğuna inanmış bulunuyorum.
Bundan sonra hepsi hemfikir olarak:
- Bizim Rabbimiz bütün göklerin ve yerin
Rabbidir. Biz O'ndan başka bir ilah tanımıyor ve O'ndan başkasına ibadet
etmiyoruz. Andolsun ki, bunun aksini söylersek hakikatten uzaklaşmış oluruz,
dediler.
Bu gençler artık o günden sonra her gün birinin
evinde toplanmaya başladılar. Allah'a dua ve ibadet ediyorlardı. Onların bu
hâlleri yavaş yavaş duyulmaya başladı. Bilhassa Telmiha'yı halk arasında tarif
ile tanıyamamak mümkün değildi. "Acizdi, aklını kaybetmişti, bir ruh hastası
idi." Halk artık onu bu şekilde anmaya başlamıştı. Eve de pek gitmiyordu, onlar
da inanmıyorlardı. Tek teselliyi kırlarda, bayırlarda dolaşmakta buluyordu.
Yine böyle bir gün idi. Şehirden oldukça
uzaklaşmıştı ki, bir çobana rast geldi. Selâm verdi, gitti yanına oturdu. Bir
zaman sessiz oturdular. Sonra sessizliği bozan çoban oldu. Telmiha'ya:
- Sana şehirde iyi sözler söylemiyorlar, dedi.
O zaman Telmiha şehrin dışında gecelediği bir
günü hatırladı:
Sabah oluyordu, günahkarlar vadisi ışıklarla
aydınlanmaya başlamıştı. Kainat uyanıyordu. Gökte hilâl kaybolmuş, yıldızlar
sönmüş, karanlığın sonsuz âlemi kaybolmuş, canlılar kıpırdanmaya başlamıştı.
Işıklarla beraber sesler artıyor, tüm yaşayanlar uyanıyordu. Güneşin karanlık
ufukları yırtarak doğuşu sadece yeryüzünü aydınlatıyordu.
İnsanlar yine ruhî karanlıkta idiler. Vicdan
kapıları kapanmış, günah kapıları ardına kadar açılmıştı; insanlar kötü yola
sapmışlardı. Putperest Dekyanus şehrinin (Tarsus) dağlarında güneş ışıl ışıl
ışımıştı. Yemyeşil ovalarda çobanlar sürülerini yaymaya başlamışlardı.
Güneş bir mızrak boyu yükselmişti. O hâlâ elleri
semada ve gözleri sonsuzluğa çevrilmiş bir heykel gibi ayakta dimdik ve
hareketsizdi. Toprağa diz çöktüğü zaman güneş gurup etmek üzereydi. Şimdi ise,
doğuyordu. Bir uzun gündüz ve gece nasıl çabucacık geçivermişti. O her zaman
böyleydi, ellerini semaya kaldırıp Yaratan'a yalvarmaya başladı mı saatler
birbirini kovalar, günler ve geceler bir dakika kadar kısalırdı. O, "Allah'ım!
Bana hakikî varlığını bildir." diye yalvarmaya başladı mı zamanın ve mekanın
dışına taşardı sanki.
Güneş gözlerine doldu, fakat gözlerini
kamaştırmadı.
"Şükürler olsun sana Allah'ım! Bizi bir yeni
güne daha kavuşturdun. Senin nimetlerini bugün de görüyorum. Çimenin
yeşilinde, ağacın çiçeğinde, dalın meyvesinde, meyvenin kokusunda, lezzetinde
senin nimetlerinden olmanın hazzı ve lezzeti var. Eminim o taş parçalarından
hiçbiri bunları var edemez, beni affet, seni geç duyabildim, yemin olsun sana
inanıyorum."
Sonra yine çobanın dediklerini duymaya başladı.
- Deli, sapık ve daha neler demiyorlar ki, sen
hakikaten böyle misin? Benim böyle şeylere aklım ermez. Fakat sen hiç o
vasıfta bir kimseye benzemiyorsun, neden bu duruma meydan veriyorsun? Sonra
ilahlarımıza küfrediyormuşsun, bunlar doğru mu? Bana gizlemeden söyle açıkça
inanacağım; çünkü sen daha önce İmparator'un en güvendiği gençlerden biri idin.
Senin yalan söz söylediğini duymadım. Bugün ise İmparator Dekyanus'un can
düşmanı imişsin.
Gençler arasında seni örnek göstermeyen bir asil
aileye rastlanmıyordu. Halbuki şimdi sana hep gazap ediyorlar. Bunun sebebi
nedir? Tanrılarımızdan başkasına mı inanıyorsun? Eğer bir şey varsa, bana da
anlat, inandığın tanrını bana tarif et. Eğer bizim ilahımızdan daha kuvvetli ve
daha kudretli ise ben de senin inandığına tapacağım. Yok eğer yalancı isen,
iftira ediyorsan, putlarımız seni müthiş bir felâkete uğratırlar, gazap ve
intikamlarından kurtulamazsın.
- Hayır, hayır. Sen yalancısın, sen sapıksın,
sen delisin. Bir taş ve toprak parçasından medet umuyorsun. Halbuki benim
Allah'ım birdir, dâim ve bâkidir, doğmamıştır, doğurulmamıştır ve hiçbir kimse
onun dengi olamaz.
Sen benim Allah'ımdan hâlâ korkmuyorsun da
putların gazabından, intikamından bahsediyorsun!
Halbuki şu âlemi, arzı, semayı halk eden senin
ilahın değil, benim Rabbimdir. Sen ve senin gibi sayısız insan toplulukları,
yüz yıllar boyunca şu âlemde ölüp göç ettiler.
Şimdi bana dön ve iyi dinle:
Kardeşlerimi en büyük sevgilerden,
Allah'larından ayırdın,
Gündüzlerden aldın,
Tükenmez gecelere bıraktın.
Yaşarlarken bir mezar hayatı,
Hazırladın onlara...
Ama günü gelince,
Uyanacaklar,
Üzerlerine yığdığın günahı tekmeleyecekler,
Silkinip kalkacaklar.
Bu muhakkak.
Ancak sana nelerin hazırlandığını
Düşünemiyorum... Bilmiyorum.
O kadar yedi kat yerin dibindesin ki...
Çoban ürperdi. Kara, tipiye tutulmuşçasına
titredi. Sessizlik ve gece onu büsbütün perişan ediyordu, yalvarırcasına:
- Konuş, daha konuş, ey kardeşim, dedi.
Sonra daha fazla dayanamayarak Telmiha'nın
boynuna atıldı ve kucaklaşarak öpüştüler. Böylece hakikat-i ilahî ona da
tecelli etmişti. Bu Keşeftatayyuş idi. Sonra endişe ile:
- Korkuyorum ey Telmiha, dedi.
Kaçalım bu melun şehirden ve halkından.
İmparator bizi sağ koymaz, muhakkak öldürür. Evet, Dekyanus kötü ve zalimdir,
intikamı feci olur.
- Ey kardeşim, sen kendini rahat tut, bize kimse
bir şey yapamaz. Bizi yaratan Allah'ımız muhakkak bizi koruyacaktır. Bugün
arkadaşlarımla görüşelim. Sen de gel aramıza, orada karar kılarız.
Akşam yine arkadaşlarından birinin evinde
toplandılar. O gece İmparator'un yakınlarından biri onların toplandıkları
yere çıkageldi ve onları ibadet ederken gördü, bütün hiddetiyle:
- Bu yaptığınız nedir? diye sordu.
- Milletimiz, İmparator Dekyanus ve hepiniz
taşlara ibadet ediyorsunuz. Muhakkak ki sizler büyük bir sapıklık üzere
bulunmaktasınız. Biz artık bu dalaletten, bu putperestlikten sarfınazar ettik.
Artık hak üzereyiz. Gördüğün gibi biz, yeri, göğü ve her ikisi arasında mevcut
bütün her şeyi yoktan var eden Allah'a ibadet etmekteyiz. Senin de bize
katılmanı ve kurtuluşa kavuşmanı istiyoruz, dediler.
Adam:
- Ben ecdâdımın dinini terk edip de başka bir
din kabul edemem, ben onları bu şekilde buldum. Onların izinde gideceğim, dedi.
Gençler bu adamı, yeni inandıkları dine sokmak
için hayli uğraştılar. Fakat adam kabul etmedi. Onlardan ayrılır ayrılmaz,
soluk soluğa hemen İmparator'un karşısına çıktı. Orada gördüklerini hiç eksiksiz
hepsini anlattı. İmparator'un etrafında toplanan bu gençlerin, İmparator'un
dinini terk edip yeni bir dine girdiklerini haber verdi. İmparator fena gazaba
gelmişti, kendi mensup oldukları dini terk ettiklerinden dolayı onları şiddetli
bir azap ile cezalandıracağına and içti.
Gençler bu adamın doğruca İmparator'a
gideceğini, kendilerinden şikayette bulunacağını ve İmparator'un da
kendilerine kızıp öfkeleneceğini, yakalatıp derhal öldürmek isteyeceğini
anlamışlardı. Hemen vakit geçirmeden durumu aralarında istişare ettiler.
Düşündüler, taşındılar, nihayet onlar İmparator'dan evvel davranıp, şehri terk
edeceklerini kararlaştırarak ayrıldılar.
[2]
[1]
A'raf, 7/84
[2]
Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.
İmparatorun Mabede
Gelişi
"Ve onların üzerlerine bir azap yağmuru
yağdırdık, artık bak günahkarların akıbeti nasıl oldu? "[1]
Milattan sonra 241-251 seneleri arası...
Bir ibadet günü...
Herkes mabede gitmek için hazırlık yapıyor, en
güzel elbiselerini giyiyordu. Şehrin sokakları çeşitli renklerde elbiseli
insanlarla dolu ve her köşede bir kitle, bir kalabalık göze çarpıyordu. Şehrin
en güzel ve en işlek yolu ise İmparator Dekyanus gelecek diye onu görmeye gelmiş
insanlarla hıncahınç dolmuştu. Halk âdeta birbirini eziyor, İmparator'u görmek
için can atıyordu.
İmparator, altın ve gümüşlerle süslenmiş atların
çektiği saltanat arabasına binmiş, debdebeli ve göz kamaştırıcı bir
merasimle, etrafını saran memleketin en asil, en yüksek ailelerine mensup
gençlerle, ağır ağır mabede doğru yol alıyordu.
Bütün yol boyunca İmparator'u teşci eden
insanlar, ona saygı ile eğiliyorlar, bir tanrıya taparcasına rükuya
varıyorlardı. Tabi İmparator da kendinin anlayamadığı bu yalancı tebessüm ve
saygılardan zevk alıyor, kendi kendine gururu bir kat daha artıyordu. Yanında
bulunan beş kumandanına tenezzüllü bir bakışla şöyle söylüyordu:
- Bir yığın köle, binlerce kul ve benim
müsaademle ölen, yine benim müsaademle dirilmeye muktedir cahil halk...
Ve böylece İmparator, sahte tebessüm ve riya
dolu bakışlar arasında ilerleyerek nihayet mabede ulaştı. İmparator ve maiyeti
burada atlardan, arabalardan inerek mabede girdiler.
Mabedin içerisi insan, hayvan ve daha başka
şekillerde taştan yapılmış birtakım put ve heykellerle dolu idi. İmparator ve
maiyetinden her biri bir putun önünde durarak, bu inandıkları ve güvendikleri
tanrıların karşısında vecd içinde saygıyla yerlere kapanıyor, secdeye
varıyorlardı. Ancak bu şaşkın ve taşkın halk arasından bir kişinin,
İmparator'un maiyetinde gelen gençlerden birinin, onlarla beraber secde
etmediği görüldü. Onun putlara karşı hürmetkâr bir hareketi yoktu. Sadece kendi
düşüncesi ile baş başa, ayakta dimdik durmaktaydı. İmparator daha önlerde
bulunduğu için onun bu hareketini fark edemiyordu, eğer görmüş olsaydı, ne
yapmazdı? Marazî bir zevk aldığı aslanlara insanların parçalattırılması olayı
bile yapacağının yanında hiç kalırdı. Evet, İmparator görmemişti; ama
İmparator'un maiyetinde ile gelen diğer gençler onun bu düşünceli hâlinin
farkına varmışlardı. Kendileri ile beraber putların önünde secdeye varmadığını
görmüşlerdi. İmparator hâlâ bu durumun farkında değildi. Çünkü o, etrafına
bakmadan büyük bir vecd içinde putlara tapmakla meşguldü.
İmparator tapınmasını bitirdikten sonra maiyet
erkanıyla birlikte tekrar arabasına döndü. Saltanat arabası, yolun her iki
tarafına birikmiş ve İmparator'un korkusundan yerlere kapanmış olan insan
topluluğunun içinden geçerek saraya vâsıl oldu. Saray kapısından içeri
girdikten sonra kapılar kapandı. Ondan sonra İmparator ile beraber ayine
iştiraklerine müsaade edilmeyen halka, mabedin kapıları açık bırakıldı. Putlara
tapmalarına izin verildi. O gece hükümdarın maiyetinde törene iştirak eden
gençler evlerine dönmek üzere saraydan ayrıldılar. Yalnız evlerine dağılmadan
önce o gün mabette putlara tapmayan gence arkadaşları yaptığı bu hareketin
manasını sormaya karar verdiler ve yanına yaklaşarak sordular:
- Bu gece seninle konuşacaklarımız var. Gel,
gizli bir yere gidelim de seninle sakin ve rahatça konuşalım, dediler.
Genç adam:
- Haydi öyle ise, buyurun bizim eve gidelim,
dedi.
Toplu hâlde onun evine gittiler. Biraz
oturduktan sonra ilk olarak içlerinden biri söze başladı:
- Bugün sen neden bir başka hâldeydin? Hem
atalarımızdan kalan ulu tanrılarımıza da saygı göstermedin. Bizimle beraber
ilahlarımıza secde etmedin!
- Evet, hakkınız var. Bugün ben sizden başka
hâldeydim. "Tanrı" diye tapılan bu şeyler hakkında uzun uzun düşündüm, dedi.
Ve sonra onları alarak, evlerinin ön tarafına
terasa çıkardı. Gece başlamıştı... İlk yıldızlar ışıklarını çoğalta çoğalta
dünyayı aydınlatmaktaydılar. Gökyüzünü pırıl pırıl aydınlatan bu yıldızları
göstererek onlara şöyle dedi:
- Çok dikkatli bakın şu ilahî nizama. Bunu ancak
bu kâinatın yaratıcısı yani benim Rabbim yapabilir.
Sonra devam etti:
- İnsanlara hiçbir faydası ve zararı olmayan,
kendi ellerimizle yaptığımız bu putlara ibadet etmeyi manasız buluyorum. Onun
için bugün ben sizin tapmanıza iştirak etmedim.
- Peki ne düşündün, ne yapmak, neye inanmak
istiyorsun?
O sadece güldü ve şu cevabı verdi:
- Ben şunu düşünüyor ve inanıyorum ki: Şimdiye
kadar ne büyük bir dalalet içindeymişim de sizinle beraber bu manasız, bu
kuvvetsiz taş parçalarına tapmışım. Yerleri, gökleri ve içindekileri yaratan
ve onlara hayat veren o tek varlığı, o yüce kudreti akıl edememişim. Ama artık
benim mabudum O'dur. Ben O'na inanıyorum.
- Peki, sen, putların gazabından korkmuyor
musun?
- Korkmuyorum, çünkü putları biz kendi
ellerimizle ağaçtan, taştan yaptık. Onlar cansız ve acizdirler. Hiç kimseye
zararları dokunmaz.
Arkadaşları şaşırmışlardı. Telâşla birbirlerine
bakındılar, söyleyecek söz bulamıyorlardı.
Genç sözlerine devam etti:
- Şimdi size bir sual soracağım. Bizi
birbirimize bağlayan, yaklaştıran kimdir dersiniz?
- Kim olacak, olaylar, tesadüfler.
- Bu tesadüfleri, olayları hazırlayan kimdir?
- Talihimiz, kaderimizdir.
- Peki, ya bunları kim hazırlıyor?
- Tabi ki ilahlarımız.
- Yani birtakım sûretlerle şekillendirmeye,
gözlerimizde canlandırmaya çalıştığımız birçok tanrılar öyle mi?
- Elbette onlar.
- Onlar bu kadar çok olsalardı ihtilâfa
düşmezler miydi? Halbuki çevremizdeki her şey büyük bir intizam içerisinde ve
değişen, aksayan hiçbir şey yok. Biz ise en küçük bir işte birbirimize
düşüyoruz. Bir de dünyadaki hâdiseleri düşünün. Eğer, bunları birçok ilahlar
idare etmiş olsalardı, ihtilâfa düşmeyecekler midir? Elbette düşeceklerdir.
Birinin kötülük istemesine karşılık diğeri iyilik isteyecek, biri yağmur
yağdıralım derken diğeri buna muhalefet edecek ve yeryüzünün nizamı
bozulacaktı. O zaman da şu gördüğünüz nizam olmayacak, yeryüzü fesada
uğrayacaktı. İşte benim inandığım, dünyamıza bu nizamı veren, bütün canlıları
bir intizam içinde yaşatan o tek kudrettir. O, ibadet edilmeye lâyık en büyük
varlıktır.
- Bu senin tek kudret dediğin nasıl bir varlık?
- O, benim tasavvurumun tamamen dışındadır. O'nu
bir şeye benzetmeye kalkıştığım an O'nun o şeyin dışında olduğunu fark ediyorum.
Hatırıma getirdiğim her varlıktan başka bir şey, O'nu tarif etmekten acizim.
O'nun hiçbir varlığa benzemediğine ve her şeyden münezzeh olduğuna inanıyor,
gönlümde öylece yaşatıyorum. Bunun için bazen şehrin dışına çıkıyor, kendi
kendime tefekküre dalıyorum. Böylece o gerçek mabudu daha iyi tanıma
fırsatına sahip oluyorum.
Evet, artık bu sağır ve cansız taşları
tanımıyorum. Onları birer tanrı olarak kabul etmiyorum. Geçenlerde tek başıma
kırlara çıktım, derelerin şırıldadığını, karıncaların ve arıların bir nizam
içinde çalıştıklarını gördüm. Gözlerimi semaya diktim, orada bulutların lime
lime yarıldıklarını, güneşin ışıl ışıl titrediğini ve yaratıcının emri üzere
devridâim ettiğini düşündüm. Fark ettim ki, gök kubbede noktalaşan yıldızlar,
yeryüzündekilere göz kırpıyorlar. Sonra kendi kendime sordum: Bu gök kubbeyi
üzerimize seren, güneşini, ayını yaratan kimdir? Onu her biri dünya kadar güzel
olan bu yıldızlarla kim süsledi? Sonra tekrar etrafıma, yeryüzüne baktım ve
kendi kendime demin gördüklerimi tekrarladım. Yeryüzünü, bu âlemi böylesine
intizamlı ve düzgün kim yaptı? Onda biten ağaçları, ekinleri, meyveleri ve bunca
bitkileri kim yetiştirdi? Nehri akıtan, dağları, ovaları süsleyen, denizleri
uçsuz bucaksız bir âleme yayan kim? Evet, kim? Size soruyorum, haydi söyleyin,
sizin tanrıcıklarınız bunları yapabilir mi? Elbette yapamaz, çünkü onları siz
yapıyorsunuz, onlar kendi kendilerini idare etmekten acizdirler.
Arkadaşlarının şaşkınlığı ve donukluğu devam
ediyordu. Onları harekete geçirmek için "Gelin benimle!" dedi. Gittiler.
İçeride kayadan yapılmış bir putu kucaklayarak ortaya getirdi ve sordu.
- Bu nedir?
- Bu tanrı, dediler.
- Öyle mi? O hâlde dinleyin:
Madem ki bu âlemde gördüklerimizin hepsini
bunlar yarattı, öyle ise yere düştükleri vakit neden kalkmıyorlar? Birisi onlara
hakaret edince neden cezalandırmıyorlar?
Sonra ortaya koymuş olduğu putu ayaklarıyla
tekmelemeye ve parçalamaya başladı. Putperest arkadaşlarının hepsi bir köşeye
çekilmişler, endişe ve korkunun verdiği şaşkınlıkla ne yapacaklarını
bilemezken o gayet sakin ve kararlı bir gülümsemeyle:
- Neden ilahlarınız gazaba gelerek beni ve sizi
cezalandırmıyorlar? Ben hepsini parçaladım, eğer onlar sizin dediğiniz gibi
ilahlar olsalardı şimdi sizi cezalandırırlardı.
Halbuki onlar birer taş parçasından başka bir
şey değiller. Cansız varlıkların bizim gibi canlılara ne zararı dokunabilir?
Benim düşündüğüm ve inandığım Allah ise, her şeye kadir, bizi, dünyayı ve bütün
bu canlıları hep O yarattı. Göğü O donattı. Yıldızlar, ay, güneş hep O'nun
eseri. Ölüden diri, diriden ölü çıkaran O'dur. Yeryüzündeki bu nizam, bu ahenk
hep O'nun eseridir.
Gelin, siz de hiç vakit kaybetmeden benim
inandığım bir tek Allah'a inanın; zira kurtuluş bundadır, dedi ve ellerini
karanlıklara doğru kaldırarak:
- Allah'ım, sana nasıl ibadet edeceğimi
bilmiyorum. Eğer bilseydim öyle ederdim, beni affet, diyerek yerlere kapandı.
Bunu yapan "Telmiha" idi.
Arkadaşları hâlâ tereddütte ve düşünceli idiler,
Telmiha ayağa kalkarak sözlerine devam etti:
- Bildiğiniz ve düşündüğünüz gibi inanmakta
serbestsiniz. Bendeki akıl sizde de var.
Putperestler bir şey söylemeden çekip gittiler.
Sanki sihirli bir kuvvetin etkisi altında imişler gibi donuk donuk yürüyorlar,
gözler tek bir noktadan ayrılmıyordu. Telmiha'nın putları parçaladığını
gözleriyle görmüşler, bir şey yapmadıklarına şahit olmuşlar ve buna inanmak
istememişlerdi. Ama gerçekti, mabutları hareketsiz kalmışlar, Telmiha'yı
cezalandıramamışlardı. Yoksa Telmiha'nın bütün anlattıkları doğru muydu? Tekrar
buluşacakları için bu düşünce ile evlerine dağıldılar. Telmiha düşünceli idi,
azimli idi, imanını kuvvetlendirmek, bu âlemi ve bu varlıkları yaratanı daha
çok tanımak maksadıyla tekrar evden ayrılarak şehrin dışına çıktı, taşlı
yollarda, dikenli vadilerde dolaşmaya başladı. Yolunun üstünde dağlar, çıplak
kayalar, vadiler, uçurumlar vardı. Arada bir elini gökyüzüne kaldırıyor ve
"Ey arzı ile, seması ile, yıldızları ile bütün kâinatı yaratan! Bu vazifeyi
canı gönülden yapacağım." diye sesleniyordu. Önünde yüzlerce tapınağa boyun
eğen, dalalet ve günah ile yoğrulan koskoca bir âlem vardı.
Bu böyle devam etmemeli, onlara, o sapıklara,
dinsizlere haykırmalı idi: "Benim inandığım Allah'a tapın, O'na koşun, kurtuluş
yolu bundadır. O eşsiz ve tektir, evveli ve sonu yoktur. İnanılacak, korkulacak
yegâne varlık O'dur."
Sonra kendi kendine mırıldanmaya başladı:
"Şehre dönme sakın, o alçak putperest şehirde,
saadet denen şeyi kimse bulamamıştır.
Macera aşkına tutulup, gidecek olursan şunu bil
ki, kurtlar ve böcekler tarafından kemirilen dal ve budaklar misali sende
hayatiyet namına bir şey kalmayacaktır."
Onun bu mırıldanışı âlemi şu mısra ile
etkilemekte idi:
"Gecenin ortasında bir dalda, bir güvercin ah
edip inledi, halbuki ben uyuyordum.
Kabe'nin Rabbine andolsun ki, ben aşkımda
samimi değilim, yalan söylüyorum.
Zira gerçekten aşık olsaydım, güvercinler
ağlamakta beni geçemezdi.
Kendimi Rabbime aşık zannediyordum.
Halbuki ben ağlamıyorum da hayvanlar ağlıyor."
Telmiha'nın bu hâlde düşünceli, bitkin dolaşması
sabaha kadar sürdü. Yorgun, solgun bir yüzle eve döndü. Artık aradığını iyice
bulmuş, imanını kuvvetlendirmişti.
O gece arkadaşları hiç uyumamışlar, Telmiha'nın
sözlerini düşünerek, yataklarında kıvranıp durmuşlardı. Kendi inanç ve
düşünceleri ile Telmiha'nınkini karşılaştırmışlar, her defasında Telmiha galip
çıkmıştı. Gece sabah olur olmaz Telmiha'ya koşarak onun sözlerini doğru
bulduklarını, onun Allah'ına inandıklarını itiraf ederek, Telmiha ile
kucaklaşmışlardı. O da sevinç gözyaşlarını dökerek, Allah'a şükretmişti.
Bir müddet sonra gençlerden biri ileri atılarak
şunları söyledi:
- Beni yaratanın büyük bir kuvvet sahibi
olduğunu anlamış, eşsiz ve tek bir varlık olduğuna inanmış bulunuyorum.
Bundan sonra hepsi hemfikir olarak:
- Bizim Rabbimiz bütün göklerin ve yerin
Rabbidir. Biz O'ndan başka bir ilah tanımıyor ve O'ndan başkasına ibadet
etmiyoruz. Andolsun ki, bunun aksini söylersek hakikatten uzaklaşmış oluruz,
dediler.
Bu gençler artık o günden sonra her gün birinin
evinde toplanmaya başladılar. Allah'a dua ve ibadet ediyorlardı. Onların bu
hâlleri yavaş yavaş duyulmaya başladı. Bilhassa Telmiha'yı halk arasında tarif
ile tanıyamamak mümkün değildi. "Acizdi, aklını kaybetmişti, bir ruh hastası
idi." Halk artık onu bu şekilde anmaya başlamıştı. Eve de pek gitmiyordu, onlar
da inanmıyorlardı. Tek teselliyi kırlarda, bayırlarda dolaşmakta buluyordu.
Yine böyle bir gün idi. Şehirden oldukça
uzaklaşmıştı ki, bir çobana rast geldi. Selâm verdi, gitti yanına oturdu. Bir
zaman sessiz oturdular. Sonra sessizliği bozan çoban oldu. Telmiha'ya:
- Sana şehirde iyi sözler söylemiyorlar, dedi.
O zaman Telmiha şehrin dışında gecelediği bir
günü hatırladı:
Sabah oluyordu, günahkarlar vadisi ışıklarla
aydınlanmaya başlamıştı. Kainat uyanıyordu. Gökte hilâl kaybolmuş, yıldızlar
sönmüş, karanlığın sonsuz âlemi kaybolmuş, canlılar kıpırdanmaya başlamıştı.
Işıklarla beraber sesler artıyor, tüm yaşayanlar uyanıyordu. Güneşin karanlık
ufukları yırtarak doğuşu sadece yeryüzünü aydınlatıyordu.
İnsanlar yine ruhî karanlıkta idiler. Vicdan
kapıları kapanmış, günah kapıları ardına kadar açılmıştı; insanlar kötü yola
sapmışlardı. Putperest Dekyanus şehrinin (Tarsus) dağlarında güneş ışıl ışıl
ışımıştı. Yemyeşil ovalarda çobanlar sürülerini yaymaya başlamışlardı.
Güneş bir mızrak boyu yükselmişti. O hâlâ elleri
semada ve gözleri sonsuzluğa çevrilmiş bir heykel gibi ayakta dimdik ve
hareketsizdi. Toprağa diz çöktüğü zaman güneş gurup etmek üzereydi. Şimdi ise,
doğuyordu. Bir uzun gündüz ve gece nasıl çabucacık geçivermişti. O her zaman
böyleydi, ellerini semaya kaldırıp Yaratan'a yalvarmaya başladı mı saatler
birbirini kovalar, günler ve geceler bir dakika kadar kısalırdı. O, "Allah'ım!
Bana hakikî varlığını bildir." diye yalvarmaya başladı mı zamanın ve mekanın
dışına taşardı sanki.
Güneş gözlerine doldu, fakat gözlerini
kamaştırmadı.
"Şükürler olsun sana Allah'ım! Bizi bir yeni
güne daha kavuşturdun. Senin nimetlerini bugün de görüyorum. Çimenin
yeşilinde, ağacın çiçeğinde, dalın meyvesinde, meyvenin kokusunda, lezzetinde
senin nimetlerinden olmanın hazzı ve lezzeti var. Eminim o taş parçalarından
hiçbiri bunları var edemez, beni affet, seni geç duyabildim, yemin olsun sana
inanıyorum."
Sonra yine çobanın dediklerini duymaya başladı.
- Deli, sapık ve daha neler demiyorlar ki, sen
hakikaten böyle misin? Benim böyle şeylere aklım ermez. Fakat sen hiç o
vasıfta bir kimseye benzemiyorsun, neden bu duruma meydan veriyorsun? Sonra
ilahlarımıza küfrediyormuşsun, bunlar doğru mu? Bana gizlemeden söyle açıkça
inanacağım; çünkü sen daha önce İmparator'un en güvendiği gençlerden biri idin.
Senin yalan söz söylediğini duymadım. Bugün ise İmparator Dekyanus'un can
düşmanı imişsin.
Gençler arasında seni örnek göstermeyen bir asil
aileye rastlanmıyordu. Halbuki şimdi sana hep gazap ediyorlar. Bunun sebebi
nedir? Tanrılarımızdan başkasına mı inanıyorsun? Eğer bir şey varsa, bana da
anlat, inandığın tanrını bana tarif et. Eğer bizim ilahımızdan daha kuvvetli ve
daha kudretli ise ben de senin inandığına tapacağım. Yok eğer yalancı isen,
iftira ediyorsan, putlarımız seni müthiş bir felâkete uğratırlar, gazap ve
intikamlarından kurtulamazsın.
- Hayır, hayır. Sen yalancısın, sen sapıksın,
sen delisin. Bir taş ve toprak parçasından medet umuyorsun. Halbuki benim
Allah'ım birdir, dâim ve bâkidir, doğmamıştır, doğurulmamıştır ve hiçbir kimse
onun dengi olamaz.
Sen benim Allah'ımdan hâlâ korkmuyorsun da
putların gazabından, intikamından bahsediyorsun!
Halbuki şu âlemi, arzı, semayı halk eden senin
ilahın değil, benim Rabbimdir. Sen ve senin gibi sayısız insan toplulukları,
yüz yıllar boyunca şu âlemde ölüp göç ettiler.
Şimdi bana dön ve iyi dinle:
Kardeşlerimi en büyük sevgilerden,
Allah'larından ayırdın,
Gündüzlerden aldın,
Tükenmez gecelere bıraktın.
Yaşarlarken bir mezar hayatı,
Hazırladın onlara...
Ama günü gelince,
Uyanacaklar,
Üzerlerine yığdığın günahı tekmeleyecekler,
Silkinip kalkacaklar.
Bu muhakkak.
Ancak sana nelerin hazırlandığını
Düşünemiyorum... Bilmiyorum.
O kadar yedi kat yerin dibindesin ki...
Çoban ürperdi. Kara, tipiye tutulmuşçasına
titredi. Sessizlik ve gece onu büsbütün perişan ediyordu, yalvarırcasına:
- Konuş, daha konuş, ey kardeşim, dedi.
Sonra daha fazla dayanamayarak Telmiha'nın
boynuna atıldı ve kucaklaşarak öpüştüler. Böylece hakikat-i ilahî ona da
tecelli etmişti. Bu Keşeftatayyuş idi. Sonra endişe ile:
- Korkuyorum ey Telmiha, dedi.
Kaçalım bu melun şehirden ve halkından.
İmparator bizi sağ koymaz, muhakkak öldürür. Evet, Dekyanus kötü ve zalimdir,
intikamı feci olur.
- Ey kardeşim, sen kendini rahat tut, bize kimse
bir şey yapamaz. Bizi yaratan Allah'ımız muhakkak bizi koruyacaktır. Bugün
arkadaşlarımla görüşelim. Sen de gel aramıza, orada karar kılarız.
Akşam yine arkadaşlarından birinin evinde
toplandılar. O gece İmparator'un yakınlarından biri onların toplandıkları
yere çıkageldi ve onları ibadet ederken gördü, bütün hiddetiyle:
- Bu yaptığınız nedir? diye sordu.
- Milletimiz, İmparator Dekyanus ve hepiniz
taşlara ibadet ediyorsunuz. Muhakkak ki sizler büyük bir sapıklık üzere
bulunmaktasınız. Biz artık bu dalaletten, bu putperestlikten sarfınazar ettik.
Artık hak üzereyiz. Gördüğün gibi biz, yeri, göğü ve her ikisi arasında mevcut
bütün her şeyi yoktan var eden Allah'a ibadet etmekteyiz. Senin de bize
katılmanı ve kurtuluşa kavuşmanı istiyoruz, dediler.
Adam:
- Ben ecdâdımın dinini terk edip de başka bir
din kabul edemem, ben onları bu şekilde buldum. Onların izinde gideceğim, dedi.
Gençler bu adamı, yeni inandıkları dine sokmak
için hayli uğraştılar. Fakat adam kabul etmedi. Onlardan ayrılır ayrılmaz,
soluk soluğa hemen İmparator'un karşısına çıktı. Orada gördüklerini hiç eksiksiz
hepsini anlattı. İmparator'un etrafında toplanan bu gençlerin, İmparator'un
dinini terk edip yeni bir dine girdiklerini haber verdi. İmparator fena gazaba
gelmişti, kendi mensup oldukları dini terk ettiklerinden dolayı onları şiddetli
bir azap ile cezalandıracağına and içti.
Gençler bu adamın doğruca İmparator'a
gideceğini, kendilerinden şikayette bulunacağını ve İmparator'un da
kendilerine kızıp öfkeleneceğini, yakalatıp derhal öldürmek isteyeceğini
anlamışlardı. Hemen vakit geçirmeden durumu aralarında istişare ettiler.
Düşündüler, taşındılar, nihayet onlar İmparator'dan evvel davranıp, şehri terk
edeceklerini kararlaştırarak ayrıldılar.
[2]
[1]
A'raf, 7/84
[2]
Fatma Keskin, Sabır, Misyon Yayınları.
SABIR
- Sabır Ve Namaz.
- SABIR..
- Önsöz.
- Sabr'ın Tanımı ve Mahiyeti
- Sabrın Anlamı Ve Çeşitleri
- Sabrın Önemi
- Sabırlı Olmak.
- Sözlü Saldırı Ve Eziyetlere Karşı Sabır
- Fiilî Saldırı Ve Eziyetlere Karşı Sabır
- Merhametli Olmak.
- Mütevazi Olmak.
- Daveti Allah İçin Yapmak.
- Kur'an-ı Kerim Sabrı Anlatıyor
- Asr Sûresinin Meali
- Asr Sûresi Hakkında Açıklama.
- Kur'an-ı Kerim'de Sabır
- Sabırda Israrlı Olmak
- Hadis-i Şeriflerde Sabır ve Sabrın Fazileti
- Tahrife Kurban Giden Sabır Kavramı Sabır; Pasiflik, Zillet ve Miskinlik midir?.
- Sabır Aktif Bir Direniştir
- Sabrın Sözlük Anlamları
- İman-Sabır İlişkisi
- İslâmî Hareket Mücadeleyi; Mücadele de Sabrı Gerektirir
- Sabrı Tavsiye.
- Kur'an-ı Kerim'de Peygamberlerin Sabırlarından Örnekler
- Hz. Musa ile Hızır Kıssası
- Eyyüb (a.s.)'ın Sabrına Dair Birkaç Söz..
- Hz. Yakup (a.s.)'ın Sabrı
- Sabır Çeşitleri
- 1. İbadetlerin Getirdiği Çilelere Sabır