Fecir | Konular | Kitaplar

el-LATÎF

Yeni Sayfa 1



﴿ اَللَّطِيفُ ﴾
el-LATÎF



"el-Latîf":[1]



En zor işleri tüm incelikleriyle bilen ve varlıklara nimetlerini gizli yollarla,
kibarlık ve yumuşaklıkla onlara ulaştırıp ihtiyaçlarını karşılayandır.



Ashab-ı Kehf'in de dediği gibi, "yumuşak davranmak"ta bu kısma girer:



"Böylece biz, aralarında birbirlerine sormaları için onları uyandırdık.
İçlerinden biri: ‘Ne kadar kaldınız?' dedi. (Kimi:) ‘Bir gün ya da günün bir
parçası kadar kaldık' dediler. (Kimileri de) şöyle dediler: ‘Rabb'iniz,
kaldığınız müddeti daha iyi bilir. Şimdi siz, içinizden birini şu gümüş
paranızla şehre gönderin de, baksın, (şehrin) hangi yiyeceği daha temiz ise size
ondan erzak getirsin. Ayrıca, "yumuşak davransın" (=gizli hareket etsin) ve
sakın sizi kimseye sezdirmesin."[2]



Örneğin, Hz. Yusuf (a.s)'ın imtihanının

zahir (=dış) yönü;
onun, babasından ayrılması, kuyuya atılması, köle olarak (pazarda) satılması,
evinde kaldığı kadın tarafından ayartılmaya çalışılması,  kadının Hz. Yusuf
(a.s)'ı yalanlaması, hapise atılması, (kısaca her türlü) sıkıntı ve musibettir.



Batın (=iç) yönü
ise; yüce Allah'ın dünya ve ahirette onun mutlu olması için sebep kıldığı her
türlü nimet ve lütuftur.



Yine kullarını musibetlerle imtihan etmesi, onlara kötü şeylerden kaçınmalarını
emretmesi, şehevi istek ve duyguları  onlara yasaklaması, hep bu türdendir.
Bütün bunlar, dünyada ve ahirette insanları mutluluğa ulaştıran yollardır. Çünkü
cennet, hoşa gitmeyen şeylerle kuşatılmıştır. Cehennem ise şehevi istek ve
duygularla çevrilmiştir.[3]
Hz. Peygamber (s.a.v) bu konuda şöyle buyurmaktadır:



"Allah, mümin kimseye, ancak onun için hayr olacak bir hüküm verir: Ona memnun
olacağı bir şey isabet etse, şükreder. Bu onun için bir hayr olur. Zarar isabet
etse, sabreder. Bu da onun için bir hayr olur"[4]



Her halükarda hüküm, tamamen, kendisine şükür ve sabr verilen kimse için hayrdır.



Yine Hz. Adem, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in başına
gelen işler de türdendir. Bu işler,

dış görünüşü
itibariyle, sıkıntı ve bela şeklindedir.

İç yönü
itibariyle ise, onları eşsiz bir gayeye ve mutluluğa götüren gizli yollardır.



Örneğin, bu konuda Hz. Musa'nın kıssasını bir düşünün. Allah, Hz. Musa'ya;
firavunun yeni doğan çocukları boğazladığı vakitte onu Mısır'dan çıkartmada ve
annesinin kederle karşılaştığı bir sırada annesine Musa'yı emzirmesini ilham
etmede hep lütufkar davranmıştır. Yine Musa'yı, helakını onun ellerinde takdir
ettiği ve dilediği zaman erkek çocuklarını kesen ve kız çocuklarını da evine
atıp odalık olarak kullanan düşmanının evine, lütfuyla yollamış, daha sonra
bekarlık ve imkansızlıktan sonra onun için evlenmeye ve zenginliğe ulaştıran bir
sebep takdir etmiş, daha sonra da kanıtını göstermesi için onu düşmanının
yurduna göndermiş, daha sonra onu ve kavmini kaçma şeklinde düşmanının yurdundan
onu çıkarmıştır. Bu olaylar, onların gözleri önünde, düşmanlarına karşı mümin
kullarına yardım etmenin ve o düşmanları yok etmenin en güzel yanıdır.



İşte bu olaylar, yüce Allah'ın ne yaptığını açıklamaktadır. Çünkü Allah,
eksiksiz bir rahmet ve bol bol nimet içermesiyle birlikte yarattığı varlıkların
akıllarının eremeyeceği övülmüş sonuçlar ve yüce hikmetler kastetmektedir. Bunu
da, kullarına; isimlerini ve sıfatlarını tanıtmak için yapmaktadır.



Yine Hz. Adem'in, yasak olan ağaçtan yemesi ve bu sebeple cennetten çıkması da,
O'nun açık hikmetlerindendir. Akıllar, bu tür işlerin detaylarını
anlamayabilir!!



Kendilerine nimetlerini ulaştırdığı ve sonuçları göründüğünde ancak tanımaya
yöneldikleri gizli yollar hususunda eşsiz olmaya, mutlu olmaya sevk ettiği
kullarına ve dostlarına yapmıştır. Bu öyle bir iştir ki; kalp/ruh bu işin
detaylarını tanımada zorluk çeker ve dil bu işi yorumlamada zorlanır.



Allah'ın yarattığı varlıkların en iyileri, nebileri ve resulleridir. Bunların en
iyisi ve en belirgin olanı ise, sonuncusudur. Bu son peygamberin ümmeti;
Allah'ı, O'nun isimlerini ve sıfatlarını bilme yönünden çeşitli derecelerde ve
mertebelerdedir.



Yüce Allah, gökleri ve yeri yaratmadan önce bu konu ile ilgili her türlü bilgiyi
kuşatmıştır. Bununla ilgili bilgiyi takdir edip kendi katında yazdırmış, daha
sonra da bu konuyu meleklere -insanı yaratmadan önceki Kitap'ta- yazmalarını
emretmiş ve bu konuyu uygun bir hale ve duruma getirip bir Kitab'a yazdırmıştır.
Melekler, bunu, yüce Allah'ın kendi katında yazdığından ve belirlediğinden hiç
bir şey ne eksik ve ne de fazla bir şekilde yazmıştır. Bu konu,  bu bilgiyi
yazdırmadan önce de O'nun ilminde vardı. Sonra bu konuyu, kendi ilminde olduğu
gibi yazdırdı. Daha sonra da bu konuyu, yazdırdığı gibi buldu.



"Bilmez misin ki, Allah, gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Şüphesiz bunlar
bir ‘kitap'tadır. Hiç şüphe yok ki bunlar, Allah'a pek kolaydır"[5]



Yüce Allah, kullarını yaratmadan önce onların durumlarını, ne işleyeceklerini ve
ne yapacaklarını bildi. Daha sonra onlar hakkında bildiğini ortaya çıkarmak için
onları bu dünyaya göndermiştir. Bilinen şeyin ortaya çıkması için onları emr,
yasak, hayr ve şer konularında imtihan etmiştir. Onlar, daha önce geçen bilgiye
uygun fiiller ve sıfatlar yapmaları sebebiyle övgüyü, yerilmeyi ve cezayı hak
etmişler yada hak etmemişler. Bunlar, insanlar daha bu şeyleri işlemeden önce
O'nun ilminde vardı.



"İlmine göre bizi nasıl cezalandırdın? ve Bu, elbisemizin ve kudretimizin altına
girmez" dememeleri için onları kınamak ve onlara delili ispat etmek için;
peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve şeriatlar koymuştur. Allah'ın,
onların yaptıklarıyla ilgili bilgisi ortaya çıkınca, imtihanın ve denemenin
ortaya çıkardığı bilinen şey üzerine (onlara) ceza gerekli olmuştur.



Nitekim onların Allah'ın emri ve yasağı hususunda imtihan edilmesi, dünyanın
onlar için süslenmesiyle ve onların içerisine şehevi duygu ile istekleri
yerleştirmesiyle olan imtihan gibidir. İşte Allah'ın bu tür imtihanı; şeriatı,
emri, hükmü ve kudreti ile ilgili bir imtihandır.



Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:



"Biz, insanlardan hangisinin daha güzel amel edeceğini imtihan etmek için
yeryüzündeki şeyleri onlara süs olsun diye yarattık"[6]



Yine yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:



"O, öyle bir Allah'tır ki, hanginizin daha güzel amel işleyeceğini imtihan etmek
için gökleri ve yeri altı günde yarattı. Arşı da su üstündeydi"[7]



Yüce Allah, bu âyeti kerimede, kullarını imtihan etmek için gökleri ve yeri,
emri ve yasağı yarattığını haber vermektedir. İşte O'nun bu yaratması, yarattığı
varlıkları (niçin) yarattığını gösteren bir belgedir.



Bundan önce geçen âyette ise; ölümü ve hayatı, yine kullarını imtihan etmek için
yarattığını haber vermektedir. Çünkü kullarını, emretmesi ve yasaklaması ile
ilgili hususlarda imtihan etmek için diriltmiştir. Onlara, sevap ve cezadan
meydana gelen bu imtihanın sonucunu elde etmeleri için ölümü takdir etmiştir.



Birinci âyette;
bazılarını bazısıyla ve nimetlerle, musibetlerle imtihan etmesi sebebiyle kendi
katında bunlardan hangisinin daha tercih edileceği hususunda onları imtihan
etmek yeryüzünü onlar için süslediğini bildirmektedir. Bu imtihan; Allah'ın,
kulların hakkında, daha önce açık bir şekilde var olanı bildiğini ortaya
çıkarmaktadır.



İnsanların ve cinlerin atalarından her biri, diğeriyle imtihan edildi. Bundan
dolayıdır ki, Allah'ın, Hz. Adem ile İblis'in imtihanının mahiyetini bildiğini
göstermektedir. Çünkü yüce Allah, meleklere bununla ilgili şöyle buyurmaktadır:



"Ben sizin bilmediklerinizi bilirim"[8]



Bu imtihan, kıyamet gününe kadar, insanların ve cinlerin soylarından gelenler
için sürecektir. Bundan dolayı peygamberler, ümmetleriyle imtihan edilmiştir.
Ümmetleri de peygamberlerle imtihan edilmiştir. Yüce Allah, (kudsi bir hadiste,)
kulu, elçisi ve dostu olan kişiye şöyle hitap etmektedir:



"Doğrusu ben seni, imtihan edeceğim ve seninle (başkalarını) imtihan edeceğim"[9]



Yüce Allah'ta bu konuda şöyle buyurmaktadır:



"Sizi, bir imtihan olarak, kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Hepiniz de sonunda
bize döndürüleceksiniz"[10]



Yine yüce Allah'ta bu konuda şöyle buyurmaktadır:



"Sizin bir kısmınızı, bir diğerine fitne (=imtihan sebebi) kıldık"[11]



Bu husus, sahih bir hadiste ise şu şekilde geçmektedir:



"(İsrail oğullarından)

üç kişi
var ki, Allah, bunları imtihan etmek istedi. Bunlar;

abraş,[12]



kel

ve

kör.
İmtihan, Allah daha onları yaratmazdan önce kendi ilminde onlarla ilgili varolan
hakikatleri ortaya çıkardı.

Köre gelince,
o, fakir bir kimse olduğundan Allah'ın, kendisi üzerindeki nimetini itiraf
etmişti. Allah, ona, göz ve zenginlik vermişti. Çünkü Allah, bir şükür ifadesi
olarak istekte bulunan kimseye bol bol ihsanda bulunmuştu…



Kel ve abraşa gelince,
onların her ikisi de, şimdiki hallerinden önceki kötü hallerini ve fakirlik
durumlarını inkar etmişlerdi. Abraş, zenginliği hususunda:



- ‘Ben bu malı ancak büyükten büyüğe (geçen bir miras olarak) elde ettim' dedi."[13]



Bu, insanların çoğunun durumunu göstermektedir. Çünkü bu tür insanlar, daha önce
kendilerinde var olan eksiklik, cahillik, fakirlik ve işlediği günah ile ilgili
hususları kabul etmektedir. Yüce Allah,  bunu, var olanın zıddına nakletti.



Bununla o kimseye nimet verdi.



İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, insana; yaratılışının başlangıcında



hakir bir sudan 
meydana geldiğini, daha sonra sapasağlam bir insan oluncaya kadar onun
yaratılışını bir halden diğer bir hale, evrelere ve kademelere döndürdüğünü
bildirmektedir. Böylece insan işitiyor, görüyor, saldırıyor ve biliyor. Fakat
insan, yaratılışının başlangıcını unuttu. Bu nasıl olur? Rabb'inin kendisine
verdiği nimetleri itiraf etmez? Nitekim yüce Allah bu konuda şöyle
buyurmaktadır:



"Onlardan her biri, nimetlerle donatılmış cennete gireceğini mi umuyor? Hayır,
Biz, onları bildikleri şeyden yarattık"[14]



(Âyette geçen) bu iki cümle arasındaki bağı düşündüğün zaman, bu iki cümlenin
altında marifet ve ilim hazinelerinden büyük bir hazine olduğunu bulursun. Çünkü
yüce Allah, insanın yaratılışının başlangıcını, onların bildikleri nutfe/damla
(=meni)den olduğuna işaret etmektedir. Âyet; Allah'ın varlığına, birliğine,
eşsiz oluşuna, Rab ve İlah oluşunda tek oluşunu göstermektedir. Bununla birlikte
O'nun insanları başıboş olarak bırakması, peygamber göndermemesi ve bir kitap
indirmemesi uygun olmaz. Yine O'nun insanları öldürdükten sonra onları yeniden
yaratamamaktan ve hayr ile kötülük türünden işlediklerinin karşılığının vereceği
yurda onları gönderememekten aciz değildir. Onlar yalancı oldukları,
peygamberleri yalandıkları, Allah'ı yine Allah'ın yarattığı varlığa denk
tuttukları ve hangi şeyden yaratıldıklarını bildikleri halde cennete girmeyi
nasıl arzularlar?



Bu, yüce Allah'ın şu sözüne benzemektedir:



"Biz, sizi yarattık; öyleyse tasdik etmeniz gerekmez mi?"[15]



Onlar, Allahın, kendilerini yarattığını tasdik ederler. Fakat nasıl yarattığını;
o'nu birleme, tanıma ve peygamberlerini doğrulama şeklinde onlara delil
getirmektedir. Ayrıca da onları buna davet etmektedir. Çünkü O'nun isimlerini,
sıfatlarını, birlemeyi ve peygamberlerini doğrulamayı kabul  etme ve O'na
kavuşmaya iman etme, yine O'nun yarattığı şeylerdendir. "Nimetler sûresi" diye
de bilinen Nahl sûresi, (4.
âyetten



81.
ayete kadar) bu anlatılanları içermektedir:



"O (Allah), insanı, bir meniden (=spermadan) yarattı. Bir de bakarsın ki o,
Rabb'ine karşı apaçık bir düşmandır. Allah, yarattıklarından sizin için gölgeler
yaptı ve sizin için dağlarda barınaklar yarattı. Sizi sıcaktan koruyacak
elbiseler ve savaşta sizi koruyan elbiseler (=zırhlar) yarattı. İşte böylece
Allah, Müslüman olasınız diye üzerinize nimetini tamamlamaktadır."[16]



Yüce Allah, bu âyetlerde; insanlara verdiği asıl ve fer'i nimetlerini
hatırlatıyor, onlara bu nimetlerini tek tek sayıyor, onlara Müslüman olmaları
için bu nimetleri verdiğini haber veriyor. Böylece onların üzerine olan
nimetini, nimetlerin aslı olan İslam'la tamamlamaktadır. Sonra da kendisini
inkar eden ve verdiği nimetlere şükretmeyen kimseleri de şu sözüyle haber
veriyor:



"Hem Allah'ın nimetini bilirler, sonra da onu inkâr ederler. Onların çoğu kâfir
kimselerdir"[17]



Mücâhid der ki: "Kureyşli kafirler; evleri, nimetleri, (kendilerini sıcaktan
koruyan) elbiseleri ve (yine savaşta onları
koruyan zırhtan yapılmış) demiri bilmekteydiler. Sonra da "Bu, atalarımıza
aittir. Bunlar bize onlardan miras kaldı" demekle de Allah'ı inkar
etmekteydiler."[18]



Avn b. Abdullah der ki: "Kureyşli kafirler, ‘filanca kimse olmasaydı, (başımıza)
şu şu gelecekti' derlerdi. (Halbuki onlar, fayda ve zararın yalnızca Allah'tan
geldiğini de bilmekteydiler)"[19]



Ferrâ ile İbn Kuteybe ise bu konuda şöyle der: "Kureyşli kafirler, nimetlerin
Allah'tan olduğunu bilmekteydiler. Fakat

‘Bu, atalarımızın şefaati sayesinde olmaktadır'
derlerdi."[20]



Bir grup alim ise bu konuda şöyle der: "Burada

‘nimet'le
kastedilen,
Hz. Muhammed (s.a.v)'dir.
Buna göre nimeti inkar etmek, onların, Hz Muhammed (s.a.v)'in peygamberliğini
inkar etmeleridir." Bu görüş, Mücâhid ile Süddî'den[21]
rivayet edilmiştir. Bu görüş, inkarın hakikatine en yakın görüştür.



Birinci, ikinci ve üçüncü söze gelince; Kureyşli kafirler, nimeti, Allah'a değil
de, O'ndan başkasına nispet ettiler. Nimeti Allah'tan başkasına nispet etmeleri
sebebiyle Allah'ın nimetini inkar ettiler. Çünkü onlar, Allah'ın nimetini inkar
ederek şöyle diyorlardı: "Bu (nimetler), ancak atalarımıza aittir. Biz bu
nimetleri, büyükten büyüğe geçen bir miras olarak aldık." Bu kimse, abraş ve kel
kimse gibidir. Çünkü bu iki kimse, (daha önceki hadiste de geçtiği üzere)
Allah'ın kendilerine verdiği malı bildikleri halde inkar etmişler ve: "Bu mal
bize ancak büyükten büyüğe geçen bir miras olarak aldık" demişlerdi. Bunun
üzerine (Melek:) "Eğer ikinizde yalancılardan iseniz, Allah sizi eski halinize
çevirsin" demişti.[22]



Nimetin atalarından aldıkları bir miras olması, Allah'ın onlara verdiği nimetin
mahiyetini daha iyi ortaya çıkarmaktadır. Çünkü Allah, nimeti onların atalarına
vermişti. Sonra da onları, bu nimete mirasçı kılmıştı. Ataları, Allah'ın onlara
verdiği nimetle rızıklandıkları için onlar atalarını tamamlamış oldular.



"Filanca kimse olmasaydı, (başımıza) şu şu gelecekti"
sözüne gelince, bu söz, "filanca kimse olmasaydı, (başımıza) şu şu gelecekti"
diyen kimseye nimetin verilmesinin kesin olduğunu içermektedir. Nimetin
verilmesi, zarar ve fayda olarak, kendisine yada başkasına sahip olamayan
kimseyedir.  Bunun gayesi, yüce Allah'ın kendi eliyle nimetini uygulamaya
geçirdiği sebebin bir parçası olmasıdır. Sebep, bir şeyi ortaya çıkarmada tek
başına yeterli değildir. Bunu bir sebep kılması, Allah'ın ona verdiği bir
nimetidir. Dolayısıyla da o kimse, bu nimetle nimetlenmiş olmaktadır. Yine o
kimse, bunu, nimetin parçalarından kılması sebebiyle nimetlenmiş olmaktadır.
Sebep ve müsebbep (=sebep kılınan/sebebi sonucu), Allah'ın nimet vermesindendir.
Yüce Allah, bazen bu sebeple nimet verir. Bazen de bir sebep olmaksızın nimet
verir. O zaman O'na bir tesir olmaz. Bazen de sebeplendirmek için sebebi hükmü
altına alır. Bazen de bunun gerektirdiği şeyin zıddını sebebe göre düzenler. O
halde Allah, birdir. Hakikate göre nimetini verir.



"Bu nimet, atalarımızın şefaati sayesinde olmaktadır"

diyen kimseye gelince, bu söz; nimetin, sahibinin dışında başka birisine nispet
edilmesi sebebiyle şirk içermektedir. Allah'tan başkasına ibadet edilen ilâh,
Allah katında şefaat eden kimseden daha aşağı ve daha düşük bir seviyededir.



Bu ilâh, değersiz olma ve azab konusunda ona tapanlarla birlikte hazır bulunur.
Yarattıkları içerisinde Allah'a en yakın ve en sevimli olanı, ancak Allah'ın
izninden sonra razı olacağı bir şekilde onun katında şefaat yetkisi verilen
kimsedir. Allah'ın izniyle gerçekleşecek olan şefaat, O'nun nimetlerindendir.
Allah, bu şefaat ile, şefaati kabul etmek sûretiyle ve şefaatte bulunacak
kimseye bu imkanı vermek sûretiyle  nimet vermektedir. Çünkü herkesin şefaatte
bulunma imkanı yoktur. O halde O'nun dışında hakiki olarak nimet veren kim
vardır?!.



Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmaktadır:



"Sahip olduğunuz her bir nimet, Allah'tandır"[23]



Kulun sahip olduğu her bir şey; göz açıp kapayıncaya kadar O'nun nimetinden,
lütfundan,  ihsanındandır. İşte bundan dolayıdır ki, yüce Allah, nimetten bir
şey verip sonra da:

"Bu bana ancak katımda bulunan bir ilme göre verilmiştir"

diyen kimseyi yermektedir.



Bu husus, diğer bir âyette ise şöyle ifade edilmektedir:



"İnsana bir sıkıntı dokunuverince bize yalvarır, sonra kendisine tarafımızdan
bir nimet bahşettiğimiz zaman da: ‘O bana bir bilgi üzerine verildi' der. Belki
bu bir imtihandır, fakat pek çokları bilmezler"[24]



Beğavî der ki: "(Bu nimet, bana,) Allah'tan bana gelmiş bir ilim üzere
(verilmiştir). Doğrusu bu nimete hakkım var."



Mukâtil'de dedi ki: "(Bu nimet,) Allah'ın bana öğretmiş olduğu hayr üzere
(verilmiştir)."[25]



Bu söz; Allah'ın, hakkı olduğu bilgi üzerine bunu ona verdiğini içermektedir.



Diğerleri ise şöyle demişlerdir: "Bilakis bilgi ona nefsinden dolayı
verilmiştir. Bunun anlamı şudur: Bu (nimet) ona, çeşitli kazanç yollarını
bilmeden ötürü verilmiştir." Bu görüş, Katâde ile birçok kimseye aittir.



Mananın şu şekilde olduğu da söylenmiştir: "Biliyorum ki, dünya hayatında bu
bana verildiğine göre, Allah katında benim önemli bir değerim ve şerefim var."



Bu, Mücâhid'in şu sözünde geçen manaya da benzemektedir: "Bu (nimet), ona,
üzerinde bulunduğu şereften dolayı verilmiştir."



Yüce Allah devamla şöyle buyurmaktadır:



"Bilakis o (nimet), bir imtihandır"[26]



Yani verilen bu nimetler, bir fitne olup kendisine nimetler verilen kimseyi bu
nimetler hususunda deneriz. Bir sıkıntı olup kendisine nimetler verilen o
kimseyi bu nimetlerle imtihan ederiz. Bu, onun seçmesini ve sakındığını
göstermez. Bize sevimli olan, bize yakın olandır. İşte bundan dolayı yüce Allah,
bu hususu, Kârûn ile ilgili kıssada şöyle anlatmaktadır:



"Bilmiyor muydu ki Allah, kendinden önceki nesillerden, ondan daha güçlü, ondan
daha çok taraftarı olan kimseleri helak etmişti. Günahkarlardan günahları
sorulmaz (Allah onların hepsini bilir)."[27]



Allah'ın bir kimseye mal, kuvvet ve servet vermesi; kendisine bu nimetleri
verdiği o kimseden razı olduğunu, o kimsenin derecesinin saygın olduğunu ve
Allah katında yüce bir mertebeye sahip olduğunu göstermektedir. Allah, Kârûn'a
verdiğinden daha fazlasını verdiği o kimseyi helak etmiştir. Bu nimetlerin çok
olmasına rağmen onları helak etmiştir.



Bilinmelidir ki, Allah'ın bir kimseye bazen bir şey vermesi, bir sevgi ve rıza
olmayıp aksine bir imtihan ve bir fitnedir. İşte bundan dolayı yüce Allah,
"Bilakis o (nimet), bir imtihandır" (Zümer:



39/49)
buyurmuştur. Yani nimet, bir fitnedir. Yücelik değil.

"Fakat onların çoğu, (nimetin bir fitne olduğunu) bilmezler." (Zümer:



39/49)



Yüce Allah'ın şu sözü, bu manayı desteklemektedir:



"Gerçekten bunu, onlardan önce geçenler de söylemişti. Fakat onların
kazandıkları şeyler, kendilerine fayda sağlamadı. Sonunda da kazandıkları o
amellerin kötülükleri, kendilerine gelip çattı. Bunlardan o zulmedenleri de
kazandıklarının kötülükleri yakında onlara gelip bulacaktır. Onlar da bunu
atlatacak değillerdir."[28]



Yani gerçekten bu sözü, onlardan önce geçenler söylemişti.  Ki onlara nimet
vermiştik.



Abdullah ibn Abbâs der ki: "Onlar, Allah'ın, dünyada kendilerine verdiği nimete
karşı şımardılar. Verilen bu nimete sevindiler ve haddi aştılar. Ve ‘Bu,
Allah'ın bize verdiği bir yüceliktir' dediler."



Yüce Allah'ın

"Fakat onların kazandıkları şeyler, kendilerine fayda sağlamadı" (Zümer:



39/50)



sözünün anlamı şudur: Onlar, kendilerine verilen nimetlerin, kendi
yüceliklerinden olduğunu zannettiler. Halbuki bu böyle değildir. Çünkü onlar,
azaba uğradılar. Kazandıkları hiçbir şey onlara fayda sağlamadı. Ayrıca bu
nimetlerin onların yüceliklerinden olmadığını açıklamaktadır.



Ebu İshâk[29]
der ki: "Âyetin manası: "Allah bunu bize ancak yüceliğimizden dolayı verdi.
Çünkü biz buna layıkız" sözlerinde geçmektedir. Halbuki onların amelleri boşa
çıkmıştır. Dolayısıyla da amellerin boşa çıkması,

"Fakat onların kazandıkları şeyler, kendilerine fayda sağlamadı" (Zümer:



39/50)



sözüyle ima edilmektedir.



Daha sonra Allah, onların bu yalancı zanlarını,

"Bilmezler mi ki muhakkak Allah rızkı dilediği kimseye yayar ve kısar." (Zümer:



39/52)



sözüyle geçersiz kılmaktadır.



"Bu (nimet), bana ancak bende olan ‘bir bilgi dolayısıyla' verilmiştir" (Kasas:



28/78)



sözüyle kastedilen; eğer

‘kendi bilgisi'
kastedilirse, o zaman mana: "Bu, bana, bende olan bilgi, tecrübe ve beceri
dolayısıyla verilmiştir" şeklinde olur. Eğer bu sözle,

‘Allah'ın bilgisi'
kast edilirse, o zaman mana: "Bu, bana, hayr ve hak etme mahiyetinde bende olan
‘Allah'ın bilgisi' dolayısıyla verilmiştir. Çünkü ben, bunu hak ettim. Bu, benim
yüceliğimdendir" şeklinde olur. Bu söz,

"Bu (nimet), bana verilmiştir"
sözüne daha ağır basmaktadır.

"Bilgim ve becerimle elde ettiğim ve kazandığım"
dememiştir. Bu ifade; bunun, sadece kendisine verildiğini itiraf ettiğini
göstermektedir.



Yine bunu, yüce Allah'ın şu sözü de delalet etmektedir:
"Bilakis o (nimet), bir imtihandır"



(Zümer:



39/49).
Yani o, bir sıkıntı ve bir imtihandır. Buna göre mana şöyle olmaktadır: Bu, ona
yüceliğinden dolayı verilmemiştir. Bilakis ona, bu; şükür mü ettiğini, yoksa
küfür mü ettiğini bilmek için Allah'tan bir imtihan ve bir sınama olarak
verilmiştir.



Yine bu anlatılana, yüce Allah'ın şu sözü de uygun düşmektedir:



"Ama insan, her ne zaman Rabb'i onu sınayıp da ikramda bulunur, nimet verirse,
‘Rabb'im bana ikram etti' der. Ama her ne zaman da sınayıp rızkını daraltırsa, o
vakit de, ‘Rabb'im beni zillete düşürdü' der"[30]



İnsan, bunu, kendisine Rabb'inin verdiğini itiraf etmektedir. Fakat bunu,
yüceliğinden olduğunu zannetmektedir.



Birinci takdire göre
âyet; nimeti, Allah'ın lütfuna ve ihsanına değil de kendi nefsiyle, bilgisiyle
ve gücüyle bağlantı kuran kimsenin durumunu yermeyi içermektedir. İşte bu,
küfrün ta kendisidir. Çünkü şükrün başı, nimeti itiraf etmektir. Nimet ise,
yalnızca nimet veren Allah'tandır. Nimet, (Allah ile değil de) bir başkasıyla
bağıntı kurulursa o zaman nimet inkar edilmiş olur.



Bir kimse: "Bu, bana, bende olan bilgi ve tecrübem dolayısıyla verilmiştir"
dediği zaman, o kişi, nimeti, kendi nefsiyle bağıntı kurmuş olur ki, doğrusu
buna şaşılır. Nitekim bu; bazı kimselerin, nimeti,

"Bizden daha kuvvetli kim vardır?"
(Fussilet:



41/15)
şeklindeki sözleriyle

‘kendi gücüyle'
bağıntı kurması gibidir. Bu kimseler, güçlü oluşlarına aldanmışlardır.
Dolayısıyla da bu,

‘bilgiyle'
aldanma şeklidir. Çünkü güçlü olmaları, onlara bir fayda sağlamamıştır.



İkinci takdire göre
ise âyet; nimeti hak ettiğinden dolayı Allah'ın, kendisine nimet verdiğine
inanan kişiyi yermeyi içermektedir.  Buna göre yüce Allah, nimetin sebebini,
nimeti elde etmek sûretiyle hak ettiği sıfatı göstermektedir. Halbuki bu nimet,
o kimseye, Allah'ın bir ihsan ve ikram olarak verdiği bir mükafattır.
Dolayısıyla nimeti, o kimsenin vasıflandığı şeye sebep kılmıştır. Çünkü kişi, bu
nimetin, kendisi için, şükür mü olduğu, yoksa inkar edeceği bir imtihan ve
sınanma mı olduğunu bilememektedir. Bu, onun düşündüğü gibi bir mükafat
değildir. Eğer bu, işlediği bir mükafat yada  yerine getirdiği bir iyilik olsa,
zaten Allah, o kimseye bu sebeple nimet verendir. O Allah, sebep olunan şeyle ve
mükafatla nimet verendir. Bütün bunlar; Allah'ın lütfunun, ihsanının ve cömert
oluşunun ta kendisidir. Kula, kendisinden dolayı, zerre miktarı hayr yoktur.



Her iki takdire göre
âyet; o kişi, nimeti, her yönden Rabb'iyle bağlantı kurmamıştır. Eğer nimeti,
Rabb'iyle, bir şekilde bağlantı kuracak olursa, Allah, nimetlerin hakikatine ve
sebeplerine her türlü şekilde nimeti veren sadece O'dur. Nimetin sebepleri, kula
nimet verendendir. Eğer kul, nimeti, çalışmakla elde etmiş olsa bile, yine de
çalışmasıyla elde ettiği bu nimet, Allah'ın nimetindendir. Çünkü her nimet,
şükredilinceye kadar sadece Allah'tandır. Şükür, nimettir. Nimet ise
Allah'tandır. Herkes, Allah'a ancak nimetiyle şükretmeye güç yetirebilir.
Şükretmek de, Allah'tan bir nimettir. Nitekim Hz. Dâvud (a.s.) bu konuda:



"Ey Rabb'im! Senin şükrüne ancak yine Senin nimetinle erişip dururken, ben, Sana
nasıl şükredeceğim?"
dedi. Bunun üzerine Allah:



-

‘Ey Dâvud! İşte şimdi bana şükretmiş oldun'

buyurdu.[31]
Bunu, İmam Ahmed rivayet etmiştir.



Yine Hasen (el-Basrî'nin) şöyle söylediği nakledilmiştir: Dâvud (a.s) dedi ki:



"İlahi! Vücudumdaki kıllardan her birinin ikişer tane dili olsa, gece ve gündüz,
bütün zamanlarda Seni zikretseler, yine de bana verdiğin bir nimetin hakkını eda
etmiş olamam."[32]



Burada kastedilen husus şudur: Şükreden kimsenin durumu,

"Bu (nimet), bana ancak bende olan ‘bir bilgi dolayısıyla' verilmiştir" (Kasas:



28/78)



diyen kimsenin durumunun tam zıddınadır. Yine bunun benzeri bir ifade şekli,
yüce Allah'ın şu sözünde şöyle geçmektedir:



"İnsan, iyilik istemekten usanmaz. Fakat kendisine bir kötülük dokununca üzülür
ve ümitsizliğe düşer. Andolsun ki kendisine dokunan bir zarardan sonra, biz ona
tarafımızdan bir rahmet tattırsak, o: ‘Bu (iyilik), benim hakkımdır. Kıyametin
kopacağını da sanmıyorum. Rabb'ime döndürülmüş olsam bile mutlaka O'nun yanında
benim için daha güzel şeyler vardır' der. Biz, o inkâr edenlere, yaptıkları
şeyleri mutlaka haber vereceğiz ve onlara ağır bir azap tattıracağız."[33]



‘Bu (iyilik), benim hakkımdır'

ifadesi ile ilgili şu açıklamalara yer verilmiştir:



Abdullah ibn Abbâs der ki: "(O kişi, ‘bu benim hakkımdır' sözüyle,) ‘benden
kaynaklanan bir şeyi kast etmektedir."[34]



Mukâtil'de der ki: "Buna en layık olan kişi benim demektir."



Mücâhid'de der ki: "Bu iyiliği, amelim sayesinde elde ettim. Dolayısıyla da ben
bu iyiliği hak ettim."[35]



Zeccâc'da der ki: "Bu iyilik, amelimle hak ettiğim bir vazifedir."



Görüldüğü üzere insan, en çirkin iki sıfatla nitelenmiştir: Eğer ona bir kötülük
dokunursa, ümitsizlik haline kapılır ve bu ümitsizlikten dolayı susup kalır.
Eğer ona bir iyilik dokunursa, Allah'ın, kendisine nimet verdiğini ve lütufta
bulunduğunu unutup şımarır ve bu nimeti hak ettiğini zanneder. Daha sonra da
öldükten sonra dirilmeye dair yalanlamasını da buna ilave edip:
"Kıyametin kopacağını da sanmıyorum" (Kehf:



18/36)
der. Ardından da buna, eğer öldükten sonra dirilme söz konusuysa, o zaman Allah
katında kendisi için

daha güzel şeyler[36]
olduğuna dair hileli zannını ilave eder. Bu durumunu, konum olarak cahilliğine
ve kibirli oluşuna yüklemedi.[37]



İbn Kayyim, nazım olarak der ki:



"Allah, kuluna ve kulu için "el-Latîf" (=yumuşak davranan)dır.



"Lütuf, Allah'ın vasıfları hususunda iki kısma ayrılır:"



"(Birincisi:) İşlerin sırlarını bilgiyle idrak etmek,"



"(İkincisi:) (Kuluna) ihsanda bulunma ile ilgili durumlarda latif olmak."



"(Kul,) izzetli oluşunu sana gösteriyor ve lütfunu ortaya çıkarıyor."



"Dikkatsiz davranma ile ilgili hususlarda kul, önemli bir yere sahip olmaktan
uzak olur."



İbnü'l-Esîr
"Nihâye"de
der ki: "Yüce Allah'ın isimleri içerisinde

"el-Latîf"
ismi de var.

Latîf,
bir işi yapma hususunda yumuşak olmayı ve faydalı şeyleri yaratıklarından
dilediğine güzellikle ve incelikle  ulaştırmada işlerin en ince ve en gizli
yönlerini kendisinde toplayan zat demektir.[38] 



"el-Latîf"

kelimesi;

‘yumuşak davranmak'
(=rıfk) anlamında kullanıldığı zaman, mazi fiilinin (orta harfinin) fethalı
okunmasıyla 
لَطَف
(letafe) -
يَلْطُفُ
(yeltufu) -
لُطْفاً 
(lutfen) denilir. Mazi fiilinin (orta harfinin) dammeli (=ötreli) okunmasıyla
لَطُف
(letufe) –
يَلْطُفُ 
(yeltufu) şeklince olunca, o zaman

‘hoş olmak'
(صَغُرَ)
ve

‘ince olmak'
(دَقَّ)
anlamında olur."[39]



Râgıb el-İsfehânî'de

"Müfredât"ta
der ki: "Lütuf
kelimesi, bazen duyu organlarının idrak edemeyeceği ince şeylerle ifade edilir.
Lütuf kelimesini, bu şekilde Allah'a vasf etmek, O'nun ince işlerle tanınması ve
kullarını hidayete erdirmede yumuşak davranması doğrudur. Çünkü yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: 



"Allah (kıyamet gününden korkup vazifesini yapan) kullarına çok lütufkârdır"[40]



"Doğrusu Rabb'im, dilediğine lütfunu ihsan eder"[41]



Yani Allah; kardeşleri, Hz. Yûsuf'u kuyuya attıklarında onu kuyudan çıkarmakla
ona ihsanda bulunmuştur."[42]



Üstad Abdurrahman es-Sa'dî konu ile ilgili olarak şöyle der: Yüce Allah, kuluna
karşı, gerek iç dünyasıyla ilgili işlerinde ve gerekse de dış dünyasıyla ilgili
işlerinde son derece yumuşak davranır. Onu, kendi iyiliğine ve hayrına olacak
şeylere doğru hissettirmeden yöneltir. İşte bu; O'nun bilgisinin, rahmetinin ve
cömert oluşunun alametlerindendir.



Müellif İbn Kayyim,

"el-Latîf"
isminin iki manada olduğunu belirtmiştir:



Birincisi:

O,



her şeyden haberdardır. O'nun ilmi; her türlü sırları, gizli işleri ve kalplerin
gizlediği şeyleri, gaybi konularını, meselelerin arka planlarını, her şeyin en
ince ve gizli yönlerini kuşatır. O, bunlardan hiçbir şeyin kendi bilgi ve
tecrübesinden uzak olmayacak şekilde kendisi için mümkün olan her türlü durumu
bilir.



İkincisi:
Kuluna ve dostuna karşı son derece lütufkardır. Ona ihsanda bulunur, lütfu ve
ikramıyla onu kuşatır ve onu yüksek mertebelere eriştirir. Onu, kolay olana
yaklaştırır ve zor olandan ise uzaklaştırır. Onun hoşuna gitmeyen ve sıkıntı
veren her türlü imtihanları ve sınamaları onun üzerinde gerçekleştirir. Bu
imtihan ve sınamaların meydana gelmesinde, dünya ve ahirette kulu için
menfaatler, mutluluklar ve güzel bir sonuç olduğunu bilir. Nitekim
peygamberleri, kavimlerinin eziyetiyle ve Allah yolunda cihad etmekle imtihan
etmiştir. Yine dostlarını da, arzu ettiklerine nail olmaları için
hoşlanmadıkları şeylerle imtihan etmiştir.



İşte bu anlattıklarımız; musannifin sözünde geçen

فيريك عزَّته
yani

"hoş görmediğin imtihanınla"
ve

ويُبدي لطفه



yani
"övülmüş sonuçlar ile sevinçli bitişler"

sözünün anlamıdır.



Kul, gerek yönetme (=velayet), gerek lider olma (=riyaset) ve gerekse insanlar
arasında en sevilen faktörlerden birinin sorumluluğunu alma gibi nice dünyevî
şeylere gözünü diker. Allah ise, kulunun dinine zarar vermemesi için kulunu bu
tür şeylerden uzaklaştırmaya çalışır ve kuluna olan rahmetinden dolayı bu tür
şeyleri ondan kaçındırır. Kul ise (bunları elde edemediği için) cahilliğinden ve
Rabb'ini yeterince tanımamasından dolayı üzüntülü bir şekilde (hâlâ bunları elde
etme hususunda) ısrarını sürdürür. İstekte bulunanlar, ister söz lisanı veya hal
lisanıyla istemiş olsunlar, ister isteyen kimse mümin yada kafir ve iyi yada
günahkar olsun, eğer kul, (bilmediği nice şeylerin) kendisi için hazırlandığını
(ve bu konuda ona iyiliğin murad edildiğini) bilmiş olsa, (Allah'a hamd eder ve
bundan dolayı da O'na şükreder.)[43]



O halde kim  istemiş olduğu şeyi doğru bir şekilde, elde ettiği şeyi istekli ve
gelecekte olma ihtimali olan zilletin ve fakirliğin bilincinde olarak Allah'tan
istemiş olursa, Allah, o kimseye, istediği şeyi verir ve onu dilediği şeye nail
kılar. Çünkü Allah; vermiş olduğu sözü tutar, kuluna karşı rahîmdir, cömerttir
ve kerîmdir.



Allah, bu geniş cömertliğini, dostlarına; gözlerin göremediği, kulakların
işitemediği ve insan kalbinin hissedemediği yücelik, karar kılma ve rahmet
yurdunda hazırlamıştır.[44]



 



* * *

 





[1]

     "el-Latif"
ismi, Kur'an-ı Kerim'de


7
defa geçmektedir.





[2]
     Kehf:

18/19





[3]
     Müslim, Sıfatu'l-Cennet

1
(2822);
İbn Hibbân, Sahih,

2/492,


494.
Cennete ancak hoşa gitmeyen şeyleri yapmakla, cehenneme de şehvetler
sebebiyle varılır. Bunlar, cennet ile cehennemi sarmış, perde arakasında
bırakmıştır. Hoşa gitmeyen şeylere göğüs gererek cennetin perdesini yırtan,
oraya girecek şehvetlerine kapılıp günah işleyenler de cehennemin perdesini
yırtarak cehenneme girecektir. Buradaki hoşa gitmeyenden maksat; yapması
nefse ağır gelen şeylerdir. Örnek, ibadetlere devam, onların güçlüklerine
katlanmak, öfkeyi yenerek affetmek,  sadaka vermek, kötülük yapana iyiklikte
bulunmak, nefsin arzularına sabırla karşı gelmek gibi şeyler buna dahildir.

       
Şehvetlerle kast edilen ise; zina, içki, gıybet gibi haram olanları
yapmaktır. Yiyip içmek gibi mübah olan şehvetler, buna dahil değildir. Fakat
hususlarda ifrat dereceye varmak mekruhtur. (ç)





[4]
     Müslim, Zühd

64
(2999);
İmam Ahmed, Müsned,

4/332.
Hadisin ilk cümlesi Müslim'de geçmemektedir. Bu cümlenin geçtiği yer için
b.k.z: Ebû Ya'lâ, Müsned,

7/220,


288;
Münâvî, Feyzu'l-Kadîr,

2/128





[5]
     Hacc:

22/70





[6]
     Kehf:

18/7





[7]
     Hûd

11/7





[8]
     Bakara: 

2/30





[9]
     Müslim, bu hadisi, şu lafızla rivayet etmiştir:
"Ben seni ancak
imtihan edeyim ve seninle başkalarını imtihan edeyim diye gönderdim"
B.k.z.: Müslim, Cennet

63
(2865)





[10]
    Enbiyâ:

21/35





[11]
    Furkân:

25/20





[12]
   
Abraş:
Bedeninde yer yer beyaz lekeler olan kimsedir. (ç)





[13]
    Buhârî, Eymân

8,
Enbiyâ

51;
Müslim, Zühd

10
(2964)







[14]
    Meâric:

70/38-39





[15]
    Vâkıa:


56/57





[16]
    Nahl:

16/4-81





[17]
    Nahl:

16/83





[18]
    Mücâhid, Tefsir,

1/350





[19]
    Suyûtî, Dürrü'l-Mensûr,

5/155





[20]
    Ferrâ, Meâni'l-Kur'an,

2/112;
İbn Kuteybe, Garîbu'l-Kur'an, s.

248





[21]
    Suyûtî, Dürrü'l-Mensûr,

5/155





[22]
    Bu hadis, daha önce özet olarak geçmişti. Bu hadise göre; İsrâil
oğullarından biri abraş, biri kel ve biri de kör olmak üzere üç kişi varmış.
Allah, bu üç kimseyi imtihan etmek üzere onlara bir melek göndermiş. Melek,
bu her üç kişiye giderek "Onlara göre en makbul şeyin ne" olduğunu sormuş.
Abraş kimse, güzel renk, güzel cilt ve insanların kendisinden iğrendiği
şeyin gitmesini istemiş. Melek, o abraş kimseyi sıvazlamış. Bunun üzerine
ona en makbul malın ne olduğunu sormuş. O da, deve (yada sığır) demiş. Daha
sonra abraşa, doğurması yakın bir deve verilmiş. Melek de, bu devede bereket
vermesi için dua etmiş. 

        Kel
kimse ise, güzel saç ve insanların kendisinden iğrendiği halin gitmesini
istemiş. Melek, onu sıvazlamış. Bunun üzerine ona güzel saç verilmiş. Daha
sonra ona en makbul malın ne olduğunu sormuş. O da, sığırdır diye cevap
vermiş. Hemen ona hamile bir inek verilmiş. Melek de, bu devede bereket
vermesi için dua etmiş. 

        Kör ise,
gözünün açılmasını istemiş. Melek, onu sıvazlamış. Bunun üzerine onun gözü
açılmış. Daha sonra ona en makbul malın ne olduğunu sormuş. O da, koyundur
diye cevap vermiş. Hemen ona doğurmuş bir koyun verilmiş.

        Derken
bu üç kimsenin hepsi, kendilerine verilen hayvanların sayısını çoğaltmışlar.
Melek, abraşın ve kelin eski kılığına girerek teker teker o ikisine giderek
onlara eski günlerini hatırlatıp bu malları ona veren Allah rızası için
ondan bir deve ve sığır istemiş. İkisi de, bu malları, Allah'ın verdiği bir
nimet olarak değil de, büyükten büyüğe geçen bir miras olarak elde
ettiklerini belirterek bir şey vermekten kaçınmışlar. Melek de, o ikisine
ayrı ayrı : "Yalancı isen, Allah seni eski haline çevirsin" demiş. Böylece
her ikisi de, eski hallerine geri dönmüşler. Kör ise, eski günlerini
hatırlayarak kendisinden istenen koyunu vermiş. Bunun üzerine melek, köre:
"Malın senin olsun. Siz ancak imtihan edildiniz. Senden razı olundu. İki
arkadaşın ise, hüsrana uğradı" demiş. (ç)





[23]
    Nahl:

16/53





[24]
    Zümer:

39/49





[25]
    Beğavî, Meâlimu't-Tenzîl,

4/82





[26]
    Zümer:

39/49





[27]
    Kasas:

28/78





[28]
    Zümer:

39/50-51





[29]
    Zeccâc, Meâni'l-Kur'an,

4/357







[30]
    Fecr:

89/15-16





[31]
    İmam Ahmed b. Hanbel, Zühd, (373);
İbn Ebi'd-Dünyâ, Şükr, s.

67





[32]
    İmam Ahmed b. Hanbel, Zühd, (361);
İbn Ebi'd-Dünyâ, Şükr, s.

76





[33]
    Fussilet:

41/49-50





[34]
    Kurtubî, Tefsir,

15/373





[35]
    Mücâhid, Tefsir,

2/572;
Taberî, Tefsir,

25/3





[36]
    Bu husus, yüce Allah'ın "Kıyametin kopacağını da sanmıyorum. Rabbime
döndürülmüş olsam bile mutlaka O'nun yanında benim için daha güzel şeyler
vardır" (Fussilet:

41/50)
sözünde geçmektedir.





[37]
    Şifâu'l-alîl, s.

34





[38]
    Bu tanıma göre
"el-Latîf"
isminin iki anlamı ortaya çıkmaktadır. Birinci anlamı, lütufta bulunmak ve
ikinci anlamı ise, incelikleri ve sırları bilmek şeklindedir. Bu iki anlam,
kelimenin, mazi fiilinin orta harfinin iki farklı şekilde okunmasından
kaynaklanmaktadır. Bu iki mana arasındaki ilişki şöyle açıklanabilir:
"el-Latîf",
işlerinde güzellik ve inceliklerine varıncaya kadar, faydaları bilme ve
takdir ettiği yaratıklarına onları eriştirme özelliklerini kendisinde
bulunduran zattır. (ç)





[39]
    İbnü'l-Esîr, Nihâye fi Garîbi'l-Hadîs ve'l-Eser,

4/251





[40]
    Şûrâ:

42/19





[41]
    Yûsuf:

12/100





[42]
    Râgıb, Müfredât, s.

450





[43]
    Bu durumda kul, Allah karşı şöyle dua etmelidir:
"Allahım! Benim
isteyip de bana nasip ettiğin şeyleri, senin sevdiğin şeyleri yapmamda bana
güç kaynağı kıl. Benim isteyip de bana vermediğin şeylerin yerine de, kendi
sevdiğin şeyleri bana nasip et."
Bu hadis için b.k.z.: Tirmizî, Deavat

78;
İbnü'l-Esîr, Câmiu'l-Usûl,

4/641
(ç)





[44]
    Şerhu Kasîdeti'n-Nûniyye, s.

91