Fecir | Konular | Kitaplar

"Tebâreke" (=Yüceler Yücesi) Kelimesinin Anlamı

تَبَارَكَ



تَبَارَكَ 



"Tebâreke"



(=Yüceler Yücesi) Kelimesinin Anlamı:



Yüce Allah'ın

"Tebâreke"[1]
sıfatına gelince, bu sıfat, sadece O'na özgü bir sıfattır. Çünkü yüce Allah, bu
sıfatı, sadece kendine özgü kılmıştır. Yüce Allah'ın bu sıfatı, Kur'an'ın birçok
âyetinde geçmektedir. Bunlardan bazıları şunlardır:



"Alemlerin Rabb'i Allah, yüceler yücesidir!"[2]



"Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir!"[3]



"Yaratanların en güzeli olan Allah, yüceler yücesidir!"[4]



"Göklerin, yerin ve ikisi arasında bulunan her şeyin mülkü kendisine ait olan
Allah, yüceler yücesidir! Kıyamet saatini bilmek de O'na mahsustur. Siz O'na
döndürüleceksiniz."[5]



"Kulu Muhammed'e Furkan'ı indiren, Allah, yüceler yücesidir!"[6]



"Dilerse sana bunlardan daha iyisini ihsan edecek olan Allah, yüceler
yücesidir!"[7]



"Gökte burçları var eden Allah, yüceler yücesidir!"[8]



Bu, Selef'ten bazısının söylediği sözün manasıdır. Buna göre

تَبَارَكَ 



"Tebâreke"
kelimesi,

تَعَاظَمَ



"azametli"

anlamındadır.[9]



Bir başkası da şöyle der: "Bu kelime, bereketlerden daha önce meydana gelmesi
anlamındadır. Çünkü

bereket,
tamamen ondan meydana gelir."



Bir diğeri de şöyle der: "Allah'ın iyiliğinin ve ihsanının  kullarına çok olması
demektir."



Denildi ki:" Allah'ın şefkatinin ve merhametinin kullarına karşı geniş olması
demektir."



Denildi ki: Her şeyden daha çok olması demektir. Çünkü O, sıfatlarında ve
fiillerinde her şeyden pek yücedir."



Bundan dolayı

تَبَارَكَ



"Tebâreke"nin
anlamının,

تَعَالَى



"Teâlâ"
(=pek yüce) ve

تَعَاظَمَ



"Teâzame"
(=azametli) anlamına geldiği de söylenmiştir.



تَبَارَكَ



kelimesinin,

تَقَدَّسَ



"Tekaddese"
anlamında olduğu ve

القدس



"Takdis"
(=mukaddes bilme, kutsama) kelimesinin ise

الطهارة



"Tahâret"
(=temizlik) anlamına geldiği de söylenmiştir.



تَبَارَكَ



kelimesinin, ‘her şeyde O'nun ismiyle teberrük edilir' anlamına geldiği de
söylenmiştir.



تَبَارَكَ 
kelimesinin,

اِرْتَفَعَ



"irtefea"
anlamına geldiği ve

المُبَارَك



"Mübârek"
kelimesinin de

المُرْتَفَع



"murtefe' "
anlamına geldiği de söylenmiştir. Bu görüşü, Beğavî nakletmiştir.[10]



تَبَارَكَ



kelimesinin, ‘Allah'ı anmak sûretiyle elde edilen ve sağlanılan bereket'
anlamında olduğu da söylenmiştir.



Abdullah ibn Abbâs'da der ki: "

‘Tebâreke'
kelimesi, her türlü bereketi getiren demektir."



تَبَارَكَ



kelimesinin, ‘devamlı olmak sûretiyle sabit olan ve sürekli olan' anlamında
olduğu da söylenmiştir. Bu görüşü de, Beğavî nakletmiştir.



تَبَارَكَ



kelimesinin gerçek manası şudur: Bereket, hayrın çok olması ve devamlı olması
demektir. Hiçbir kimse, sıfat ve fiil yönünden bu kelimeyi kullanmaya hak sahibi
değildir. Çünkü

تَبَارَكَ 
ve

تَعَالَى
, Allah'a mahsustur.[11]



Selef'in bu konudaki açıklaması da, kelimenin bu iki anlamı etrafında dönüp
dolaşmaktadır. Bu iki kelime, (anlam itibariyle) birbiriyle aynıdır. Fakat



تَبَارَكَ 
kelimesine en layık olan anlam, fiil manası değil de sıfat manasıdır. Çünkü bu
kelime, lâzım (=geçissiz)[12]
bir fiildir.

تَعَالَى ,



تَقَدَّسَ
ve

تَعَاظَمَ 
gibi. Bu kelimeler, O'ndan başka bir üstün olan, takdis olan ve yüce olan
anlamında değildir. Bilakis bu, kelimenin, başka bir şekle ve yöne ihtimali
olmaması anlamındadır. Çünkü bu kelimelerin anlamı, kendisine nispet edilen
zatın kendisine işaret etmektedir. Zira O,

اَلْمُتَعَالِي



"müteâlî"
(=pek yüce olan) ve

اَلْمُتَقَدَّس



"Mütekaddes"
(=çokça takdis olunan)dır.



تَبَارَكَ



kelimesinin,

بَارَكَ



"Bâreke"
anlamında olmasının doğru olmadığı, çünkü

تَبَارَكَ
ile

بَارَكَ
kelimesini, mana ve kelime yönünden birbirinden farklı olduğu!!

تَبَارَكَ
kelimesinin, lâzım (=geçişsiz) bir fiil olduğu ve

بَارَكَ 
kelimesinin ise müteaddi (=geçişli) bir fiil olduğu söylenmiştir.[13]



Buna göre

تَبَارَكَ
kelimesine, "Bereket" ve "Bâreke" anlamı dışında bir mana veren kimsenin, manaya
isabet etmediğini anlamış bulunmaktayım.[14]



تَبَارَكَ



kelimesi,

المُتَبَارَك



"Mütebârek"
kelimesinin gerektirdiklerinden olunca,

تَبَارَكَ 
kelimesi,

مَجْد



"mecd"
(=şanı yüce, büyük) kabilinden olur.

الْمَجْدُ



"el-Mecd"
ise; Allah'ın celal, genişlik ve faziletin sıfatlarının çok olması demektir.



بَارَكَ
kelimesi de,

أَعْطَى



"E'tâ"
(=vermek, ihsan etmek, lutfetmek) ve

أَنْعَمَ



"En'ame"
(=nimet vermek, ihsan etmek, bahşetmek) kabilinden olur.



تَبَارَكَ
 kelimesinin,
bu konuda müteaddî (=geçişli) fiil olması, bir aksilik olmazsa lâzım (=geçişsiz)
fiil olmasını da gerektirir.

 تَبَارَكَ



kelimesinin müteaddî (=geçişli) fiil olması ile ilgili açıklamaları seleften
nakleden kimseler, bununla, bu kelimenin manalarını belli bir düzene koymak
istemeyi kast etmişlerdir. Fakat 

تَبَارَكَ 
kelimesi ile ilgili bu açıklamalar, tali bir konudur.



Bu konudaki görüşü,

"el-Fethu'l-Mekkî"
adlı kitapta detaylı bir şekilde ele aldık ve orada

"bereket"in
tamamen yüce Allah'a ait olduğunu açıkladık. Bundan dolayı da O,

"mübârik"
(=ihsanı veren, bereketi veren)tir.



Bir kimse bereketi sadece O'na verirse, o zaman O,

"Mübârek"
olur. İşte bundan dolayı da O'nun kitabı "mübârek" olur, Resulü "mübârek" olur,
Evi "mübârek" olur, şerefli kıldığı ve üstün kıldığı zamanlar ve mekanlar
"mübârek" olur, Kadir gecesi "mübârek" olur, Mescidi Aksa'nın etrafı "mübârek"
olur ve Kitabı'nın dört yada beş yerinde[15]
bereketli olmakla vasıflandırdığı Şam bölgesi "mübârek" olur.



Bu konuda, Müslim'in

"Sahîh"inde
Sevbân'dan gelen bir hadis-i şerifte, Hz. Peygamber (s.a.v)'in namazı
bitirdiğinde söylediği şu sözü düşünmelisiniz:



اللَّهُمَّ أَنْتَ السَّلَامُ وَمِنْكَ السَّلَامُ تَبَارَكْتَ ذَا الْجَلَالِ
وَالْإِكْرَامِ



"Allahım! Selâm, sensin. Selamet ancak sendendir. Mübareksin. Ey Celâl ve İkram
sahibi"[16]



Buna göre bu yüce kelimelerin, övgü türlerini nasıl birleştirdiğini iyi
düşünmelisin. Yani O'nu, her türlü noksan şeylerden tenzih etmek ve tesbih etmek
sûretiyle övmek ile en açık ve en özlü kelimelerle O'nun şanını yüce tutmakla ve
O'na hamd etmek sûretiyle övmek. Böylece mana tamamlanmış olmaktadır.



Yüce Allah'ın, 

فَعَّالٌ لِمَا يُرِيدُ



"Dilediğini yapandır"[17]



(Hûd:



11/107)



Sözünün Anlamı:



Yüce Allah'ın

"Dilediğini yapandır"[18]



ifadesi, şu hususlara delildir:



1.
Yüce Allah, bir şeyi, kendi iradesi ve dilemesi sûretiyle yapar.



2.
Yüce Allah, bu ifadeyi, kendi zatını medh etme ve övme mahiyetinde getirmiştir.
Çünkü Allah'ın dilediğini yapması, O'nun kemalindendir. O'nun bu kemâl
sıfatının, herhangi bir vakitte yok olması düşünülemez. Nitekim yüce Allah bu
konuda şöyle buyurmaktadır:



"Hiç yaratan, yaratamayana benzer mi?



Hâla ibret almaz mısınız?"[19]



Sonradan yok olmaması, O'nun kemâl sıfatlarından ve celal na'tlarındandır.



3.
Yüce Allah, bir şey dilediği zaman o şeyi yapar.



Âyette geçen

مَا



"mâ",
Âmm İsm-i Mevsul'dur. Yani bir şeyi yapmak istediğinde o şeyi tamamen yapar. Bu,
O'nun dilemesinin, fiiline bağlı olmasında geçerli olur. Allah'ın iradesinin,
kulun fiiliyle olan ilişkisi ise başka bir konudur.



Bu konu,

Kaderiyye[20]
ile

Cebriyye[21]
mezhebine gizli kalmıştır. Onlar, kader ile ilgili konuda gafil davrandıkları
için kader meselesinde tökezlemişlerdir. Çünkü kaderde iki irade söz konusudur:
Biri, kulun yapması gerekli olan irade ve diğeri de Allah'ın fail olması gerekli
olan iradedir.



Allah, kuluna yardım etmeyi ve onun için fiilin sebeplerini yaratmayı, kendi
zatından dilerse, o zaman kul, o fiili yapar. Eğer kulu için fiilin sebeplerini
yaratmayı kendi zatından dilemezse, o zaman kul için fiil söz konusu olamaz.[22]



Buna, yüce Allah'ın,

"Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur"[23]



sözü örnektir. Çünkü gezdirmek, O'nun fiilidir. Gezmek ise, kulun fiilidir. Bu
da, gezdirmenin etkisi sonucu meydana gelir. Yine hidayete erdirmek ve
saptırmak, O'nun fiilidir. Hidayete ermek ve sapıtmak ise, kulun fiilidir.
Sonuçta her ikisi de, bizimle ilgili fiillerdir. Buna göre Allah, hidayet
edendir. Kul ise hidayete erendir. O, dilediğini saptırır. Kul ise sapıklığa
düşendir. Sonuç itibariyle bu da gerçek, bu da gerçek.[24]

 




[1]
     Yüce Allah'ın "Tebâreke" sıfatı, Kur'an'ın

9
yerinde geçmektedir. İbn Kayyim, burada, bunlardan

7
tanesini belirtmiştir. Diğer ikisi ise Şûrâda geçmektedir: Gâfir:

40/64,
Rahmân:

55/78

       
"Tebâreke" kelimesi, "bereket" kökünden

تَفَاعَلَ
"Tefeâle"
vezninde bir kelime olup bereket, çokluk, genişlik, bolluk ve pek yüce
anlamına gelmektedir. (ç)




[2]
     A'râf:

7/54




[3]
     Mülk:

67/1




[4]
     Mü'minûn:

23/14




[5]
     Zuhruf:

43/85




[6]
     Furkân:

25/1




[7]
     Furkân:

25/10




[8]
     Furkân:

25/61




[9]
     el-Ezherî der ki: "Tebâreke" kelimesi; pek yüce, azametli ve üstün
anlamındadır.  Ayrıca "Tebâreke" kelimesiyle;  ‘O'nun ismiyle teberrük
edilir ve O'nun isminin uğurundan faydalanılmaya çalışılır' anlamına geldiği
de söylenmiştir.




[10]
    Beğavî, Hüseyin b. Mes'ud Ebû Muhammed'dir. Fıkıhçı ve hadisçidir.
"Sünneti ihya" eden kimse diye lakablanmıştır.  "Tefsiru Lubebi't-Te'vil",
"Mesâbîhu's-Sünne" ve "Şerhu Sünne" adlı eserlerin sahibidir. Hicri

510
yılında ölmüştür.  





[11]
    Âlûsî bu konu ile ilgili olarak der ki: "تبَارَكَ
Tebâreke"
kelimesi,

تَقَدَّسَ

"Tekaddese" anlamındadır. Çünkü Allah, her türlü noksanlıklardan
münezzehtir. Bu sıfat, yüce Allah'a özgü bir sıfattır. Nitekim bu husus,

"Kâmûs"ta
da bu şekilde geçmektedir " Âlûsî, Rûhu'l-Meânî,

8/138-139




[12]
    Lâzım Fiil: Mef'ulleri (mef'ulu bihi)ni, doğrudan doğruya almayıp bazı
edatlar (=harfi cerler) yardımıyla alan fiillerdir. Yani filin yaptığı iş,
fail (=özne)de kalırsa veya bir fiil söylendiği zaman işiten kimse; kimi,
kime, neyi, neye sorularını sormaya mecbur olmazsa bu fiillere, lâzım
fiiller denir.

        Müteaddî
Fiil: Mef'ulleri (mef'ulu bihi)ni, doğrudan doğruya alan ve harfi cerlere
(=edatlara) ihtiyaç duymayan fiillerdir.Yani fail (=özne)in yaptığı iş,
failde kalmayıp başkasına (=mef'ulüne) etki ediyorsa veya fiil söylendiği
zaman bu fiili işiten kimse; kimi, kime, neyi, neye sorularını sormaya
mecbur oluyorsa, böyle fillere müteaddî fiil denir. (ç)




[13]

"Lisân"
adlı kitapta
denir ki: "ذَبَارَكَ
الله

‘Tebârekellahu",

بَارَكَ اللهُ

"Bârekellahu" anlamındadır.

قَاتَلَ
"kâtele"
(=savaşmak) ve

تَقَاتَلَ

"tekâtele" (=savaşmak) gibi. Yalnız bu kelime,

فَاعَلَ
"Fâale"
vezninde olduğu zaman, o zaman müteaddî (=geçişli) olur.

تَفَاعَلَ 
"Tefâale" vezninde olduğu zaman, müteaddî (=geçişli) olmaz.

        Ferrâ'
der ki: "Araplar,

بَارَكَ اللَّهُ 
"Bârekallahu" ve

بَارَكَ


فِيكَ 
"Bâreke fîke" ifadesini kullanırlar."

        Bu
konuda daha geniş bilgi için "Lisân" adlı kitabın

برك
"Bereke"
maddesine bakabilirsiniz.




[14]
    Bazı alimler,

تَبَارَكَ
kelimesinin, "Bereket" ve "Bâreke" kelimesi anlamına gelmediğini, bu nedenle
de Allah'a "Tebârekallahu" denildiği halde, "Mütebârek" ve "Mübârek"
denilemeyeceğini, çünkü Allah'ın isim ve sıfatları hususunda konu ile ilgili
gelen nakillerin sınırında durulması gerektiğini belirtmişlerdir.


        Buna
karşılık İbn Kayyim ise,

تَبَارَكَ 
kelimesinin, bu manada kullanılabileceği hususunda çeşitli açıklamalar
getirmektedir. (ç)




[15]
    Şam bölgesinin faziletleri hakkında gelen ayetlerin açıklanması ile
ilgili olarak Abdurrahman ibn İbrahim b. Abdurrezzâk ed-Dımeşkî'nin
"Hadâiku'l-İn'âm fî Fezâili'ş-Şâm" adlı kitabına bakabilirisiniz. Bu kitabın
tahkiki, Yusuf Büdeyvî tarafından yapılmıştır.





[16]
    Müslim, Mesacid

135
(591)
(ç)





[17]
    Yüce Allah'ın bu ismi, O'nun hem kudreti ve hem de iradesiyle ilgilidir.
Kur'an'da "Murîd" ismi geçmemesine rağmen "yef'alu mâ yeşâ' " ve "yef'alu mâ
yurîd" gibi kalıplarla, Allah'ın dilediğini yapabildiği ve hiçbir kayda
bağlı olmayan irade sahibi olduğunu yeterince anlatmaktadır. (ç)




[18]
    Bu ifade, ayrıca Burûc:

85/16'da
da geçmektedir. (ç)




[19]
    Nahl:

16/17




[20]
   
Kaderiyye:
Sorumluluk bildiren fiillerin sadece insan iradesiyle gerçekleştiğini ileri
süren mezhep. (ç)




[21]
   
Cebriyye:
İnsanlara ait ihtiyari fiillerin ilahi irade ve kudretin zorlayıcı etkisiyle
meydana geldiğini savunan grupların ortak adı. (ç)





[22]
    Tibyân, s.

61




[23]
    Yûnus:

10/22




[24]
    Şifâu'l-Alîl, s.

58