Câhiliyyenin Dayandığı Çürük Temel; Atalar Yolu .

Câhiliyyenin Dayandığı Çürük Temel

Câhiliyyenin
Dayandığı Çürük Temel; Atalar Yolu



Tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî kaynakların
tesbit edeceği birçok asırların tecrübelerine, daha doğrusu Allah'ın tayin edip
indirdiği delillere bağlı olan hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan
habersiz olarak hep yeni şeyler aramak doğru değildir. Bununla beraber,
körükörüne geçmişe taparcasına sevgi beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu
tutmak ve özellikle ilimden, dinden nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve
Allah tarafından beyan edilmiş bulunan ataları taassupla taklit etmek de onları,
Allah'a eş ve ortak tutmak, cehâlet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.

Bu konuda aranacak olan şey; hak ve bâtıl,
menfaat ve zarar, iyilik ve kötülük, güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin,
hakkıyla menfaat; iyilğin hakkıyla iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması
için de Allah'ın hükmünü, hakkın delilini bulmak lâzım gelir. Bundan dolayı, bir
şeye tâbi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu olup olmaması değil;
Allah'ın emrine ve Hakk'ın deliline uygun olmasıdır. Allah'ın emrine uyan ve
yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine, Hakkın emrini tanımayan, ne yaptığını
bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum, eskilerde böyle olduğu
gibi, yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta "zarar kadîm olmaz" diye bir
genel kaide vardır. "Kadîm, kıdemi üzere terk olunur" genel kuralı da bununla
kayıtlıdır.

Bu bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan
eski olduğu için değil; açık bir zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu
gibi, iyiliği ve güzelliği ilmin sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın
deliline uygun olup sonradan ortaya konan yeni de geçerlidir. Kısaca, hak ve
iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istektir. Allah'ın emrine
ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni olsun Allah'ın
indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata olduklarından dolayı
taklit etmek, onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı bırakıp hayal ve kuruntulara,
şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki, buna tutuculuk denir.

"Onlara; 'Allah'ın indirdiğine uyun' denildiği
zaman onlar, 'Hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola uyarız'
dediler..." (2/Bakara, 170). Bu âyet
gösteriyor ki, bir hak (doğru) delile dayanmayan katıksız taklit, din hakkında
yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe, sapıklığa uyup onu taklit etmek, aklen
bâtıl olduğu gibi; şüpheli olan hususta da delilsiz taklit, din açısından câiz
değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda delilsiz söz söylemek ve o yolda
hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah'a iftira olarak söylemek ve şeytana uyup
bilgisizce hareket etmektir. Nitekim "Allah'ın indirdiği Kur'an'a ve diğer açık
delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine uyun" denildiği zaman Arap
müşrikleri, taassupla böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple
inmiştir. Bir rivâyette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar,
yahûdilerden bir gruptur. "Allah'ın indirdiğine uyun" dendiği zaman bunlar:
"Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduysak ona tâbi oluruz. Çünkü onlar
bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler" demişler, yapılan bu teklifteki âyet
ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak
Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 482-483). Onların bâtıl gelenekleri ile ilgili tek
otoriteleri, bunların, atalarının da gelenekleri olmasıdır. Ahmak izleyiciler bu
tür bir geleneği, uyulması gereken bir otorite olarak kabul ederler (Seyyid
Kutub, Fi Zılâli'l Kur'an, c. 1, s.
323-324).


Âyet-i kerimede kast olunanlar, ister İslâm'a ve
İslâm şeriatına dâvet edildikleri zaman, yukarıdaki sözü tekrarlayan ve İslâm'ın
reddettiği câhiliyet âdetlerine sımsıkı sarılan müşrikler olsun; isterse bu dini
kısmen veya tamamen reddedip atalarının yolundan ayrılmayan yahûdiler olsun; her
iki zümre için de bahis konusu olmak üzere âyet-i kerime, akîde hususunda
Allah'tan başkasından bir şey almayı ve dinî konularda bâtıl dinleri taklit
ederek, düşünmeden, şuursuzca nakiller yapmayı kesinlikle reddediyor.

"... Ya ataları bir şey anlamamış, doğruyu da
bulamamış idiyseler?" (2/Bakara,
170). Ya durum böyle idiyse; onlar hâlâ atalarına uymakta ısrar edecekler midir?
Bu ne taklit, bu ne taassup? Bu yüzden âyet-i kerime onların halini, taklitçi ve
mutaassıp tavırlarına yaraşan, azarlayıcı ve tekdir edici bir tablo halinde
canlandırıyor. Söylenenden başka bir şey anlamayan, çobanlarının haykırışını
mânâsız seslerden ibâret sayan, başıboş bir hayvan resmi var tabloda. Hatta
onlar, hayvandan da aşağıdırlar. Hayvan görür, işitir ve bağırır. Fakat onlar
sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler: "(Hidâyet çağrısına kulak vermeyen)
kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten hayvanların
durumuna benzer. Çünkü onlar sağırlar, dilsizler ve körlerdir. Bu sebeple
düşünmezler." (2/Bakara, 171). Onlar sağırdır, dilsizdir, kördür. Her ne
kadar kulakları, dilleri ve gözleri olsa da, bu Kur'an'dan istifade edip
hidâyete ermedikten sonra onlar sağırdır, kördür, dilsizdir. Hilkatinin sebebi
olan vazifeleri yerine getirmeyen kötürümleşmiş uzuvlar gibidirler. Sanki ne
gözleri, ne dilleri, ne de kulakları var... (Mevdûdî, Tefhîmu'l Kur'an, c. 1, s.
119).