Râbıta "Fenâ fillâh" ve "Nirvana"
Râbıta
Râbıta "Fenâ
fillâh" ve "Nirvana":
Fenâ fillâh: Allah'ta fânî
olmak, yani (hâşâ!) Allah'da erimek, O'nunla birleşip kaynaşmak, bütünleşip
ölümsüzleşmek ve sonsuzlaşmak demektir. "Vahdet-i vücûd"la ilintili olan bu
kavram, tasavvufun eksenini oluşturur; tarîkatın da temel amacı budur.
Bu idealin, tasavvuf
literatüründeki açıklaması ise son derece dolambaçlıdır. Onun için "vahdet-i
vücûd" düşüncesine dayalı konular işlenirken çok kapalı üslûplar kullanılır.
Bunu, elbette ki zorunlu kılan sebepler vardır. Bunların en önemlisi, kültür
düzeyi çok farklı iki sınıf insanın, tarîkat çatısı altında genelde yüz yüze
gelmesidir. Söz konusu iki sınıftan biri rûhânîlerdir. Yani şeyhler ve onların
emrindeki mollalar ve halîfelerdir. İkinci sınıf ise câhil mürîd takımıdır.
Mürîd kesimi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerini genelde aile içinde ve câmide
kazanır. Bu bilgiler, "Âmentü"nün şartlarıyla basit olarak sınırlıdır. Bu
nedenle onların Allah'ı tanıma şekli şeyhlerinkinden çok daha farklı ve hatta
büyük ölçüde Kur'ânîdir.
Onun için bir şeyhe bağlanan
eğitimsiz mürîd, tasavvufun uzun ve karmaşık yorumlarına, "vahdet-i vücûd",
"vahdet-i şuhûd", "mükâşefe", "istiğrâk", "fenâ" ve "bakâ" gibi çeşitli
mistik-felsefî kavramlara ilk başlarda çok yabancıdır ve genelde ömürlerinin
sonuna kadar onlara bu konularda en ufak bir sır sızdırılmaz!
Tasavvuf kitaplarına gelince
Hallâc-ı Mansûr, Ferîduddîn-i Attâr, Muhiddîn-i Arabî ve Abdulkerîm el-Ciylî
gibi ancak parmakla sayılabilecek kadar çok az kimse eserlerinde cesâretle ve
açık yüreklilikle kanâatlerini açıklamış, diğerlerinin hemen tamamı, özellikle
"vahdet-i vücûd" konusunda amaçlarını son derece kapalı anlatımlarla
geçiştirmişlerdir. Onların -herhalde- doğabilecek büyük tepkilere karşı bu yolu
izledikleri anlaşılmaktadır. Ancak ne ilginçtir ki bazı tasavvufçular bu
konudaki görüşlerini büyük bir cesaretle ve gâyet açık ifadelerle ortaya
koymuş olmalarına rağmen onlardan sonra gelen birtakım tasavvufçu mollalar, ya
da duygusal entelektüeller bunların bütün sözlerini ısrarla farklı yorumlamaya
ve onların Kur'ânî anlayışa uygunluğunu hararetle savunmaya çalışmışlardır ki
örneğin Ömer Ferîd Kam bunlardan biridir.
Peki öyle ise tarih boyunca
tasavvufçularla İslâm âlimleri arasındaki bitmez tükenmez kavganın esas konusu
olan "vahdet-i vücûd" düşüncesinin ve bu düşüncenin bir parçası olan "fenâ
fillâh" kavramının içyüzü nedir?
Önce şunu belirtmek gerekir:
Eskiden beri bu mesele etrafında o kadar uzun tartışmalar yapılmıştır ki onları
burada özetlemek bile imkânsızdır, aynı zamanda konumuzun dışındadır. Fakat şu
kısa açıklamayı yapmakta yarar vardır:
"Vahdet-i vücûd" düşüncesi,
tasavvufçular tarafından "varlığın birliği" olarak ifade edilir. Onlara göre
tüm varlıklar esas itibariyle birdir. Ancak bu birliğin bir dış yüzü, bir de iç
yüzü vardır. İç yüzü bir nurdur ve bu nur, bütün kâinâtın, bütün eşya ve
olayların ruhudur. Kâinâtta ne var ne yok hepsi bu ruhtan fışkırmış ve ortaya
çıkmıştır. Bu ruh, zâtî bir olgunluğa ve aşkın bir bilince sahiptir.
Tasavvufçular, -büyük
ihtimalle- Kur'ân-ı Kerîm'in el-Hadîd Sûresi'nin üçüncü âyetini yorumlayarak bu
kanâate varmışlardır. Dolayısıyla onlara göre "vücûd birdir" ve "âlemde Allah'ın
vücudundan başka vücûd yoktur." Bunu "lâ mevcûde illâllah" diye ifâde ederler.
Fakat bu görüş, Kur'ânî anlayışla birçok yönden çelişmektedir. Örneğin Kur'ân'a
göre, Allah Teâlâ hiç bir şeye benzememektedir. Halbuki "vahdet-i vücûd"un arka
planına dikkat edilirse oradaki izaha göre: "Heme O'st", yani "her şey O'dur" Şu
halde (her şey, Allah ile birlikte bir bütünlük oluşturduğuna göre) O'nun bu
kez her şeye benzemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim: "(Allah Teâlâ'nın Zatı da
dâhil) kâinatta ne varsa hepsi bir vücûdun parçalarıdır." şeklinde
özetlenebilen "vahdet-i vücûd" inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün
kaldıran bazı tasavvufçular, "Köpek ve domuz da ilâhımızdır." (Bk. Abdurrahman
Abdulkhâlık, El-Fikru's-Sûfiyyu fî Dav'il-Kitab'i Ve's-Sunneh, Üçüncü Baskı, s.
153, Tarihsiz, Kuveyt) diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu
düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla
ortaya koymuşlardır.
Bu ise tam anlamıyla panteist
bir görüştür ve vahdet-i vücûdçuların, bu iki anlayış arasında büyük farklar
bulunduğuna ilişkin yaptıkları itirazlara rağmen hiç bir fark gözükmemektedir.
Panteizmin en kısa özeti ise
şöyledir: "Allah ile tabiat iki bağımsız varlık olmayıp, iki şekilde beliren tek
vücuttan ibârettir."[1]
"Vahdet-i vücûd"un da (bizzat sûfîlerden naklen) özeti şöyledir: "Mevcûd olan
bir mümkinin vücûdu kendi vücûdu olmayıp belki başka bir mevcûdun o mümkinde
ortaya çıkan vücûdudur."[2]
Görüldüğü üzere bu iki açıklama
arasında içerik bakımından hemen hiç bir fark yoktur. Ancak ne korkunç bir
çelişkidir ki, bu her iki açıklama da ("vahdet-i vücud" düşüncesi ile
Panteizmin, birbirinden çok farklı şeyler olduğunu ileri süren ve bu yüzden
onları karşılaştırmaya çalışarak -sözde- "vahdet-i vücud"un Kur'ânî bir hakikat
olduğunu savunmaya çalışan) Ömer Ferit Kam'a âittir!
"Fenâ fillâh"a gelince bu
ideal, esasen "vahdet-i vücûd" düşüncesinden doğmaktadır. Bu düşünceye göre
insan da -tüm varlıklar gibi- kâinâtın rûhu olarak nitelenen Allah'dan
peydahlanmış ve sonunda da O'na dönecek ve O'nunla bütünleşecektir. Bu nedenle
insanın, Allah'ı yakından tanıması ve O'na âşık olması(?) gerekmektedir.
İnsanın Allah'ı tanımasına, tasavvuf dilinde "marifetullah",
O'na aşık olmaya da "Aşk-ı İlâhî" denir. İşte tasavvufun önerdiği mistik hayat
ve bu hayatın, -tüm çileleriyle ve kurallarıyla- insan için amaçladığı şeyler
özetle şöyle sıralanabilir:
1. Önce bir mürşide,
(yani bir şeyhe ) bağlanmak;
2. Şeyhin emir ve
denetimi altında mistik egzersizler yapmak ve Allah'a âşık olmayı öğrenmek;
3. Yine şeyhin denetiminde çilelerle, zikirlerle,
çeşitli âyin ve râbıtalarla "mârifetullah"a ermek, (yani Allah'ı keşfedip
tanımak);
4. Önce şeyhde, sonra
peygamberde, ondan sonra da Allah'da eriyip gitmek, O'nunla yeniden birleşip
bütünleşmek ve sonuç olarak ölümsüzleşmek.
İşte "fenâ fillâh" budur ve
tabii Nakşîbendîlik -sözde- mürîdi bu mertebeye ulaştırmak istemektedir. Bunun
da yolu "riyâzet" ve "çile" adı altındaki mistik eğitim sisteminin en önemli
halkası olan râbıtadan geçer. Dolayısıyla tekrar râbıtaya dönmek gerekir. Çünkü
râbıta-yoga karşılaştırmasında şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Yogadan
nirvanaya giden yol ne ise, râbıtadan fenafillâha giden yol da odur. Onun için
ne teorik ne de uygulama bakımından aralarında hiç bir fark yoktur. Yoga ne ise
râbıta da odur; Nirvana ne ise fenâ fillâh da odur. Tek fark, bu kavramlara
verilen değişik kültürlere âit ayrı isimlerdir.
Bir kez daha belirtmekte yarar
vardır ki gerek yoga, gerekse râbıta, ikisi de kişiyi sistemli olarak
şartlandırmak ve hayâl edilebilecek en yüceltilmiş ideallere onu inandırmak için
kendisine uygulanan birer alıştırma şeklidir. Öyle ise temel bakımdan ikisi de
birer araçtırlar. Hatta belli bir eğitim sisteminin sadece birer
aşamasıdırlar. Nasıl ki yoga egzersizleri ile yoginin "nirvana"ya hazırlanması
amaçlanıyorsa, aynen öylece mürîdin de "fenâ fillâh" mertebesine ulaşabilmesi
için ona ilk başlarda râbıta yaptırılır. Tarîkat metinlerinde, râbıtanın tek
başına, mürîdi amaca ulaştırabileceği açıkça ifade edilmiştir.[3]
Yine tarîkatın doktrinine göre
mürîdin amaca ulaşabilmesi için önünde üç aşama vardır. Bunlar, (yukarıda özetle
işaret edildiği gibi) sırayla:
1. "Fenâ fi'ş-şeyh":
Şeyhte eriyerek onunla bütünleşmek;
2. "Fenâ fi'r-Rasûl":
Peygamberde eriyerek onunla bütünleşmek;
3. "Fenâ fillâh": (hâşâ
!) Allah'ta eriyerek onunla bütünleşmek.
Dikkat edilirse bu sıralama,
tarîkatın, mürîdi İslâm'ın evrensel atmosferinden alıp onu çok özel bir çizgiye
yerleştirme konusunda oldukça sistematik bir rûhânî süreç belirlediğini
göstermektedir! Bu özellik aynen yogada da vardır.[4]
Dolayısıyla yoganın amaçladığı
"nirvana" ne ise, râbıtanın da amaçladığı "fenâ fillâh" odur.
[1]
Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 18. Ankara, 1994.
[2]
A.g.e., s. 86
[3]
Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe s.. 10, Beyazıt Devlet Kütüphânesi
No. 243435 istanbul-1923
[4]
El Yoga, J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan 1988
Râbıta "Fenâ
fillâh" ve "Nirvana":
Fenâ fillâh: Allah'ta fânî
olmak, yani (hâşâ!) Allah'da erimek, O'nunla birleşip kaynaşmak, bütünleşip
ölümsüzleşmek ve sonsuzlaşmak demektir. "Vahdet-i vücûd"la ilintili olan bu
kavram, tasavvufun eksenini oluşturur; tarîkatın da temel amacı budur.
Bu idealin, tasavvuf
literatüründeki açıklaması ise son derece dolambaçlıdır. Onun için "vahdet-i
vücûd" düşüncesine dayalı konular işlenirken çok kapalı üslûplar kullanılır.
Bunu, elbette ki zorunlu kılan sebepler vardır. Bunların en önemlisi, kültür
düzeyi çok farklı iki sınıf insanın, tarîkat çatısı altında genelde yüz yüze
gelmesidir. Söz konusu iki sınıftan biri rûhânîlerdir. Yani şeyhler ve onların
emrindeki mollalar ve halîfelerdir. İkinci sınıf ise câhil mürîd takımıdır.
Mürîd kesimi, Allah Teâlâ hakkındaki bilgilerini genelde aile içinde ve câmide
kazanır. Bu bilgiler, "Âmentü"nün şartlarıyla basit olarak sınırlıdır. Bu
nedenle onların Allah'ı tanıma şekli şeyhlerinkinden çok daha farklı ve hatta
büyük ölçüde Kur'ânîdir.
Onun için bir şeyhe bağlanan
eğitimsiz mürîd, tasavvufun uzun ve karmaşık yorumlarına, "vahdet-i vücûd",
"vahdet-i şuhûd", "mükâşefe", "istiğrâk", "fenâ" ve "bakâ" gibi çeşitli
mistik-felsefî kavramlara ilk başlarda çok yabancıdır ve genelde ömürlerinin
sonuna kadar onlara bu konularda en ufak bir sır sızdırılmaz!
Tasavvuf kitaplarına gelince
Hallâc-ı Mansûr, Ferîduddîn-i Attâr, Muhiddîn-i Arabî ve Abdulkerîm el-Ciylî
gibi ancak parmakla sayılabilecek kadar çok az kimse eserlerinde cesâretle ve
açık yüreklilikle kanâatlerini açıklamış, diğerlerinin hemen tamamı, özellikle
"vahdet-i vücûd" konusunda amaçlarını son derece kapalı anlatımlarla
geçiştirmişlerdir. Onların -herhalde- doğabilecek büyük tepkilere karşı bu yolu
izledikleri anlaşılmaktadır. Ancak ne ilginçtir ki bazı tasavvufçular bu
konudaki görüşlerini büyük bir cesaretle ve gâyet açık ifadelerle ortaya
koymuş olmalarına rağmen onlardan sonra gelen birtakım tasavvufçu mollalar, ya
da duygusal entelektüeller bunların bütün sözlerini ısrarla farklı yorumlamaya
ve onların Kur'ânî anlayışa uygunluğunu hararetle savunmaya çalışmışlardır ki
örneğin Ömer Ferîd Kam bunlardan biridir.
Peki öyle ise tarih boyunca
tasavvufçularla İslâm âlimleri arasındaki bitmez tükenmez kavganın esas konusu
olan "vahdet-i vücûd" düşüncesinin ve bu düşüncenin bir parçası olan "fenâ
fillâh" kavramının içyüzü nedir?
Önce şunu belirtmek gerekir:
Eskiden beri bu mesele etrafında o kadar uzun tartışmalar yapılmıştır ki onları
burada özetlemek bile imkânsızdır, aynı zamanda konumuzun dışındadır. Fakat şu
kısa açıklamayı yapmakta yarar vardır:
"Vahdet-i vücûd" düşüncesi,
tasavvufçular tarafından "varlığın birliği" olarak ifade edilir. Onlara göre
tüm varlıklar esas itibariyle birdir. Ancak bu birliğin bir dış yüzü, bir de iç
yüzü vardır. İç yüzü bir nurdur ve bu nur, bütün kâinâtın, bütün eşya ve
olayların ruhudur. Kâinâtta ne var ne yok hepsi bu ruhtan fışkırmış ve ortaya
çıkmıştır. Bu ruh, zâtî bir olgunluğa ve aşkın bir bilince sahiptir.
Tasavvufçular, -büyük
ihtimalle- Kur'ân-ı Kerîm'in el-Hadîd Sûresi'nin üçüncü âyetini yorumlayarak bu
kanâate varmışlardır. Dolayısıyla onlara göre "vücûd birdir" ve "âlemde Allah'ın
vücudundan başka vücûd yoktur." Bunu "lâ mevcûde illâllah" diye ifâde ederler.
Fakat bu görüş, Kur'ânî anlayışla birçok yönden çelişmektedir. Örneğin Kur'ân'a
göre, Allah Teâlâ hiç bir şeye benzememektedir. Halbuki "vahdet-i vücûd"un arka
planına dikkat edilirse oradaki izaha göre: "Heme O'st", yani "her şey O'dur" Şu
halde (her şey, Allah ile birlikte bir bütünlük oluşturduğuna göre) O'nun bu
kez her şeye benzemesi söz konusu olmaktadır. Nitekim: "(Allah Teâlâ'nın Zatı da
dâhil) kâinatta ne varsa hepsi bir vücûdun parçalarıdır." şeklinde
özetlenebilen "vahdet-i vücûd" inancının üzerindeki kapalılığı büsbütün
kaldıran bazı tasavvufçular, "Köpek ve domuz da ilâhımızdır." (Bk. Abdurrahman
Abdulkhâlık, El-Fikru's-Sûfiyyu fî Dav'il-Kitab'i Ve's-Sunneh, Üçüncü Baskı, s.
153, Tarihsiz, Kuveyt) diyecek kadar daha da ileri gitmek sûretiyle bu
düşüncenin üzerindeki maskeyi tamamen kaldırmış ve onu bütün çıplaklığıyla
ortaya koymuşlardır.
Bu ise tam anlamıyla panteist
bir görüştür ve vahdet-i vücûdçuların, bu iki anlayış arasında büyük farklar
bulunduğuna ilişkin yaptıkları itirazlara rağmen hiç bir fark gözükmemektedir.
Panteizmin en kısa özeti ise
şöyledir: "Allah ile tabiat iki bağımsız varlık olmayıp, iki şekilde beliren tek
vücuttan ibârettir."[1]
"Vahdet-i vücûd"un da (bizzat sûfîlerden naklen) özeti şöyledir: "Mevcûd olan
bir mümkinin vücûdu kendi vücûdu olmayıp belki başka bir mevcûdun o mümkinde
ortaya çıkan vücûdudur."[2]
Görüldüğü üzere bu iki açıklama
arasında içerik bakımından hemen hiç bir fark yoktur. Ancak ne korkunç bir
çelişkidir ki, bu her iki açıklama da ("vahdet-i vücud" düşüncesi ile
Panteizmin, birbirinden çok farklı şeyler olduğunu ileri süren ve bu yüzden
onları karşılaştırmaya çalışarak -sözde- "vahdet-i vücud"un Kur'ânî bir hakikat
olduğunu savunmaya çalışan) Ömer Ferit Kam'a âittir!
"Fenâ fillâh"a gelince bu
ideal, esasen "vahdet-i vücûd" düşüncesinden doğmaktadır. Bu düşünceye göre
insan da -tüm varlıklar gibi- kâinâtın rûhu olarak nitelenen Allah'dan
peydahlanmış ve sonunda da O'na dönecek ve O'nunla bütünleşecektir. Bu nedenle
insanın, Allah'ı yakından tanıması ve O'na âşık olması(?) gerekmektedir.
İnsanın Allah'ı tanımasına, tasavvuf dilinde "marifetullah",
O'na aşık olmaya da "Aşk-ı İlâhî" denir. İşte tasavvufun önerdiği mistik hayat
ve bu hayatın, -tüm çileleriyle ve kurallarıyla- insan için amaçladığı şeyler
özetle şöyle sıralanabilir:
1. Önce bir mürşide,
(yani bir şeyhe ) bağlanmak;
2. Şeyhin emir ve
denetimi altında mistik egzersizler yapmak ve Allah'a âşık olmayı öğrenmek;
3. Yine şeyhin denetiminde çilelerle, zikirlerle,
çeşitli âyin ve râbıtalarla "mârifetullah"a ermek, (yani Allah'ı keşfedip
tanımak);
4. Önce şeyhde, sonra
peygamberde, ondan sonra da Allah'da eriyip gitmek, O'nunla yeniden birleşip
bütünleşmek ve sonuç olarak ölümsüzleşmek.
İşte "fenâ fillâh" budur ve
tabii Nakşîbendîlik -sözde- mürîdi bu mertebeye ulaştırmak istemektedir. Bunun
da yolu "riyâzet" ve "çile" adı altındaki mistik eğitim sisteminin en önemli
halkası olan râbıtadan geçer. Dolayısıyla tekrar râbıtaya dönmek gerekir. Çünkü
râbıta-yoga karşılaştırmasında şöyle bir sonuç elde edilmektedir: Yogadan
nirvanaya giden yol ne ise, râbıtadan fenafillâha giden yol da odur. Onun için
ne teorik ne de uygulama bakımından aralarında hiç bir fark yoktur. Yoga ne ise
râbıta da odur; Nirvana ne ise fenâ fillâh da odur. Tek fark, bu kavramlara
verilen değişik kültürlere âit ayrı isimlerdir.
Bir kez daha belirtmekte yarar
vardır ki gerek yoga, gerekse râbıta, ikisi de kişiyi sistemli olarak
şartlandırmak ve hayâl edilebilecek en yüceltilmiş ideallere onu inandırmak için
kendisine uygulanan birer alıştırma şeklidir. Öyle ise temel bakımdan ikisi de
birer araçtırlar. Hatta belli bir eğitim sisteminin sadece birer
aşamasıdırlar. Nasıl ki yoga egzersizleri ile yoginin "nirvana"ya hazırlanması
amaçlanıyorsa, aynen öylece mürîdin de "fenâ fillâh" mertebesine ulaşabilmesi
için ona ilk başlarda râbıta yaptırılır. Tarîkat metinlerinde, râbıtanın tek
başına, mürîdi amaca ulaştırabileceği açıkça ifade edilmiştir.[3]
Yine tarîkatın doktrinine göre
mürîdin amaca ulaşabilmesi için önünde üç aşama vardır. Bunlar, (yukarıda özetle
işaret edildiği gibi) sırayla:
1. "Fenâ fi'ş-şeyh":
Şeyhte eriyerek onunla bütünleşmek;
2. "Fenâ fi'r-Rasûl":
Peygamberde eriyerek onunla bütünleşmek;
3. "Fenâ fillâh": (hâşâ
!) Allah'ta eriyerek onunla bütünleşmek.
Dikkat edilirse bu sıralama,
tarîkatın, mürîdi İslâm'ın evrensel atmosferinden alıp onu çok özel bir çizgiye
yerleştirme konusunda oldukça sistematik bir rûhânî süreç belirlediğini
göstermektedir! Bu özellik aynen yogada da vardır.[4]
Dolayısıyla yoganın amaçladığı
"nirvana" ne ise, râbıtanın da amaçladığı "fenâ fillâh" odur.
[1]
Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 18. Ankara, 1994.
[2]
A.g.e., s. 86
[3]
Bk. Abdulhakîm Arvâsî, Râbıta-i Şerîfe s.. 10, Beyazıt Devlet Kütüphânesi
No. 243435 istanbul-1923
[4]
El Yoga, J. Tandrio ve B. Ral, s. 11 Mektebe'tul-Maarif, Beyrut-Lübnan 1988
RİBAT-RABITA-MURÂBATA YAPMAK
- MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat ve Râbıta.
- Râbıta'nın Anlamı
- Murâbıt Kimdir?.
- Kur'ân-ı Kerim'de Murâbata Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı
- Râbıta Kavramının Yozlaştırılması
- Râbıta Nedir?.
- Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler "Râbıta" Kelimesinin Sözlük Ve Terim Anlamı
- Râbıtanın Değişik Tanımları
- Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi
- Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu
- Nakşîbendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri
- Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı
- TASAVVUFTA RABITA
- Râbıtanın Meşru‘iyeti Âyet-Hadis-İcmâ‘ ve Kıyas ile Sâbittir
- Râbıta, Murâbata ve Murâbıt Kelimelerinin Tahlili
- Mutasavvıflar Tarafından Râbıtayı Anlatan Eserlerden Bazıları
- Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta
- Rûhânîler ve Râbıta
- Halid Bağdâdî ve Râbıta
- Tasavvuf, Nakşîbendîlik ve Râbıta.
- Tasavvuf
- Nakşîbendîlik.
- Seyr-u Sülûk
- Nakşîbendîlik'de Kerâmet, Menkabe ve Râbıta İlişkisi
- Ermişlik
- Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir