Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı
Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler
Râbıtaya İlişkin
Çok Yönlü Değerlendirmeler
Nakşîbendîlikte
Anlayış ve Yargı:
Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi
bulunmayanların, bu tarîkatın örtülü yanları hakkında elbette ki bilgileri
sınırlıdır, ya da bu konuda kayda değer hemen hiç bir şey bilmezler.
Özellikle işaret etmek gerekir
ki aynı zamanda bütün tarîkatların sıradan mürîdleri için de bu durum söz
konusudur. Bu insanlar, bağlısı oldukları tarîkatların çeşitli âyin, sembol
ve kurallarının esasen nerelerden alındığı hakkında hiç düşünmez, düşünme
ihtiyacını bile duymazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim
görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden
olabilir. Aralarında bulunan sâkin tiplerin de, "Bunu ancak Efendi Hazretleri
bilir" gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.
Bu konuda rûhânîlerle avâm
arasında (yani şeyhlerle mürîdler arasında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve
onlara yakın olan üst tabaka, râbıta gibi tarîkat kurallarının, kaynağını
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetinden aldığına ilişkin
birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit
olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda
görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri
ısrarla ve inatla savunmaya çalışırlar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir
inanca sahiptirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve kanıtlara
dayanmamaktadır. Nitekim yukarıda "Ruhu'l-Furkan" adlı kitabın yazarları
tarafından, âyet ve hadislere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine
sığmayan ne tuhaf yorumlarla râbıtanın İslâm'a mal edilmeye çalışıldığını
ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve bağlılıkları
tamamen kör taklide dayanmaktadır.
Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı
hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında diğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu
ise onlara râbıtanın içyüzünü anlatmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü
zihinlerine yerleşmiş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz.
Peygamber (s.a.s.)'e kadar dayanır!
Oysa hiç bir belgeye
başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir mesele olmadığı, tanımının ve
tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçeklerden de gâyet açık bir şekilde
anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800'lerin ortalarından itibaren
Kuzey Irak'dan Anadolu'ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir
din niteliğini kazanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur'ân'a ve sünnete
dayanıp dayanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz
milyonlarca Müslüman'ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafından
tutunmuş olduğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak
artık meşrûluğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koyduğu dinsel kurallar
nasıl olur da kaynağını İslâm'dan ve Kur'ân'dan almış olabilir ?!
Önceki Nakşîbendîler, en çok
mîlâdî 1550'lerde râbıta sözcüğünü yalın anlamda kullanmışlardır. Yoksa eğer
Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta
rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmayacak ve kanıt olarak kullanmak için
onu her münasebette ortaya koyacaklardı!
Halbuki râbıtanın tanımı diye
onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe
sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan
Süleymaniyeli Halid Bağdâdî'ye ve O'ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî,
Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şahıslara âittir.
Bu konuda araştırma yapmış olan
bir İlâhîyatçı da râbıtanın yeni bir mesele olduğunu aynen şu sözlerle
anlatmaktadır: "Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar
devrin mahsulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun
tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı
kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün
olmaktadır."[1]
Ayrıca şunu da hatırlatmak
gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında
râbıta diye bir şeye yer vermemiştir. Eğer râbıta -Nakşîlerin ileri sürdüğü
gibi- İslâmî bir kaynaktan gelmiş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı,
en azından Sünnî'ler arasında yaygın olan diğer tarîkatlar da mutlaka
kuralları arasında ona yer vereceklerdi.
[1]
Yrd. Doç. Dr. İrfan Gündüz, Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta adlı,
basılmamış bir çalışmasından, s. 10
Râbıtaya İlişkin
Çok Yönlü Değerlendirmeler
Nakşîbendîlikte
Anlayış ve Yargı:
Nakşîbendî Tarîkatıyla ilişkisi
bulunmayanların, bu tarîkatın örtülü yanları hakkında elbette ki bilgileri
sınırlıdır, ya da bu konuda kayda değer hemen hiç bir şey bilmezler.
Özellikle işaret etmek gerekir
ki aynı zamanda bütün tarîkatların sıradan mürîdleri için de bu durum söz
konusudur. Bu insanlar, bağlısı oldukları tarîkatların çeşitli âyin, sembol
ve kurallarının esasen nerelerden alındığı hakkında hiç düşünmez, düşünme
ihtiyacını bile duymazlar. Onun için râbıta ve benzeri meselelerde eğitim
görmemiş mürîdlere yöneltilen sorular, onların çok ilkel tepkilerine neden
olabilir. Aralarında bulunan sâkin tiplerin de, "Bunu ancak Efendi Hazretleri
bilir" gibi daha tehlikesiz bir karşılıkla yetineceği olasıdır.
Bu konuda rûhânîlerle avâm
arasında (yani şeyhlerle mürîdler arasında) küçük bir fark vardır. Şeyhler ve
onlara yakın olan üst tabaka, râbıta gibi tarîkat kurallarının, kaynağını
Kur'ân-ı Kerîm'den ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetinden aldığına ilişkin
birçok yazılı ve sözlü rivâyetler ileri sürerler. Onların eski büyüklerine âit
olduğu için bu söylentilere çok büyük önem verirler. Yukarıdaki alıntılarda
görüldüğü gibi hiç ilgisi olmayan âyet ve hadislere tutunarak bu söylentileri
ısrarla ve inatla savunmaya çalışırlar. Tabiatıyla bu konuda sarsılmaz bir
inanca sahiptirler. Ancak bu inanç esaslı bilgilere ve kanıtlara
dayanmamaktadır. Nitekim yukarıda "Ruhu'l-Furkan" adlı kitabın yazarları
tarafından, âyet ve hadislere ne kadar âfâkî anlamlar verildiğini, akla ve dine
sığmayan ne tuhaf yorumlarla râbıtanın İslâm'a mal edilmeye çalışıldığını
ibretle gördük. Çünkü esasen şeyhlerin de mürîdlerinin de inanç ve bağlılıkları
tamamen kör taklide dayanmaktadır.
