Fecir | Konular | Kitaplar

Râbıta ve Murâkabe.

Râbıta ve Murâkabe




Râbıta ve Murâkabe
 
Yılmaz: "... râbıta, Allah ile
murâkabeye var­mak için yapılır...."
Bayındır: Murâkabenin kök
anlamı, bek­leme ve gözetlemedir. Murâkabe, bir işin karşılıklı yapıldığını
gösteren fiil kalıbında olduğu için kar­şılıklı olarak birbirini bekleme ve
gözetleme de­mek olur. Biri diğerine, "Şu evi sana hibe ettim, ama benden önce
ölürsen ev bana döner." şek­linde bağış yaparsa ona ruqbâ denir. Ruqbâ, murâkabe
anlamınadır. Çünkü bu iki kişiden her biri evin sahibi olmak için, diğerinin
daha önce ölmesini gözetler[1]
Bir de teveccüh vardır, bir tarafa yönelme anlamına gelir.
Allah ile murâkabe noktasına
gelen kişide, yalnız Allah'ta bulunan özelliklerin ortaya çıktığı iddia edilir.
Tasavvuf câmiasının el kitabı olan "Âdâ"a göre, murâkabe ve teveccühe devam eden
kişiye vezaret mertebesi, yani bakanlık ve­rilir. Buna sahip olan, mülk ve
melekûtta ko­layca tasarrufa başlar; hatırlardan geçen işlere vâkıf olur.
Gönülleri hidâyet nuruyla aydınlatmak da onun için mümkündür[2]
Mülk, yönetilebilen bir şeyi
hâki­miyeti altında tutmaktır. Mülkiyet, mülk olma an­lamına gelir. Melekût da
mülk anlamınadır, ama yalnız Al­lah'a ait olan mülk demektir. İnsanın iç
ale­minde ve kâinatta tasarruf yetkisi melekût kap­samına girer.
Âdâb kitabının iddiasına göre,
murâkabe ve teveccühe devam eden kişi, kendine verilen ba­kanlık sayesinde hem
kâinatta hem de insanın iç aleminde tasarrufa yetkili hale gelmiş olur. Çünkü o,
mülkte ve melekûtta kolayca tasarrufa başla­dığı gibi hatırlardan geçen işlere
vâkıf olmaya ve gönülleri hidâyet nuruyla aydınlatmaya da başlar. Sayın
Yılmaz'ın Türkçe'ye çevirdiği kitapta da büyüklerin murâkabesi ile ilgili şunlar
vardır:
"Onlar murâkabe ile gönüllerini
Allah'a bağ­larlar. Allah'ın murâkabe konusunda kendilerini korumasını dilerler.
Çünkü Allah Teâlâ onları nücebâsından ve has kullarından kılmış; hallerini başka
kimselere açmamalarını istemiş ve işlerini bizzat yönettiğini ifade buyurmuştur:
"O sâlihleri yönetir" (7/A'râf, 196)[3]

Sayın Yılmaz; "... Râbıta,
Allah ile murâka­beye varmak için yapılır...." diyor. Râbıta yapan, o makamlara
çıkabildiğine göre kendine râbıta yapılan şeyh hangi mertebede olur? Bunu da
Âdâb kitabından dinleyelim: "... Bu üstün tarikata sülûk, kendine bağlanılan
şeyhle râbıtaya bağlıdır. Onun sevgisi, murad olan bu yolu çabuk aldırır. Onun
çekim kuvveti, anlatılan kemâlât (olgunluklar) ile boyayıp süsler. Onun bakışı
kalp hastalıklarına şifadır. Yüzünü göstermesi, mânevî hastalıkları giderir. O,
anlatılan olgunlukların sahibi, vaktin imamı, zamanın halifesidir. Kutuplar,
bedeller onun ma­kamları sayesinden yetişip yaşarlar. Evtad, nücebâ, onun
kemâlât denizinden akıp gelen bir katredir. Onun irşadı güneş misalidir. Kendi
iste­meden her şeye feyzini yağdırır. Ya bir de is­terse... düşünün artık
olacağı..."[4]
Demek ki, murâkabe ve teveccüh
sayesinde kendine bakanlık verilen, hem kâinatta hem de insanın iç âleminde
tasarrufa yetkili hale gelmiş olan nücebâ, sadece, şeyhin kemâlât denizinden
akıp gelen bir damlaymış. Bunlar büyük bir iftiradır. Kur'an'a bu kadar ters
ifadeler, nasıl bir araya getirilebiliyor, sonra sanki Kur'ân hükümleri imiş
gibi takdim edilebili­yor, hayret doğrusu! İnsanların iç dünyalarından haberdar
olmak da ne demek oluyor. Daha sonra, ilgili âyetlerde görüleceği gibi Hz.
Peygamber bile kimsenin iç dünyasından haberdar olamazdı. Bu inancın tek
dayanağı hurafelerdir. Bir hurafe, bir başka hu­rafeyi zorunlu kılmaktadır.
Kalbi bir kişiye emanet edip, onunla bütünleşebileceğine inanmak için, onun
kendi iç dünyasından haberdar olduğuna inanmak gerekli olur. Böyle sayılmayan
birine kalp nasıl emanet edilebilir?
Sayın Yılmaz'ın tercüme ettiği
kitapta, murâ­kabeye delil olarak sadece "O sâlihleri yönetir" (7/A'râf,
196) âyeti gösterilmiştir (Ebû Nasr Serrâc Tûsî'nin el-Lüma' tercümesi, s. 54).
Âyetten cımbızla çekilen bölümü, başı ve sonu ile birlikte okumak, yapılan
yanlışın ne boyutta olduğunu görmek için yeter. Orada Allah Teâlâ şöyle
buyuruyor: "Allah'ın yakınından çağırdıklarınız da, sizin gibi kullardır.
Eğer haklıysanız onları çağırın da size cevap versinler bakalım. Onların
yürüyecek ayakları mı var, yoksa tuta­cak elleri mi var, ya da görecek gözleri
mi var, veya işitecek kulakları mı var? De ki: ‘Ortakları­nızı çağırın sonra
bana tuzak kurun, hiç göz aç­tırma­yın.' Çünkü benim velim Kitap'ı indiren
Allah'tır.  O, iyilere velilik eder. O'nun berisinden çağırdıklarınız
kendilerine yardım edemezler ki size yardım etsinler."  (7/A'râf,  191-197)
Onlar da bizim gibi kullar
olduğuna göre, Al­lah'ın hiçbir peygambere vermediği yetkileri on­lara
yakıştırırken neye dayanılır? Aşağıdaki konu üzerinde biraz düşünen herkes, din
adına yapılan bu yanlışlığın affedilemez boyutta olduğunu ko­laylıkla fark eder.
Hz. Nuh'un gemisi, dağlar gibi dalgalar içinde onları çalkalıyordu. O, bir
kenarda duran oğluna şöyle seslendi: "Yavrucuğum! Bizimle birlikte bin,
kâfirlerle beraber olma. O, ‘Bir dağa sığınacağım, o beni sudan korur'
diye cevap verdi, Nuh ise: ‘Onun merhamet et­tikleri bir yana, bugün Allah'ın bu
işinden koruya­cak biri yoktur' dedi. Aralarına dalga girdi, oğlu da boğulanlara
karıştı.‘Ey yer, suyunu yut ve ey gök sen de tut!' de­nildi. Su çekildi, iş
bitti ve gemi Cûdî üzerine oturdu. ‘Haksızlık yapan kavim def olsun' de­nildi.
Nuh Rabbine seslendi: ‘Rabbim! Oğlum be­nim ailemdendir. Senin verdiğin söz
elbette doğ­rudur. Hem sen karar verenler arasında en isa­betli kararı verirsin'
dedi. Allah, ‘Bak Nuh! dedi. O senin ailenden değil­dir; çünkü o uygunsuz bir
iştir. Bilmediğin şeye karışma. Kendini bilmezlerden olmayasın diye sana öğüt
veriyorum.'  ‘Rabbim! dedi. Hakkında bir bilgim olmayan şeyi senden istemekten
sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve bana acımazsan kaybeden­lerden olurum."
(11/Hûd, 40-47)
Hz. Nuh'un Allah'tan yanlış bir
istekte bulun­muş olmaktan dolayı takındığı tavır ile, yukarda din adına
takınılan tavrı ibretle izlemek gerekir.
 

 



[1]
İbn Manzûr, Lisânu'l-Arab, Rkb maddesi.



[2]
Muhammed bin Abdullah Hânî, Âdâb, s. 268.



[3]
Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma, tercüme, Hasan Kâmil Yılmaz, -Ebû Nasr Serrâc
Tûsî'nin el-Lüma' tercümesi-, İstanbul, 1417-1996 s. 54



[4]
Muhammed b. Abdullah Hânî, Âdâb, s. 238

2 yorum

murakabe

Tasavvufta Murakabe, Murakabe Nedir? Murakabe Nasıl Yapılır?
Varlık âleminde Allah’ın (c.c.) isim ve sıfatlarını görmeye ve üzerinde düşünmeye tefekkür, yapılan günahlar ve iyilikler üzerinde düşünmeye ve günahlara tövbe, güzel amellere şükretmeye muhasebe denir.

Murakabe, kulun Allahın (c.c.) kendisini gözetlediğinin şuurunda olduğunun çabasıdır. Allah’ın (c.c.) zatını düşünmek doğru değildir. Bu hadis-i şeriflerde de yasaklanmıştır. Ama kulun Allah’ın (c.c.) kendisini gözetlediğini düşünmesi büyük bir ibadettir. Buna ihsan hali de denir. Tasavvufun gayesi bu ihsan halini meleke yapmaktır.

Bilindiği üzere ihsan, meşhur Cibril hadisinde çok güzel tanımlanmıştır. Hz. Cebrail Aleyhisselam insan kılığında bir gün Mescid-i Nebevi’ye gelerek peygamberimize (s.a.s) bazı sorular sormuş, sonra da verilen cevapları ‘Doğrudur.’ diye bizzat kendisi tasdik etmiştir. Bu durum orada hazır bulunan sahabelerin de dikkatini çekmiştir. En son olarak peygambere (s.a.s) sorduğu ‘ İhsan nedir?’ sorusuna şöyle yanıt almıştır: İhsan, senin Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmendir. Zira sen Allah’ı görmesen de Allah seni görmektedir. İşte murakabenin de amacı bu ihsan halini yakalamaktır. Namazda huşuyu temin için belirtilen huzur hali, yani Allahın (c.c.) karşısında ibadet etme duygusunu yaşatan hal, murakabenin de ta kendisidir. Murakabe namaz dışındaki vakitleri de namaz gibi büyük bir ibadete dönüştürür. Günlük beş vakit namaz, murakabenin yanında sanki arabanın kontak anahtarını çevirmek gibidir. Namaz dışındaki diğer zamanlar için yapılan murakabe ise arabanın hedefe doğru hareket etmesine benzer. Huzurla (yani Allah’ın karşısında olma duygusu ile) kılınan namazlar, zamanla kişiye ibadetteki ihsan halini yaşatmakla kalmaz, murakabeye de zemin hazırlar. Zaten ihsan hali ile murakabenin aynı şeyler olduğunu da ifade ettik.

Murakabe sırasında namazda olduğu gibi insanın üzerine Allah’tan feyz ve nur dalgaları akmaya başlar. Devam eder.

Murakabe çok zor bir ibadettir. İnsanın tek başına bu hali gün boyu koruması şurada dursun beş dakika bile sürdürmesi imkânsızdır. Çünkü nefis murakabede çok zorlanır. İnsan namazda bile huzur halini birkaç dakika devam ettiremiyor. Namaz sırasında insan nefsi dünya işleri ile meşgul olarak huzur halini bozmaktadır. Namaz dışındaki murakabe hali de namazdaki huzuru yakalamamaya benzer. Nefis Allahın kendisini izlediği, Allahın kendisi ile beraber olduğu düşüncesinden hemen sıkılmaya başlar ve bunun doğal sonucu olarak da murakabeden kaçar.

Tarikatlar insan için çok zor bir ibadet olan murakabe yerine müridi önce rabıta yolu ile eğitmeye çalışırlar. Rabıta ile murakabe birbirlerine çok benzerler. Yöntemleri ve amaçları aynıdır. Rabıtada hayal edilen şeyh murakabede olduğu gibi müridin üzerine feyz ve nur dalgalarını serper. Şeyh somut ve bilindiği için rabıta nefse murakabeye göre daha kolay gelir. Onun için nefsin rabıtaya alışması zor değildir. Kişinin emmâre ve levvâme nefislerde rabıtayı alışkanlık haline getirip bütün hayatına yayması gerekir. Oysa bu evrelerde kişinin murakabeyi alışkanlık haline getirmesi ise adeta imkânsızdır.

Rabıtaya karşı olan bazı kişiler şu sözü çok dile getirirler: ‘Biz niçin ilk dönem velilerin eserlerinde, hayatlarında rabıtaya rastlamıyoruz?’ İlk dönem velileri murakabe gibi bir yolla nefislerini olgunlaştırmışlardı. Elbette rabıtanın yabancısı değillerdi. Çünkü onlar da peygamberlerin ve velilerin ruhlarından feyz, nur almayı ve onlarla konuşmayı biliyorlardı. Çünkü murakabelerinin tabii sonucunda veli olduklarında bu yetenekleri elde ediyorlardı. Daha doğrusu Allah onlara bunları hediye olarak da sonradan veriyordu. Ama puta tapma yasağının tabii sonucu bu sırlarının toplumda yanlış anlaşılacağını ve değerlendirileceğini bildiklerinden bunları sofilerin eğitiminde pek uygulamaya koymamışlardır. Daha sonra İslam toplumlarının olgunlaşması ve tarikat pirlerinin ortaya çıkışı ile birlikte murakabeye zemin hazırlayan ve sofinin yetişmesinde, olgunlaşmasında, seyr ü sülukunda, nefis merhalelerinin kat edilmesinde bu son derece önemli bir yeri olan rabıtaya da yer ve değer verilmiştir.

Mülhime nefse ulaştığında sofinin telebbüsü rabıta ile birlikte murakabeye yönelmesi gerekir. Telebbüsü rabıta şeyhin kılığına bürünme, kendisini ortadan kaldırıp vücudunda şeyhi ikame etme çabasıdır. Bu halle kendisinin Allah’la birlikte olduğunu düşünme veya Allah’ın kendisini gördüğünü, izlediğini, kontrol ettiğini, takip ettiğini düşünmesidir. Bu durum kişide zamanla meleke halini alır. Artık her zaman Allah’la birlikte olur. Görünüşte zor gibi olan bu durum zamanla sanki araba kullanan bir insanın yanındakilerle konuşması, sigara içmesi, başka ufak tefek işleri de yapması gibi rahat bir durum halini alır. İşte bu murakabe halini yakalayanlar Allah’a yükselmede şimşek hızını elde ederler. Çeşitli halleri yaşamaya başlarlar. Bütün bunlar yalnız başına yapılabilecek ve yaşanabilecek şeyler değillerdir. Bir yol göstericiyi gerekli kılarlar. Bu yola girecekler için mürşid-i kâmil zorunludur. Zira bu sırada insana ezeli düşmanı şeytanlar da musallat olabilirler. Yaşanan bazı halleri Rahmani diye yutturmaya kalkarlar. Bu yolda daha önce yürümüş birisinin rehberliği olmadıkça insanın ayağı her an kayabilir.

Murakabe ile insanın üzerine nur ve feyz dalgaları akmaya, daha doğrusu adeta yağmur gibi yağmaya başlar. Bu sayede ezeli düşmanı şeytana karşı ruhu da güçlenir. Zira nur ve feyz ruhun gıdalarıdır. Ruhun güçlenmesi ve şeytan karşısında kendisini savunabilmesi için nur ve feyz ekmek ve su gibidir. Şeytanlar nur ve feyzden rahatsız olurlar. Bu rahatsızlığın sonucu olarak da zzzzz veya sssss sesine, yani arı uğultusuna benzer ve sürekli devam eden bir ses çıkarırlar. Elbette şeytanlar mülhime nefsi birdenbire terk etmezler. Çünkü çok inatçıdırlar. Ordular halinde sıra ile insanlara musallat olurlar. Bu uzun bir zamanı alabilir. Bu sırada vücudu bir duman gibi sararak letaiflerin çalışmasına engel olurlar, nurun ve feyzin müride ulaşmasının önüne geçerler. Ama mülhime nefisteki mürit murakabeye, zikre, rabıtaya devam ede ede üzerindeki nur ve feyz dalgalarını artırır ve buna paralel olarak da ruhu güçlenir. Bu sayede şeytanların kendisinden yavaş yavaş uzaklaşmalarını sağlar. Nur ve feyz dalgaları onların dermanlarını keser, onları uzaklaşmaya mecbur ederler.

Şeytanlar müride emmâre ve levvâme nefislerde de musallat olabilirler. Bu durumlarda iken sofilerin rabıtaya, özellikle telebbüsü rabıta önem vermeleri gerekir. Mülhime nefse ulaştıklarında ise telebbüsü rabıta ile birlikte murakabeyi hayatlarına yaymaları gerekir. Yani otururken, yürürken, başkaları ile konuşurken, işlerini yaparlarken her zaman Allah’ı da akıllarını getirmeleri, O’nun istiva ettiği arş-ı alada kendilerinin yanındaymış gibi izlediğini, gördüğünü düşünmelidirler. Bu sayede gün be gün olgunlaşırlar. Nefisleri mutmainne nefse doğru ilerlemeye başlar. Nasıl güneş bitkileri ısı ve ışığıyla büyütürse Allah (c.c.) da kendisini murakabe eden kişileri feyz ve nuru ile olgunlaştırır. İnsan-ı kâmil olmalarını sağlar.

Murakabede gelen feyz ve nur elbette rabıtadan gelen feyz ve nurdan daha çoktur. Ama emmâre ve levvâme nefis sahibi için murakabe kullanışsızdır. Yani tarikata yeni giren veya fazla mesafe kat etmemiş, daha doğrusu nefsi mülhimeye ulaşmamış dervişlerin murakabe yapmaları güçtür. Yapmaya çalışsalar bile bir verim alamazlar. Ayrıca murakabeden zevk de alamazlar. Ama mülhime nefis sahibi daha önce rabıta yolu ile ruhunu yavaş yavaş olgunlaştırmıştır. Zamanla rabıta yolu ile nur ve feyz dalgalarını algılamaya da başlar veya en azından bu sırada vücudunda bir dirilik hali yaşar. Mülhime nefse ulaştığında letaifleri açıldığı için nurları kalp gözü ile gördüğü gibi göğsüne gelen hoş bir baskı ile feyzi de algılar. Artık böyle bir sofinin murakabe derslerine de geçmesi gerekir. Zira kalp gözü açık olduğu için şeytanların da tasallutuna uğraması an meselesidir. Bazı şeytani halleri de yaşayabilir.

Rabıta bir amaç değildir, murakabeye geçmek için bir köprüdür. Ama sofi murakabeye geçse bile rabıta derslerini ihmal etmemelidir. Onun ayrı bir kazancı vardır. Şeyhi ile sadatlarla (zincirdeki şeyhlerle) hatta peygamberle manevi âlemde görüşmesi ve konuşması ancak bu yolla mümkün olacaktır. Yalnız diğer zamanlarda her anını telebbüsü rabıtayla murakabe yolu ile geçirmeye bakar.

Mülhime nefis insanların ayağının kaydığı bir yerdir. Yalancı peygamberler, mehdiler, kutuplar, veliler hep bu makamda iken çıkar. Çünkü sofiler mülhimede iken hem şeytani hem de Rahmani halleri yaşayabilirler. Çoğunlukla bunları birbirine karıştırırlar. Neyin Rahmani neyin şeytani olduğunu bilemezler. Gelen bu hallerle şımarıp şeyhlerinden üstün olduklarını ve şeyhlerinin kendilerini kıskandığını da sanabilirler. Çünkü şeytanlar bu konularda çok vesvese verirler. Kısacası mülhime nefis çok tehlikeli ve ayakların kaydığı bir makamdır. Bundan ileriye geçmek elzemdir. Kişi bu nefiste şeytanların konuşmalarını da işittiğinden çok büyük badireler yaşayabilir. Şeytanlar çeşitli tehditler ve şantajlar da yapabilirler. Sofi onların bu tür tehdit ve şantajlarını köpek havlaması gibi saymalıdır, onlara bir parça bile ehemmiyet vermemelidir. Ayrıca şeytanlar öyle tiyatro sahneleri tertipler ki sofileri kolayca kandırabilirler. Özellikle sofiye güya cinlerin reisi, şeyhülislamı gibi manevi makamları tevcih ederek onları yine güya kendi dişi cinleri ile evlendirerek zinaya düşürebilirler. Tabii bunlar nefsin de hoşuna gider. Daha bunlar gibi nice akla hayale gelmeyen oyunlar olabilir. Zaten böyle bir yanlışa düşen sofinin bir daha o çukurdan çıkması çok zordur. Manevi ilerlemesi durduğu gibi, gün be gün gerilemeye, hatta psikolojisi ve ruhu da bozulmaya yüz tutar. Şeytanların tuzaklarına düşmüş olur. Manevi gıdasızlıkların sonucu olarak ruhsal ve psikolojik bozukluktan başka yüzdeki veya vücuttaki bazı organların işleyişini bozacak çeşitli çarpmalar da, felç halleri de bundan sonra yaşanmaya başlanabilir. Allah (c.c.) korusun.

İnsanların bazıları şeytanları çeşitli duyu organları ile algılamaya başlayınca hemen ne yapacaklarını şaşırıyorlar. Genellikle bu konuları istismar eden ve bu yolla para kazanan insanlara başvuruyorlar. Hâlbuki yarar bekledikleri insanlar da kendileri gibidirler. Yalnız onlar bazı rahatlama tekniklerini biliyorlardır. Örneğin çeşitli muskalar veya abdestli iken üzerinde bir iki küçük Kuran-ı Kerim taşıma gibi. Bunlar duruma göre cinni şeytanları biraz da olsa uzaklaştırmaya yardımcı olabilirler. Yoksa kimse öyle sihirli sözlerle, okunan dualarla şeytanları tamamen üzerinden atamaz. Atsa bile yine gelirler. Bu dünyada onlarla imtihan edilmekteyiz. Dahası cihat halindeyiz. Bu savaş hali son nefese kadar da devam edecektir. Son nefeste imanı onlara kaptırmamak için çok zorlu bir imtihandan geçirileceğimiz hadislerde belirtilmektedir. Buna göre, demek ki, şeytan musallatlarında mücadeleci bir ruh takınmamız gerekir. Pes etmek, korkmak, kaçmak bir Müslüman’a yakışan tavırlar olmamalıdır. Bilakis ibadet hayatımızı artırarak nura ve feyze talip olup şeytanı mağlup etme yoluna girmemiz gerekir. Yukarıda emmâre ve levvâme nefislerde bunun yolunun nasıl olduğunu belirttik. Mülhimede ise şeytanla mücadelede zikir ve rabıtanın yanında murakabe en başlıca temel yoldur.

Şunu unutmamak gerekir ki, şeytanlar her Müslüman’a musallattır. Hatta namaz kılmayan insanlara bile musallat olabilir. Bu durum ayet ve hadislerle sabittir. Üzerinde şeytan olmayan Müslüman yoktur. Ama Müslümanların çoğu bundan habersizdir. Şeytanlar bunlara vesvese yolu ile sokulurlar. Yani kendisini pek belli etmezler. Ama Müslümanlar tarikat yoluna girdiği zaman bazen kartlar açık olarak oynanmaya başlanabilir. Aslında her şey Allah’ın (c.c.) emri ve izni ile olur. Böyle bir durumda düşman bizim için bir kamçıdır. Sofinin hak yolda nura ve feyze ciddi bir şekilde yönelmesini sağlar. İbadetlere, özellikle rabıta ve zikre yönelmesine vesile olur. Allah (c.c.) şeytanları boş yere sofilere musallat etmez.

Tabii murakabenin temel işlevi Allah (c.c.) rızasını kazanmaktır. Şeytanla mücadelede sağladığı kazanç ancak talidir (ikinci derecedir, yan kazançtır). İnsan ibadetleri sadece Allah (c.c.) rızası için yapmalıdır. Başka bir gaye gözetmemelidir. İnsan murakabe sırasında ‘İlahi ente maksudi ve rızake matlubi (Allahım Sen maksadımsın, isteğim de Senin rızandır.)’ sözünü çok söylemeli, kalbini de bu söze göre düzenlemelidir.

Burada sözünü ettiğimiz murakabeye, maiyyet murakabesi (Allah ile birlikte olma murakabesi) denir. Şu ayete dayanır: ‘Ve her nerede olsanız O (Allah) sizinle beraberdir (Hadid suresi, ayet 4).’ Maiyyet murakabesi, bu ayette anlatılan hususu tefekkür edip hallenmekten ibarettir.

Aslında maiyyet murakabesine geçmeden önce belli bir zaman süresince İhlas suresinin okunup tefekkür edilerek Allah’ın doğru bir şekilde tanınması gerekir. Buna Ahadiyyet murakabesi denir.

Maiyyet murakabesi hal olduktan sonra diğer murakabelere geçilebilir: Akrabiyyet, muhabbet, vahdaniyyet murakabeleri…

Murakabelerin temeli ve anası maiyyet murakabesi olduğu için onun üzerinde durma lüzumu hissettik. O hal olduktan sonra diğerleri de inşallah kendiliğinden gelecektir.

Allah (c.c.) hepimize murakabesini ve bunun tabii sonucu rızasını nasip eylesin. Amin.
Muhsin İyi

22.11.2011 - Ziyaretci

Vahdaniyet Murakabesi (Murakabe-i Vâhidiyet), Mülhime Nefis, Fe

Vahdaniyet Murakabesi (Murakabe-i Vâhidiyet), Mülhime Nefis, Fenafillâh
Murakabelerin en tesirlisi vahdaniyet murakabesidir. Bundan öte murakabe çeşidi de yoktur. Bu murakabe kişiyi fenafillâha götürür.

Fenafillâh kendini (nefsini) Allah’ta (c.c.) yok etmedir. Bir insan kendi elleri ile canına kıyabilir mi? Biraz zor ama elbette yapanlar da vardır. Zor olmasının nedeni ölümden korkudan ziyade ölürken çekilecek acının gözde büyütülmesidir. Zira çok insan duygusal olarak hayattan bezip ölüme hazır hale gelebiliyor. İçerisine düştüğü depresyon hali ile ölümden pek korkmamakta ama ölürken çekilecek acı gözlerde biraz büyütülmektedir. Elbette intihar etmede bir Müslüman’ın bundan başka ebedi hayatını ceza yurdu olan cehennemde geçirme korkusu da vardır. Müslüman’ı intihar etme gibi kötü bir düşünceden alıkoyan en önemli etken öldükten sonra tekrar dirilişin ve hesabın olmasıdır.

İnsanın intihar edenlere bakıp da onlardaki cesarete hayran kalarak, niçin ben Allah’ın rızasının gizli olduğu yolda nefsimi fenaya erdirmiyorum, diyesi gelmektedir. Hâlbuki nefsini fenaya erdiren bir kul bu dünyadan göçmediği gibi nefsi de ölmemektedir. Sadece kişiliğinde haramlardan zevk alan nefsi ıslah olmaktadır. Elbette fenafillâha eren bir nefis mubah olan şeylerden zevk almaya devam eder. Yalnız mubah da olsa her şeyi bir ibadet çeşnisi ile yapar. Örneğin yemek yemek mubahtır. Bizler yemek yerken sadece lezzetine bakarız. Yemeğin tadı ile meşgul oluruz. Ama fenafillâha eren bir nefis yemek sırasında Rabbi ile meşgul olur. Yemeğini murakabe ile yer. Sanki Rabb’inin sofrasında yiyormuş gibi büyük bir edeple ve şükran duygusuyla hareket eder. Kuşkusuz yemekten lezzet almada nefsini fenafillâha erdiren kişi daha büyük bir lezzet almış olur. Aslında nefsiyle yemek yiyen kişi, çoğu kez edebi bir tarafa koyduğu için hep başka yemekleri hayal ederek veya yemeğinde kimi nesneleri eksik görerek kendisine lezzet almaktan ziyade zulmeder. Yemek ona zehir gibi olur. Yemekten morali bozulmuş olarak kalkar. Nefsini fenaya erdiren bir sofi için bu Allah’a (c.c.) büyük bir nankörlüktür, hatta bir küfürdür. Onun zevk almadığı, şükran duygusu duymadığı hiçbir yiyecek yoktur. Diğer bütün mubahlar da bunun gibidir.

Nefis fenafillâha ermekle yok olmamakta, ölmemekte, sadece ıslah edilmektedir.

İnsan istemese de her doğan gün onu ölüme yaklaştırmaktadır. Ölüm Allah ile daha doğrusu Allah’ın mahremi olan gayb âlemi ile randevu saatidir. Aslında kutsal bir andır. Ama insan bilmediği şeyden korktuğu için ölüme karşı da aynı tavrı takınmaktadır. Mevlana Celaleddin Rumi (k.s.) bu durumu anne karnındaki çocuğun haline benzetir. Bebek dünyayı tanımadığı için anne karnının dar ortamını terk edip de bu aydınlık ve geniş dünyaya gelmek istemez. Doğarken de korku ve kaygıdan çığlıklar atar. Ağlar durur. Oysa geldiği yer önceki yerinden daha güzeldir. İnsan da ölümü ve ölümle gidilecek yeri bu anne karnındaki bebek gibi görmektedir. Herkes ölümden büyük bir kaygı ve korku duymaktadır. Oysa cennet yanında bu dünya bir hiçtir. Hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere insan oraya gidince bu dünyaya bir daha dönmek istemeyecek, dünya ona bir çöp yeri gibi gözükecektir.

Tasavvuf, hadis-i şerifte belirtilen ölmeden önce ölme sırrını yaşamak sanatıdır.

Fenafillâh kişinin haramlardan çekindikten sonra mubahlara bile bakmayarak nefsini Allah’ın (c.c.) varlığı karşısında yok eyleme uğraşıdır.

Fenafillâh haline ölüm düşüncesini nefse kabul ettirilerek ulaşılır. Vahdaniyet murakabesinin bir yarısını bu ölüm düşüncesini nefse kabul ettirme cehdi oluşturmaktadır. Vahdaniyet murakabesinin diğer yarısını ise Allah’ın (c.c.) var ve tek olduğu, O’ndan başka varlık bulunmadığı düşüncesi meydana getirmektedir.

Nefis ölümü hiçbir zaman kabullenemez. Herkes ister farkında olsun ister olmasın ölümü her zaman kendisinden uzak görür. Elbette kişi fani, ölümlü olduğunu kabul eder, ama ölümün ona ansızın, bu gün, şu anda geleceğini kabul etmek istemez. Sanki bu konuda Allah’tan (c.c.) ahit veya aman almış gibi herkes ölümden bir eminlik duygusu içerisindedir.

Bir mutasavvıf böyle düşünmez. Yani vahdaniyet murakabesini yapan sofi ölümü nefsine tabiri caizse özümsetir, içselleştirir. Ölüm hayatın en sevimli ve heyecanlı anı olur. Mevlana Celaleddin Rumi (k.s) bu ana şeb-i arus (düğün gecesi) diye boşuna dememiştir.

Vahdaniyet murakabesi ile ulaşılmak istenen makam, hiçliktir. Tamamen her şeyiyle yok olarak bu yoklukla Allah’ın (c.c.) varlığını birlemek amaçlanır. Bu kulluktan da öte bir şeydir. Bu aşk makamıdır. Aşk ortaklık kabul etmez. Aşk da seven yoktur, seven hiçtir. Sadece sevilen vardır.

Bir insan ibadetle ancak kulluk makamına ulaşır. Allah bu makamı elbette cennetle ödüllendirecektir. Kimse bu makamı küçük göremez. Görmemelidir. Bu makamdan öte olan aşk makamında ise kişinin kendisini yok etmesi ve hiçliğe ulaşması beklenir. Kulluk makamında insan yaptığı ibadetlerle kendisinde bir varlık ve enaniyet görebilir. Allah bu makamdaki kişiyi cennetle ödüllendirecektir ama bu makamdan tam olarak razı olmaz. Zira kulluk makamında az da olsa nefis vardır. Çünkü kişinin yaptığı ibadeti görmesi, var sayması bile az çok nefse işaret eder. Bu nefsin altında bir kendini beğenme, gurur duyguları mutlaka bulunur. Ama aşk makamında nefis hiç olduğu için Allah (c.c.) bundan tam anlamıyla razı olur. Allah’ın gerçek rızası kulun bu aşk makamındaki hiçliğe ulaşması ile tecelli eder. Aşk makamında sofi, şu kudsi hadisteki hali yaşar. İbadetlerinden gurur duyması şurada dursun, onları gözü görmez. Kendi varlığından bile utanç ve rahatsızlık hisseder: ‘Vücudun, varlığın öyle bir günahtır ki onunla başka bir şey mukayese edilemez bile.’

Allah’ın (c.c.) ibadete ihtiyacı yoktur. Çünkü yerde ve gökteki melekler ona ibadet etmektedirler. Ama insanın ibadete ekmek, su gibi ihtiyacı vardır. Bu nimetle ebedi hayatını cennette geçirebilir. Allah âşıklarınınsa dileği kendilerini ona kurban etmektir. Onların gözü cennette değildir. Sadece Allah (c.c.) rızasını gözetirler.

Vahdaniyet murakabesi, nefsi Allah’ta fani etmenin, yani fenafillâha ulaşmaya çalışmanın bir çeşit alıştırmaları, antrenmanlarıdır.

İnsana verilen hayal melekesi çok önemlidir. Hayallerimizde niyetlerimiz, özlemlerimiz, isteklerimiz ve daha da önemlisi aşklarımız gizlidir. Hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere müminin niyeti amelinden üstündür. Ameller niyetlere göredir. Allah (c.c.) kulun kalbine bakmaktadır. Bu açıdan sofi vahdaniyet murakabesi ile kendisini mezarda kemikleri bile çürümüş vaziyette hayal ederek bununla Allah’ın varlığını ispat etmeye başladığında büyük bir amel işlemiş olur. Bu durum, kelime-i tevhidin insanın kendi nefsinde ispatı demektir. Çünkü insan nefsi emmare düzeyinde iken kendini ilah gibi görür. Tüm amacı nefsini tatmin etmektir. Dostlukları da düşmanlıkları da hep nefis hesabına göredir.

Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikri ile sofi bir çeşit vahdaniyet murakabesi yaparak La-ilahe (ilah yoktur) kılıcı ile nefsini yok edip illallah (ancak Allah vardır) gerçeğini ispat eder.

Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikrinin amacı, nefsin belini kırmaktır. Nefsi zayıflatmaktır. Onun için letaif derslerinden sonra onlar gelir. Nefis, kelime-i tevhit ve nefy ü ispat kazmalarıyla deşilmedikçe ruh ve letaifler özgürlüğüne kavuşup emir âlemine yükselemezler. Kelime-i tevhit ve nefy ü ispat zikrini çekerken vahdaniyet murakabesinde olmak bu zikrin daha feyizli ve bereketli geçmesini sağlar.

Vahdaniyet murakabesi ancak gerçek bir aşkın eseri olarak yapılabilir. Zira akıl nefis hesabına çalışır. Nefis ise hiçbir zaman varlığını yok etmeyi arzulamaz. Aşk ruha ait bir duygudur. Ruh ibadetlerle biraz canlanınca Allah’a (c.c.) karşı böyle bir duygu ile yanıp yakılmaya başlayabilir. Bu diyardaki gurbeti hissedip asıl vatanına, yani Allah’a (c.c.) kavuşma isteği duygularını yaşayabilir. Bu durum ise ilahi aşkın işaretidir.

İşte vahdaniyet murakabesi bu ruh haline kadar yükselmiş sofilerin meşgalesidir. Diğer sofilere ölüm kadar soğuk ve uzak görünür. İlgili sofiye ise aşk gibi tatlı gelir.

İnsan bazı şeyleri istemediği zaman kendisini biraz zorlarsa, yani istekli gibi hayaller kurarsa, Allah ona bunları nasip edebilir. Çünkü hadis-i şeriflerde belirtildiği üzere kalpler Allah’ın (c.c.) elleri arasındadır, onları istediği yöne çevirebilir. Hidayet Allah’tandır. Yine ayeti kerimelerde (İnsan suresi 30, Tekvir suresi, 29) belirtildiği üzere Allah (c.c.) dilemedikçe biz dileyemeyiz. Vahdaniyet murakabesi bu açıdan kalbi dua mesabesindedir. Allah (c.c.) elbette dualara icabet edendir.

İnsan nefsini Allah’ta (c.c.) fani etmek istediğinde büyük bir zevke gömülür. Kendinden adeta geçer. Nasıl içki içen insanlar alkol yardımı ile benliklerini uyuşturduklarında bu halden büyük bir zevk alırlarsa fenafillâh halleri de böyledir. Belki binlerce kez daha zevklidir. İnsanın iradi olarak Allah’ın (c.c.) rızası yolunda nefsinden geçmesi, âlemlerin yaratıcısı tarafından daha dünyada iken fena zevki ile ödüllendirilir. Bunun ahretteki karşılığını ise bilememekteyiz.

Fenafillâh zevklerini anlatmak ise imkânsızdır. Çünkü haller sözlerle anlatılamaz.

Nefis, anasır-ı erbadan (toprak, su, hava, ateş) yaratılmıştır. Anasır-ı erba ise Allah’ın (c.c.) ‘Ol’ emri ile yokluktan meydana gelmiştir. Dolayısıyla nefsin eğilimi dünyaya ve yokluğa doğrudur. Allah’ın (c.c.) rızasına girmesi zordur. Kişinin nefsine vahdaniyet murakabesini uygulaması ise Allah’ın rızasını celbeder. Allah (c.c.) sofinin kendi elleri ile nefsinin boğazını sıkmasını rızasıyla ödüllendirir. Allah’ın rızasının olduğu şeyler ise hem dünyada hem de ahrette ödüllendirilir.

Vahdaniyet murakabesi insanın nefsinden soyunması, nefsini etkisiz hale getirmesi ile yapılmaya başlanır. Bunun için çok şey düşünmeye gerek yoktur. Kendinizi mezarlığa yerleştirip vücudunuzun çürüdüğünü ve sadece iskeletinizin kaldığını varsaymanız yeterlidir. Hatta iskeletinizin kemikleri de yavaş yavaş çürümeye, toprağa karışmaya başlamaktadır. Bu hali zihninizde canlandırdıktan sonra sadece Allah’ın var olduğunu diğer bütün varlıkların, evrenin de aslında yok olacağını düşünmenizdir. Bu düşünceleri ruhunuzda uzun süre muhafaza etmeye çalışın. Kendinizi mezarda kemiklerinizi bile çürümüş halde hayalinizde canlandırırken sadece Allah’ın gerçek anlamda var olduğunu düşünmeniz vahdaniyet murakabesinin temelini teşkil eder. Yani vahdaniyet murakabesi iki temel düşünceden oluşmaktadır: Kendini yok etme, Allah’ı var kılma. Bu düşünceler nefse çok ağır geldiği için nefis bunlardan kaçmak isteyebilir. Siz elinizden geldiğince, on beş dakika, yarım saat, bir saat bu düşünceleri hayal dünyanızda canlı tutmaya çalışın, Allahın izni ile hem nefsiniz eriyecek hem de Allah’tan nur ve feyz dalgaları almaya başlayacaksınız. Bu murakabe ile nefsin zamanla beli kırılır. Yine bu düşünceler ruha çok zevkli geldiği için yavaş yavaş haz almaya da başlanır. Çünkü ruh nefsin adeta düşmanıdır. Ten kafesinde de sanki nefsin esiridir. Ruh Allah’tan (c.c.) ilahi bir nefha (soluk) olduğu için O’na kavuşmak ister. Vahdaniyet murakabeleri sırasında nefsin dizlerinin bağı çözüldükçe ruha bir canlanma gelir. Zira bu sırada Allah (c.c.) kuluna da rahmeti, rızası ile de yönelir. Feyz ve nur dalgaları ile o kişiyi sarar ve sarmalar.

Vahdaniyet murakabesi şu ayet-i kerimelere dayanır: ‘O’nun Zatından başka her şey yok olacaktır. (Kasas suresi, 88)’ , ‘Sizin ilahınız tek bir ilahtır. Ondan başka ilah yoktur. (Bakara suresi, 163).’

Vahdaniyet murakabesi en iyi yatakta başını yastığa koyduktan sonra uyumadan önce yapılabilir. Yatağa uzandıktan sonra kişinin kendisini sözünü ettiğimiz şekilde kabirde varsayması çok daha kolaydır. Ayrıca bu durum bütün varlıkları yokluğa verip sadece Allah’ın (c.c.) var ve bir olduğu düşüncesi için de çok uygun bir ortam sağlar.

Bazı kitaplarda vahdaniyet murakabesi için kişinin ölüm sahnesini baştan sona (Azrail Aleyhisselam’ın canı alması, teneşirde yıkanma, namazının kılınması, gömülme, hesap vb.) hayalinde canlandırmasından söz edilse de bu etkili bir yöntem değildir. Zira bu sırada bu murakabenin ikinci temel esası olan Allah’ın varlığının ve tek oluşunun ispatı pek etkisiz kalmaktadır. O açıdan kişinin kendisini mezarlıkta bir mezarda çürümüş halde hayal ederek tek var olan, ebedi olan Allah’ın (c.c.) murakabesini altında olması daha etkili bir yöntemdir. Vahdaniyet murakabesinde amaçlanan şeyleri daha etkili ve verimli bir şekilde gerçekleştirir.

Vahdaniyet murakabesi mülhime nefse ulaşan sofilere uygundur. Diğer alt kademedeki sofilere ağır gelir. Ama onu yaparlarsa bundan büyük kazanç elde ederler.

Sofiler levvame nefiste dünya kadınlarıyla mülhime nefiste cinni dişi şeytanlarla imtihan edilirler.

Mülhime nefse ulaşıp da cinni şeytanların dişileri ile imtihan edilen sofiler için de vahdaniyet murakabesi ilaç gibi gelir. Zira insan her ne kadar zinaya karşı çıksa da cinni şeytanların dişileri tabiri caizse sofiye adeta tecavüz ederler. Ne yapıp edip onu yoldan çıkarırlar. Onun nefsini harekete geçirecek şekilde cinsel tacizlerde bulunurlar. Maksatları zina ile sofinin üzerindeki nur ve feyz dalgalarını yok etmektir. Onu ruhen zayıflatmaktır. Kendilerine esir ve bağımlı hale getirmektir. Ayrıca ruhen zayıflayan sofiyi çarpmak isterler. Yani bazı organlarında kısmi felç halleri meydana getirmek en temel hedefleridir.

Cinni şeytanların mülhime nefisteki sofilere oynamadıkları tiyatro sahnesi kalmaz. Onlara hep sağdan yaklaşırlar. Sofilerin onların hiçbir sözüne ve teklifine zerre kadar kıymet vermesi doğru değildir. Yaptıkları tehdit ve şantajları ise köpek havlamaları ile bir tutması gerekir.

Nur ve feyz dalgaları şeytanları çok müthiş rahatsız ederler. Mülhime nefse ulaşan sofinin bu nur ve feyz dalgalarını artırması ve belli bir dereceye getirmesi gerekir. Onun için azami derecede ibadetlere ağırlık vermelidir. Bir yandan da nur ve feyz hazinesini dağıtmamak, daha doğrusu elden çıkarmamak için cinni dişi şeytanlara dikkat etmesi gerekir. Erkeğin nefsi vahdaniyet murakabesi sırasında adeta yok olur. Çünkü ölüm düşüncesi hadisi şerifte belirtildiği gibi bütün zevklerin zehridir. Vahdaniyet murakabesi ile bu cinni dişi şeytanların bütün çabaları boşa gittiği gibi bu sırada artan nur ve feyz dalgaları ise onları uzaklaşmaya da mecbur kılar. Telebbüsü rabıta da bu cinni dişi şeytanları uzaklaştırır, ama vahdaniyet murakabesi kadar tesirli değildir.

Vahdaniyet murakabesi ile insanın cinsel isteklerinin yok olması o ana mahsustur. Allah kendi yolunda nefsini fani kılan kulunun cinsel arzularını asla yok etmez. Evliya menkıbelerinden de anlaşılacağı üzere daha da güçlendirir. Çünkü bilindiği üzere cinsel arzu bastırma mekanizması ile artar. Evliya yolundaki insanlar fantezi dünyalarında bile bu tür istekleri bastırdıkları için onların bu konuda güçleri normal insanların üzerindedir.

Emmare ve levvame nefisteki sofiler cinni şeytanlarla çeşitli duyularıyla temasta iseler ve bu yüzden çeşitli sıkıntılar yaşıyorlarsa onlar için bu sıkıntılardan kurtulmada ve rahatlamada en etkili yöntem telebbüsü rabıtadır. Bu nefis makamlarında sofilere vahdaniyet murakabesi ağır gelir ve kullanışsızdır.

Mülhime nefisteki sofi sermayeyi bu cinni dişi şeytanlara kaptırmazsa kısa zamanda nefsi mutmainneye erer. Artık beden ülkesinde kontrolü ele geçirdiği zaman bir telebbüsü rabıta ile veya murakabe çeşitlerinden birisi ile kendisine eziyet etmek için yaklaşan cinni şeytanları uzaklaştırmayı başarabilir.

Mutmainne nefis, ibadetlerden haz alınan bir makamdır. Ayrıca bu makamda nefis Allah’a tam manasıyla tevekkül ettiğinden büyük bir huzuru da yaşar. Oysa mülhimede iken nefis, büyük sıkıntılar içerisindedir. İbadetlerden gerçek manasıyla haz almadığı gibi Allah’a (c.c.) da tam olarak tevekkül etmediğinden artan ibadet hayatını da endişe ile izler. Kısacası mülhime nefis hızla geçilmesi gereken karanlık, basık, dar bir koridor gibidir.

Allah hepimize rızasını nasip eylesin. Amin.

Muhsin İyi

04.12.2011 - Ziyaretci