Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta
Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta
Tasavvufî Bir
Terim Olarak Râbıta:
Bu, bir İlâhîyât hocası (İrfan
Gündüz) tarafından hazırlanmış ancak henüz basılmamış bulunan 44 sayfalık bir
çalışmadan ibarettir. Yazar, "Kültürlerarası bir özellik gibi gözüken bu konuda
Müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da râbıta şeklinde
sistemleştirdikleri söylenenebilir." demektedir.[1]
Râbıtayı meşrûlaştırmak ve
O'nu, İslâm'ın değerleri arasında varmış gibi göstermek için oldukça esnek bir
giriş niteliğini taşıyan bu sözler Kur'ân'ın rûhuna yabancı olan okuyucuyu
şartlandırmak bakımından modernist bir sunuş örneğini sergilemektedir.
Aslında Nakşîbendîlik, -dünden
bugüne- eskimiş çeşitli din ve felsefelerden beslenerek meydana gelmiş bir
tarîkattır; Yani -yazarın da desteklediği- kültürlerarası alışverişin en
çarpıcı ürünlerinden biridir. Buna rağmen Nakşîbendîlerin, "Kültürlerarası ortak
özellikler" diye bir kanâate kendi açılarından hiç de sıcak bakmayacaklarını
kestirmek zor değildir. Onların bu çelişkisi ile (İslâm'ın bir köşesine
râbıtayı yerleştirebilmek için oldukça kıvrak bir rol üstlenmiş olan) yazarın,
yukarıdaki sözler içinde sergilediği çelişki arasında açık bir uyuşmazlık
vardır ki bu da üçüncü bir çelişkidir!
Yazar, râbıtayı anlatırken:
"İmitatio dio", "İmitatio hominis", "Beşer symbiosis" ve "İdentification" gibi
yabancı terimler kullanarak; Samuel Smiles, Joshua Loth Liebman, Prof. Jeager
ve Shimmel gibi yabancı yazarları referans göstererek âdetâ Modern
Nakşîbendîlik Döneminin öncülüğünü yapmaktadır.
İlginçtir ki Nakşîbendî
cemaatlerinin, bu üslûptan ve bu işgüzarlıktan hiç de haberleri yoktur. Hatta
eğer râbıtanın böyle bir üslûpla savunulduğunu görecek ya da duyacak olurlarsa,
"Evliyâlar yerine bir sürü kâfirden nakiller yapmış" diye yazarı takdir yerine
belki tektir bile edebilirler! Çünkü onlar, bu tarîkatı (Budizm'in "drahma"ları
üzerine oturtmuş olan), ne eski rûhânîlerin geçmişteki düzmecelerini İslâm'dan
ayırt edebilecek yeterli bir ilim ve basirete sahiptirler; ne de çağdaş
İlâhîyatçıların edebî ve akademik havalar içinde râbıta aşkına yazdıkları
meşrûluk fetvâlarını anlayabilecek kültür ve anlayış düzeyini
yakalayabilmişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmanın, Nakşîbendîler tarafından
kutlanması ya da ödüllendirilmesi ihtimalden uzaktır. Bununla birlikte yazar,
râbıtanın kesin yerini saptamak konusunda açık bir kanâat ortaya
koymadığından bu sorun karşısında okuyucuyu tereddüt içinde bırakmaktadır.
Çünkü okuyucunun aradığı özetle
şudur:
Râbıtanın İslâm'da yeri var
mıdır, yok mudur? Ya da başka bir ifade ile: Râbıta, ef'âl-i mükellefîn'den
hangisinin sınırları içinde kendine yer bulabilir?
Râbıta bir ibâdet şekli midir,
öğrenciyi hocasına bağlamak için seküler bir alıştırma ya da şartlandırma biçimi
midir, yoksa sırf bir zihin sporu mudur? Eğer bir ibâdet biçimi ise bunu
gerçekten, Mâide Sûresi'nin 35. ve Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmeleri ile
kanıtlamak mümkün müdür?
Eğer hocayı öğrencisine
sevdirmek, ya da hocanın saygısını öğrencisinin zihnine nakşetmek gibi
râbıtadan masum ve hayırlı bir amaç güdülmek isteniyorsa, üstelik kitap ve
sünnetle kanıtlanan bir eğitim sistemi ise neden sadece Nakşî Tarîkatı'yla
sınırlı bırakılmakta, neden tüm ilim müesseseleri için öngörülmemektedir?
Allah'ın emir ve yasaklarını belli bir tarîkat çevresiyle sınırlı tutmanın
açıklaması acaba ne olabilir?!
Hz. Peygamber (s.a.s.),
Nakşîbendîler tarafından yapılmakta olan râbıtayı aynı uygulanış biçimi ile
hayatında bir kez olsun yapmış mıdır? Yani gözünü yumarak, nefesini kontrol
ederek, teverruk oturuşu ile oturarak ve (mürşid diye kabul ettiği)
birinin şeklini zihninde canlandırarak "râbıta" adı altında bir eylemde bulunmuş
mudur; ya da ashabından birine böyle bir şeyi telkin etmiş midir?
Eğer amaç, gerçekten
Müslümanları râbıta hakkında aydınlatmak ise işte en başta bu ve benzeri
sorulara cevap bulmak sûretiyle gereken hizmet, yerine getirilebilirdi. Oysa bu
çalışma ile yapılan şeyler, ne yazık ki râbıta kavgasını kızıştırmaktan başka
hiç bir işe yaramayacaktır! Yazar, büyük emekler vererek yaptığı söz konusu
araştırmasını belki de bu yüzden bastırmamıştır.
Her şeye rağmen yazarın bazı
tesbitleri râbıta ile ilgili önemli gerçekleri su yüzüne çıkarmaktadır.
Bunlardan biri de O'nun şu sözleridir: "Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar,
oldukça muahhar devrin mahsulleridir." Bu ifadenin son kesitinde, ağdalı
bir anlatım biçimi seçilmiştir! Bunun, bilinçli yapıldığını insan düşünmeden
edememektedir. Çünkü "Muahhar devrin mahsulleri" günümüzün Türkçesi ile "yakın
dönemin ürünleri" demektir. Yazarın hem hayatta bulunduğuna, hem de yaşlı
olmadığına bakılacak olursa, böyle bir dil kullanması ister istemez bazı
kuşkulara neden olmaktadır. Eğer râbıta konulu kitapçıklar için «Muahhar devrin
mahsulleridir." deyimi yerine, örneğin: "Yakın tarihte kaleme alınmışlardır."
deseydi, râbıtanın, daha dünün meselesi olduğu hakkında acaba bazı çevreleri
huylandırmış mı olacaktı, yoksa Müslümanlarla tarîkatçılar arasında olaylar
çıkacak diye yazarın birtakım endişeleri mi vardı?! Bunu kestirmek kolay
değil, ama O'nun, arı bir Türkçe ile hazırladığı çalışmasının orta yerine âdetâ
dikenli teller gibi bu dolambaçlı anlatım biçimini beklenmedik şekilde
yerleştirmesine tesadüf demek de zordur.
"Kavram olarak râbıta",
"Uygulama olarak râbıta" ve "Râbıtanın delilleri" olmak üzere üç bölümden
oluşan çalışmasında yazar, ideal model olarak kâmil insanın varlığını
savunurken nihâyet sözlerinin sonlarına doğru aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:
"Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar" atasözünde bir realite olarak varlığı
ifade edilen bu idealizasyon, insân-ı kâmilleri hedef almakla bu ihtiyacı
gidermeye matuf olsa gerektir." (A.g.e., s. 44). Tabiatıyla bu sözler
onun en azından tarafsız olmadığını açıkça kanıtlamaktadır.
Bunlardan başka, dört
Nakşîbendînin başbaşa vererek "Râbıta ve Tevessül" adı altında yazdıkları bir
diğer kitap da 1994 yılında yayınlandı. Bunun belki de en ilginç yanı, hacmı
ile içeriği arasındaki tutarsızlıktır. Çünkü epeyce kalın gibi gözükmesine
rağmen sadece baş taraflarında râbıtadan biraz söz edilmiştir. Geriye kalan
kısmında ise şahıs biyografilerine ve daha çok, (yakın tarihte yaşamış olan ve
ilim dünyası tarafından tanınmayan) "Doğulu" birkaç mollanın mitolojik
hayat hikâyelerine yer verilmiştir. Bu nedenle üzerinde durmaya değmez.
Nakşîbendîlik tarihinde sırf
râbıta hakkında kaleme alınmış olan yazılı şeyler, birkaç kitapçıktan
ibârettir. Bunların en önce yazılmış olanı Halid Bağdâdî'ye âit "Risâle'tun Fi
Tahkıyk'ır-Râbıta" başlıklı mektuptur ki bu, 1811 yılından önce yazılmış olamaz.
Sebebine gelince Bağdâdî, ancak bu tarihte Nakşî şeyhi olabilmiş ve
Hindistan'dan Irak'a dönerek tarîkatını yaymaya başlamıştır. Bu da demek oluyor
ki: sırf râbıta hakkında ilk kez kaleme alınmış olan kayıtlı malzeme,
günümüzden en çok 185 yıl önce yazılmıştır (Bu tarih, râbıta hakkındaki bu
araştırmamızın, birinci baskısının gerçekleştirildiği 1996 yılı itibarıyladır).
Bu ise çok yakın bir geçmiştir. Dolayısıyla denebilir ki: İlk kez 1550'lerde
yalın bir kavram olarak söz konusu edilmiş olan râbıtanın, 1811 tarihine kadar
çeşitli tasavvurlarla ve daha çok Hind mistisizminin etkisi altında zaman zaman
tarîkat meclislerinde rûhânîler tarafından işlenmek sûretiyle piştiği
anlaşılmaktadır.
Gerek bunlar, gerekse râbıtayı
sadece bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan yazılı malzemelerin tümü, aynı
özelliklere sahip, üslûp ve bilimsellikten yoksun, rasgele, bölük pöçük ve bir
iki tanesi hâriç, ilim erbâbı tarafından ciddiye alınmaktan uzaktırlar. Çünkü:
Hepsi de mistisizmin etkisi
altında şartlanmış olan insanlar tarafından yazılmışlardır.
Bu şahısların tamamı, Uzakdoğu
dinlerinden en çok etkilenmiş olan Müslümanımsı toplulukların içinde
yetişmişlerdir.
Bu kitapçıkları yazanlar
arasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, gerçek kişiliğiyle örnek almış bir tek adam
bile yoktur. Bunu nasıl söyleyebiliyoruz?
Çünkü her şeyden önce şurası
çok iyi bilinmektedir ki İslâm'a, tevhide, hakka, adâlete, bilgiye, dürüstlüğe,
çalışkanlığa ve yüce ahlâka karşı olan putperest, baskıcı, bağnaz insanlara ve
zâlim güçlere karşı Allah'ın Rasûl'ü, hayatının hemen tümünü savaşarak
geçirmiştir. Namazını bu savaşın içinde kılmış, orucunu bu savaşın içinde
tutmuş, haccını bu savaşın içinde yapmış, zekâtını bu savaşın içinde vermiş,
zikrini ve bütün ibâdetlerini bu savaşın içinde yapmıştır... Nakşîbendî
"evliyâları"nın tamamı ise O'nun tam tersine, hayatta belki üzerlerinde paslı
bir çakı bile taşımamış, teslimiyetçi, mistikçi, bedduâcı ve meditasyoncu
tipler olarak yaşamışlardır.
Bu kitapçıkların hepsi de İslâm
Ümmeti'nin çöktüğü; İslâm topraklarının yabancılar tarafından işgâle uğradığı
ve çiğnendiği; parçalanıp bölüşüldüğü; Cehâletin ve ona bağlı olarak sefâletin,
her türlü gericiliğin ve geri kalmışlığın, hurâfelerle örülü bâtıl inanışların
en yaygın olduğu bir dönemde yazılmışlardır.
Bu yazılarda, insanları sırf
Nakşîbendîleştirmekten, mürîdi şeyhin mutlak irâdesine körü körüne bağlamaktan
ve bunun arka planındaki hedefleri gerçekleştirmekten başka hiçbir amaç yoktur.
[1]
Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, İrfan Gündüz, Basılmamış bir çalışma, s.
4
Tasavvufî Bir
Terim Olarak Râbıta:
Bu, bir İlâhîyât hocası (İrfan
Gündüz) tarafından hazırlanmış ancak henüz basılmamış bulunan 44 sayfalık bir
çalışmadan ibarettir. Yazar, "Kültürlerarası bir özellik gibi gözüken bu konuda
Müslümanların da bir yolu ve usûlü bulunduğu ve bunu da râbıta şeklinde
sistemleştirdikleri söylenenebilir." demektedir.[1]
Râbıtayı meşrûlaştırmak ve
O'nu, İslâm'ın değerleri arasında varmış gibi göstermek için oldukça esnek bir
giriş niteliğini taşıyan bu sözler Kur'ân'ın rûhuna yabancı olan okuyucuyu
şartlandırmak bakımından modernist bir sunuş örneğini sergilemektedir.
Aslında Nakşîbendîlik, -dünden
bugüne- eskimiş çeşitli din ve felsefelerden beslenerek meydana gelmiş bir
tarîkattır; Yani -yazarın da desteklediği- kültürlerarası alışverişin en
çarpıcı ürünlerinden biridir. Buna rağmen Nakşîbendîlerin, "Kültürlerarası ortak
özellikler" diye bir kanâate kendi açılarından hiç de sıcak bakmayacaklarını
kestirmek zor değildir. Onların bu çelişkisi ile (İslâm'ın bir köşesine
râbıtayı yerleştirebilmek için oldukça kıvrak bir rol üstlenmiş olan) yazarın,
yukarıdaki sözler içinde sergilediği çelişki arasında açık bir uyuşmazlık
vardır ki bu da üçüncü bir çelişkidir!
Yazar, râbıtayı anlatırken:
"İmitatio dio", "İmitatio hominis", "Beşer symbiosis" ve "İdentification" gibi
yabancı terimler kullanarak; Samuel Smiles, Joshua Loth Liebman, Prof. Jeager
ve Shimmel gibi yabancı yazarları referans göstererek âdetâ Modern
Nakşîbendîlik Döneminin öncülüğünü yapmaktadır.
İlginçtir ki Nakşîbendî
cemaatlerinin, bu üslûptan ve bu işgüzarlıktan hiç de haberleri yoktur. Hatta
eğer râbıtanın böyle bir üslûpla savunulduğunu görecek ya da duyacak olurlarsa,
"Evliyâlar yerine bir sürü kâfirden nakiller yapmış" diye yazarı takdir yerine
belki tektir bile edebilirler! Çünkü onlar, bu tarîkatı (Budizm'in "drahma"ları
üzerine oturtmuş olan), ne eski rûhânîlerin geçmişteki düzmecelerini İslâm'dan
ayırt edebilecek yeterli bir ilim ve basirete sahiptirler; ne de çağdaş
İlâhîyatçıların edebî ve akademik havalar içinde râbıta aşkına yazdıkları
meşrûluk fetvâlarını anlayabilecek kültür ve anlayış düzeyini
yakalayabilmişlerdir. Dolayısıyla bu çalışmanın, Nakşîbendîler tarafından
kutlanması ya da ödüllendirilmesi ihtimalden uzaktır. Bununla birlikte yazar,
râbıtanın kesin yerini saptamak konusunda açık bir kanâat ortaya
koymadığından bu sorun karşısında okuyucuyu tereddüt içinde bırakmaktadır.
Çünkü okuyucunun aradığı özetle
şudur:
Râbıtanın İslâm'da yeri var
mıdır, yok mudur? Ya da başka bir ifade ile: Râbıta, ef'âl-i mükellefîn'den
hangisinin sınırları içinde kendine yer bulabilir?
Râbıta bir ibâdet şekli midir,
öğrenciyi hocasına bağlamak için seküler bir alıştırma ya da şartlandırma biçimi
midir, yoksa sırf bir zihin sporu mudur? Eğer bir ibâdet biçimi ise bunu
gerçekten, Mâide Sûresi'nin 35. ve Tevbe Sûresi'nin 119. âyet-i kerîmeleri ile
kanıtlamak mümkün müdür?
Eğer hocayı öğrencisine
sevdirmek, ya da hocanın saygısını öğrencisinin zihnine nakşetmek gibi
râbıtadan masum ve hayırlı bir amaç güdülmek isteniyorsa, üstelik kitap ve
sünnetle kanıtlanan bir eğitim sistemi ise neden sadece Nakşî Tarîkatı'yla
sınırlı bırakılmakta, neden tüm ilim müesseseleri için öngörülmemektedir?
Allah'ın emir ve yasaklarını belli bir tarîkat çevresiyle sınırlı tutmanın
açıklaması acaba ne olabilir?!
Hz. Peygamber (s.a.s.),
Nakşîbendîler tarafından yapılmakta olan râbıtayı aynı uygulanış biçimi ile
hayatında bir kez olsun yapmış mıdır? Yani gözünü yumarak, nefesini kontrol
ederek, teverruk oturuşu ile oturarak ve (mürşid diye kabul ettiği)
birinin şeklini zihninde canlandırarak "râbıta" adı altında bir eylemde bulunmuş
mudur; ya da ashabından birine böyle bir şeyi telkin etmiş midir?
Eğer amaç, gerçekten
Müslümanları râbıta hakkında aydınlatmak ise işte en başta bu ve benzeri
sorulara cevap bulmak sûretiyle gereken hizmet, yerine getirilebilirdi. Oysa bu
çalışma ile yapılan şeyler, ne yazık ki râbıta kavgasını kızıştırmaktan başka
hiç bir işe yaramayacaktır! Yazar, büyük emekler vererek yaptığı söz konusu
araştırmasını belki de bu yüzden bastırmamıştır.
Her şeye rağmen yazarın bazı
tesbitleri râbıta ile ilgili önemli gerçekleri su yüzüne çıkarmaktadır.
Bunlardan biri de O'nun şu sözleridir: "Râbıta hakkında bilgi veren kaynaklar,
oldukça muahhar devrin mahsulleridir." Bu ifadenin son kesitinde, ağdalı
bir anlatım biçimi seçilmiştir! Bunun, bilinçli yapıldığını insan düşünmeden
edememektedir. Çünkü "Muahhar devrin mahsulleri" günümüzün Türkçesi ile "yakın
dönemin ürünleri" demektir. Yazarın hem hayatta bulunduğuna, hem de yaşlı
olmadığına bakılacak olursa, böyle bir dil kullanması ister istemez bazı
kuşkulara neden olmaktadır. Eğer râbıta konulu kitapçıklar için «Muahhar devrin
mahsulleridir." deyimi yerine, örneğin: "Yakın tarihte kaleme alınmışlardır."
deseydi, râbıtanın, daha dünün meselesi olduğu hakkında acaba bazı çevreleri
huylandırmış mı olacaktı, yoksa Müslümanlarla tarîkatçılar arasında olaylar
çıkacak diye yazarın birtakım endişeleri mi vardı?! Bunu kestirmek kolay
değil, ama O'nun, arı bir Türkçe ile hazırladığı çalışmasının orta yerine âdetâ
dikenli teller gibi bu dolambaçlı anlatım biçimini beklenmedik şekilde
yerleştirmesine tesadüf demek de zordur.
"Kavram olarak râbıta",
"Uygulama olarak râbıta" ve "Râbıtanın delilleri" olmak üzere üç bölümden
oluşan çalışmasında yazar, ideal model olarak kâmil insanın varlığını
savunurken nihâyet sözlerinin sonlarına doğru aynen şu ifadeyi kullanmaktadır:
"Her yiğidin gönlünde bir arslan yatar" atasözünde bir realite olarak varlığı
ifade edilen bu idealizasyon, insân-ı kâmilleri hedef almakla bu ihtiyacı
gidermeye matuf olsa gerektir." (A.g.e., s. 44). Tabiatıyla bu sözler
onun en azından tarafsız olmadığını açıkça kanıtlamaktadır.
Bunlardan başka, dört
Nakşîbendînin başbaşa vererek "Râbıta ve Tevessül" adı altında yazdıkları bir
diğer kitap da 1994 yılında yayınlandı. Bunun belki de en ilginç yanı, hacmı
ile içeriği arasındaki tutarsızlıktır. Çünkü epeyce kalın gibi gözükmesine
rağmen sadece baş taraflarında râbıtadan biraz söz edilmiştir. Geriye kalan
kısmında ise şahıs biyografilerine ve daha çok, (yakın tarihte yaşamış olan ve
ilim dünyası tarafından tanınmayan) "Doğulu" birkaç mollanın mitolojik
hayat hikâyelerine yer verilmiştir. Bu nedenle üzerinde durmaya değmez.
Nakşîbendîlik tarihinde sırf
râbıta hakkında kaleme alınmış olan yazılı şeyler, birkaç kitapçıktan
ibârettir. Bunların en önce yazılmış olanı Halid Bağdâdî'ye âit "Risâle'tun Fi
Tahkıyk'ır-Râbıta" başlıklı mektuptur ki bu, 1811 yılından önce yazılmış olamaz.
Sebebine gelince Bağdâdî, ancak bu tarihte Nakşî şeyhi olabilmiş ve
Hindistan'dan Irak'a dönerek tarîkatını yaymaya başlamıştır. Bu da demek oluyor
ki: sırf râbıta hakkında ilk kez kaleme alınmış olan kayıtlı malzeme,
günümüzden en çok 185 yıl önce yazılmıştır (Bu tarih, râbıta hakkındaki bu
araştırmamızın, birinci baskısının gerçekleştirildiği 1996 yılı itibarıyladır).
Bu ise çok yakın bir geçmiştir. Dolayısıyla denebilir ki: İlk kez 1550'lerde
yalın bir kavram olarak söz konusu edilmiş olan râbıtanın, 1811 tarihine kadar
çeşitli tasavvurlarla ve daha çok Hind mistisizminin etkisi altında zaman zaman
tarîkat meclislerinde rûhânîler tarafından işlenmek sûretiyle piştiği
anlaşılmaktadır.
Gerek bunlar, gerekse râbıtayı
sadece bir ayrıntı olarak işlemiş bulunan yazılı malzemelerin tümü, aynı
özelliklere sahip, üslûp ve bilimsellikten yoksun, rasgele, bölük pöçük ve bir
iki tanesi hâriç, ilim erbâbı tarafından ciddiye alınmaktan uzaktırlar. Çünkü:
Hepsi de mistisizmin etkisi
altında şartlanmış olan insanlar tarafından yazılmışlardır.
Bu şahısların tamamı, Uzakdoğu
dinlerinden en çok etkilenmiş olan Müslümanımsı toplulukların içinde
yetişmişlerdir.
Bu kitapçıkları yazanlar
arasında Hz. Peygamber (s.a.s.)'i, gerçek kişiliğiyle örnek almış bir tek adam
bile yoktur. Bunu nasıl söyleyebiliyoruz?
Çünkü her şeyden önce şurası
çok iyi bilinmektedir ki İslâm'a, tevhide, hakka, adâlete, bilgiye, dürüstlüğe,
çalışkanlığa ve yüce ahlâka karşı olan putperest, baskıcı, bağnaz insanlara ve
zâlim güçlere karşı Allah'ın Rasûl'ü, hayatının hemen tümünü savaşarak
geçirmiştir. Namazını bu savaşın içinde kılmış, orucunu bu savaşın içinde
tutmuş, haccını bu savaşın içinde yapmış, zekâtını bu savaşın içinde vermiş,
zikrini ve bütün ibâdetlerini bu savaşın içinde yapmıştır... Nakşîbendî
"evliyâları"nın tamamı ise O'nun tam tersine, hayatta belki üzerlerinde paslı
bir çakı bile taşımamış, teslimiyetçi, mistikçi, bedduâcı ve meditasyoncu
tipler olarak yaşamışlardır.
Bu kitapçıkların hepsi de İslâm
Ümmeti'nin çöktüğü; İslâm topraklarının yabancılar tarafından işgâle uğradığı
ve çiğnendiği; parçalanıp bölüşüldüğü; Cehâletin ve ona bağlı olarak sefâletin,
her türlü gericiliğin ve geri kalmışlığın, hurâfelerle örülü bâtıl inanışların
en yaygın olduğu bir dönemde yazılmışlardır.
Bu yazılarda, insanları sırf
Nakşîbendîleştirmekten, mürîdi şeyhin mutlak irâdesine körü körüne bağlamaktan
ve bunun arka planındaki hedefleri gerçekleştirmekten başka hiçbir amaç yoktur.
[1]
Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta, İrfan Gündüz, Basılmamış bir çalışma, s.
4
RİBAT-RABITA-MURÂBATA YAPMAK
- MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat ve Râbıta.
- Râbıta'nın Anlamı
- Murâbıt Kimdir?.
- Kur'ân-ı Kerim'de Murâbata Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı
- Râbıta Kavramının Yozlaştırılması
- Râbıta Nedir?.
- Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler "Râbıta" Kelimesinin Sözlük Ve Terim Anlamı
- Râbıtanın Değişik Tanımları
- Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi
- Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu
- Nakşîbendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri
- Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı
- TASAVVUFTA RABITA
- Râbıtanın Meşru‘iyeti Âyet-Hadis-İcmâ‘ ve Kıyas ile Sâbittir
- Râbıta, Murâbata ve Murâbıt Kelimelerinin Tahlili
- Mutasavvıflar Tarafından Râbıtayı Anlatan Eserlerden Bazıları
- Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta
- Rûhânîler ve Râbıta
- Halid Bağdâdî ve Râbıta
- Tasavvuf, Nakşîbendîlik ve Râbıta.
- Tasavvuf
- Nakşîbendîlik.
- Seyr-u Sülûk
- Nakşîbendîlik'de Kerâmet, Menkabe ve Râbıta İlişkisi
- Ermişlik
- Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir