Fecir | Konular | Kitaplar

Yüce Allah'ın Kelamının, İsminin (İhtiva Ettiği) Mananın İçinde Olması

Yüce Allah



Yüce Allah'ın Kelamının, İsminin (İhtiva Ettiği) Mananın



İçinde Olması:



Yüce Allah'ın kelamı, isminin ihtiva ettiği mananın içinde bulunmaktadır. Çünkü
"Allah", kemâl sıfatlarla vasıflanmış Zat'ın ismidir. Bu sıfatlardan birisi de,
"Kelâm" (=konuşma) sıfatıdır. Yine O'nun ilmi, kudreti, diri olması, işitmesi,
görmesi de mahluk (=sonradan yaratılmış) değildir.



Kur'an, O'nun kelamıdır.[1]
Kelam ise, O'nun sıfatlarından biridir. Bu kelam sıfatı, O'nun güzel
isimlerinden birisini teşkil etmektedir. Kur'an, mahluk değildir. Fakat "Kur'an,
Allah'tan değildir" denilmez. Çünkü kelam, Allah'ın isimlerinden birisi olduğuna
göre, kelam isminin, mahluk olduğu ve Allah'tan ayrı olduğu nasıl söylenebilir?
Görüldüğü üzere gerçek, Allah'ın yardımıyla ortaya çıkmış olup problemler sona
ermiştir.



Kur'an'da geçen yüce Allah'ın güzel isimleri, O'nun kelamıdır. Kelamı ise,
mahluk değildir. Dolayısıyla "Kelam, Allah'tan başkadır ve O'ndan değildir"
denilemez. Bu görüş, Mutezile mezhebinin görüşüne aykırıdır. Onlar bu konuda
şöyle derler: "Yüce Allah'ın isimleri, O'ndan başkadır. Dolayısıyla isimleri,
mahluktur."



Bunların görüşlerini kabul etmeyen kimselerin bu konudaki görüşü ise şu
şekildedir: "Allah'ın ismi, Zat'ının kendisidir ve Zat'ından başka bir şey de
değildir."[2]



Kısacası: Şüphe böylece sona ermekte ve doğru olan ortaya çıkmaktadır. Hamd,
Allah'a mahsustur.[3]

 




[1]
     Tehânevî (ö.

1158/1745),
yüce Allah'ın, mütekellim olduğu konusunda bir ihtilâf olmadığını, ihtilâfın
"Kelâmullah"ın manasında, kadîm (=ezeli) mi, yoksa hâdis (=sonradan olma) mi
olduğu hususunda bulunduğunu belirttikten sonra bu konudaki görüşleri şöyle
özetler:

        "Bu
konuda birbiri ile çelişen iki kıyas bulunmaktadır:

        "Kelâmullah",
Allah'ın sıfatıdır; Allah'ın sıfatı olan şey kadîmdir; öyleyse "Kelâmullah"
da kadîmdir.

        "Kelâmullah",
birbiri üzerine terettüp eden ve vücud bakımından birbiri arkasınca gelen
bir mahiyet arzeder. Bu özellikte olan her şey, hâdistir. Öyleyse
"Kelâmullah" da hâdistir.

       
Hanbelîler ise, "Kelâmullah"ın, Allah'ın zatı ile kâim harf ve sesten
ibarettir ve kadîmdir olduğunu belirtmişlerdir. Hatta bazıları bu konudaki
inadını ileri götürerek cildinin ve kabının da kadîm olduğunu
söylemişlerdir.

       
Kerrâmiyye ise, "Kelâmullah"ın, harfler ve seslerden ibaret olup hâdis
olduğu ancak buna rağmen Allah'ın zatı ile kâim olduğunu belirtmişlerdir.

        Mutezile
ise, "Kelâmullah"ın, harfler ve seslerden ibaret olduğunu, ancak Allah'ın
zatı ile kâim olmadığını, Allah Teâlâ'nın, onları, Levh-i Mahfuz veya Cibril
yada Peygamber'de yarattığını ve dolayısıyla da hâdis olduğunu
belirtmişlerdir.

       
Eş'arîler ise şöyle derler: "Kelâmullah", sesler ve harfler cinsinden
olmayıp, Allah'ın zatı ile kâim olan kadîm manadan ibarettir ve buna
"kelâm-ı nefsî" denir; bu mana hâdis olan ve Allah'ın zatı ile kâim olmayan
lâfzî kelâmın medlulü olmaktadır. Bu, ilim ve irâdeden ayrı bir şeydir.

        Sûfiler
ise, "Kelâmullah"ın, Allah'ın ilminin tecellîsi olduğunu belirtmişledir.

        Nesefî
(ö.710/1310)
ise şöyle demektedir: "Kur'ân, Allah'ın kelâmı olup mahluk değildir. Bu
kelâm, hiçbirinin içinde bulunmaksızın (gayru hâilin fîhâ) yazılarımızla
yazılmış, kalplerimizde saklanmış, dillerimizle okunmuş ve kulaklarımızla
duyulmuştur."

        Bizce bu
konudaki en uygun izah tarzı şudur:             

        "Kelâm
haddizatında mütekellimin (=konuşan ve söz söyleyen şahsın) kendisinde
mevcut olan ilme muhatabın delâlet etmesini sağlayan bir iş yapmasından
veyahut da muhatabı, kendisinde mevcut olan ilme vâkıf olacak bir hale
getirmesinden başka bir şey değildir. Bu ise failin fiilleri cümlesinden bir
fiildir. Hakiki fail olmayan bir mahluk yani insan, âlim olması itibarıyla
bu fiile kadir olunca, aynı hususun hakiki fail olan Allah hakkında bahis
konusu olmasının gerekliliği çok daha uygun olur. Görünürde ve duyu âleminde
bu fiil için diğer bir şart daha vardır. O da bunun vasıta ile olmasıdır. Bu
vasıta da sözdür, (insan kendi bilgisini söz vasıtasıyla muhatabına intikal
ettirir veya söz vasıtası ile muhatabının kendisindeki ilme vâkıf olmasını
temin eder. Halbuki Allah hakkında bu şart yoktur). Hal böyle olunca, Allah
Teâlâ'dan olan bu fiilin (ve kelâmın) kullarından seçtiği mümtaz bir kulun
nefsinde (meselâ söz, ses, işaret, şifre v.s gibi) herhangi bir vasıta ile
husule gelmesi icab eder. Ancak bu vasıtanın mutlaka söz halinde olması icab
etmez ama mutlaka onun tarafından yaratılmış olması şarttır. Belki bazen bir
melek vasıtasıyla, bazen vahiy ile, yani yaratılan bir söz aracı olmaksızın,
daha açıkçası Allah'ın dinleyicide meydana getireceği bir fiille, onun bu
mânaya vâkıf ve âşinâ olması sağlanır. Bazen de Allah Teâlâ'nm, kendi
kelâmını tahsis ettiği bir şahsın kulağında yarattığı söz ve ses vasıtasıyla
olur. Şu âyetle bu üç tavra işaret edilmiştir:

       
"Allah'ın, kendisine söz söylemiş olması hiçbir beşer için vâki değildir.
Vahy ile veya perde arkasından veyahut da gönderdiği elçi bir meleğin, yine
onun izni ile dilediğine vahy etmesi suretiyle konuşması bir istimnadır"
(Şûra:

42/51)

        Buradaki
vahiy, yaratılan bir söz aracılığı olmaksızın, bahis konusu mânanın vahye
mazhar olan zatta vâki ve hasıl olmasıdır. Daha açıkçası bahis konusu
mânanın muhatabın nefsinde ve kalbinde Allah'ın işlediği bir fiille açığa
çıkmasıdır. Nitekim mübarek ve müteâl olan Allah,
"iki kavis
kadar, hatta daha da yakın olmuştu da işte o zaman ne vahyettiyse onu
vahyetmişti"
(Necm:

53/9,10)
buyurmuştur.

        Perde
arkasından olan konuşma, kendi kelâmı için seçmiş olduğu mümtaz kulunun
nefsinde Allah'ın yarattığı lafızlar vasıtasıyla husule gelen kelâmdır.
Hakiki kelâm da budur. Allah, bu kelâmı, Hz. Musa'ya tahsis etmiştir. Onun
için,
"Allah, Musa ile konuştu"
(Nisa:

4/163)
buyurmuştur.

        Üçüncü
kısım olan
"elçi gönderme"
meselesine gelince; bu, Allah'tan melek vasıtasıyla olan kelâmdır.


        Bu
suretle açıkça anlaşılmıştır ki, Allah'ın kelâmı olan Kur'an kadîmdir, O'na
delâlet eden lâfız ise insanın değil, Allah Teâlâ'nın mahlûkudur".

        Prof.
Dr. Mehmet ERDOĞAN, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, İFAV İst.

1995,
s.

51-52
(ç)




[2]
     Hanbeliler kast edilmektedir. (ç)




[3]
     Bedâiu'l-Fevâid,

1/18