Nakşîbendî şeyhlerinden birkaçı
hâriç, râbıtanın geçmişi hakkında diğerlerinin hemen hiç bir bilgisi yoktur. Bu
ise onlara râbıtanın içyüzünü anlatmayı son derece zorlaştırmaktadır. Çünkü
zihinlerine yerleşmiş olan yaygın inanca göre râbıtanın geçmişi ta Hz.
Peygamber (s.a.s.)'e kadar dayanır!
Oysa hiç bir belgeye
başvurulmadan bile râbıtanın çok eski bir mesele olmadığı, tanımının ve
tertibinin son dönemlerde yapıldığı şu gerçeklerden de gâyet açık bir şekilde
anlaşılmaktadır: Nakşîbendî Tarîkatı özellikle 1800'lerin ortalarından itibaren
Kuzey Irak'dan Anadolu'ya doğru yayılmış ve geniş çevreler içinde bağımsız bir
din niteliğini kazanmış bulunmaktadır. Öyle ise râbıtanın, Kur'ân'a ve sünnete
dayanıp dayanmadığını bir kenara koyup önce bu tarîkatın, neden yüz
milyonlarca Müslüman'ın dışında ve yalnızca Kürtler ve Türkler tarafından
tutunmuş olduğunu düşünmek daha doğru olmaz mı? Tabiatıyla buna bağlı olarak
artık meşrûluğu tartışılan mistik bir örgütün daha dün koyduğu dinsel kurallar
nasıl olur da kaynağını İslâm'dan ve Kur'ân'dan almış olabilir ?!
Önceki Nakşîbendîler, en çok
mîlâdî 1550'lerde râbıta sözcüğünü yalın anlamda kullanmışlardır. Yoksa eğer
Nakşîbendîler râbıtanın en ufak bir tanımına bile herhangi bir kaynakta
rastlamış olsalardı bu fırsatı asla kaçırmayacak ve kanıt olarak kullanmak için
onu her münasebette ortaya koyacaklardı!
Halbuki râbıtanın tanımı diye
onların ileri sürdüğü ifadelerin tümü (günümüzden) en çok 150 yıllık bir geçmişe
sahiptir. Bunlar da, II. Mahmud döneminin bir Osmanlı vatandaşı olan
Süleymaniyeli Halid Bağdâdî'ye ve O'ndan esinlenen İsmet Garibullah, Hüseyn ed-Devserî,
Muhammed Emîn el-Kürdî ve Abdulhakîm Arvâsî gibi şahıslara âittir.
Bu konuda araştırma yapmış olan
bir İlâhîyatçı da râbıtanın yeni bir mesele olduğunu aynen şu sözlerle
anlatmaktadır: "Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar, oldukça muahhar
devrin mahsulleridir. Râbıtayı savunmak üzere eser yazan müellifler, bunun
tatbikatını Hz. Peygamber zamanına kadar indiriyorlarsa da, buna dair yazılı
kaynağa rastlamak ancak H. X /M. XVI. asır müellefâtı arasında mümkün
olmaktadır."[1]
Ayrıca şunu da hatırlatmak
gerekir ki Nakşîbendîlikten başka hiçbir tarîkat, kendi kuralları arasında
râbıta diye bir şeye yer vermemiştir. Eğer râbıta -Nakşîlerin ileri sürdüğü
gibi- İslâmî bir kaynaktan gelmiş olsaydı; Kitab ve Sünnete dayanmış olsaydı,
en azından Sünnî'ler arasında yaygın olan diğer tarîkatlar da mutlaka
kuralları arasında ona yer vereceklerdi.
[1]
Yrd. Doç. Dr. İrfan Gündüz, Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta adlı,
basılmamış bir çalışmasından, s. 10
RİBAT-RABITA-MURÂBATA YAPMAK
- MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat ve Râbıta.
- Râbıta'nın Anlamı
- Murâbıt Kimdir?.
- Kur'ân-ı Kerim'de Murâbata Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı
- Râbıta Kavramının Yozlaştırılması
- Râbıta Nedir?.
- Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler "Râbıta" Kelimesinin Sözlük Ve Terim Anlamı
- Râbıtanın Değişik Tanımları
- Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi
- Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu
- Nakşîbendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri
- Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı
- TASAVVUFTA RABITA
- Râbıtanın Meşru‘iyeti Âyet-Hadis-İcmâ‘ ve Kıyas ile Sâbittir
- Râbıta, Murâbata ve Murâbıt Kelimelerinin Tahlili
- Mutasavvıflar Tarafından Râbıtayı Anlatan Eserlerden Bazıları
- Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta
- Rûhânîler ve Râbıta
- Halid Bağdâdî ve Râbıta
- Tasavvuf, Nakşîbendîlik ve Râbıta.
- Tasavvuf
- Nakşîbendîlik.
- Seyr-u Sülûk
- Nakşîbendîlik'de Kerâmet, Menkabe ve Râbıta İlişkisi
- Ermişlik
- Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir