Son Söz.
Son Söz
Son Söz
VII. Abbasî halîfesi el-Me'mûn
tarafından mîlâdî IX. yüzyılın başlarında Kur'ân'ın "mahluk" yani yaratık olduğu
yolunda ortaya bir tez atılarak İslâm dünyasında büyük bir fitne başlatıldı.
Tarih okuyanlar, bu fitnenin sonucu olarak nice mâsum insanların katledildiğini
ve ne değerli ilim adamlarının zindanlarda süründürüldüğünü bilirler.
Tarîkatçıların tıpkı râbıta
konusunda yürüttükleri kanâat gibi, onların da felsefî birtakım yorumlarla
ortaya attıkları bu görüş yüzünden yarım yüzyıl boyunca Müslümanları saptırmaya
ve onları çiğneyip ezmeye çalışanlar nihâyet günün birinde yanlış bir yolda
olduklarını fark edip yaptıklarına pişman olma asâletini gösterebildiler.
Bu pişmanlık ve dönüşün şöyle
de ilginç bir hikâyesi vardır: Ünlü hadis âlimlerinden Ebû Dâvud ve Neseî'nin de
hocası olan Ebû Abdirrahman Abdullah b. Muhammed el-Arzemî,[1]
zincire vurulmuş olarak zamanın halîfesi el-Vâsık'u Billâh'ın huzuruna
çıkarılır. Dönemin âlimlerine yöneltilen o uğursuz sorunun aynısı son kez
olarak ona da yöneltilir: "Kur'ân'ın 'yaratık' olduğunu kabul ediyor musun?!"
Can pazarında bu soru son
fırsattır. Kurtulabilmek için bir kerecik "evet" demek yeter. Fakat ilim ve
fazîlet numûnesi bu büyük insan, ne böyle davranabilecek bir kişiliğe sahiptir,
ne de canı pahasına bile olsa Allah ile arasını bozmaya niyetlidir. Onun için
hiç bir tereddüt ve korku belirtisi göstermeden gâyet rahat bir ruh hâleti
içinde zamanın halîfesinin yanında bulunan Devlet Başkadısı'na, evet ya da hayır
demeden önce şu soruyu yöneltir: "Söyler misiniz lütfen, Hz. Peygamber (s.a.s.),
bu mesele hakkında sizden daha bilgili değil miydi?" Baş kadı, beklenmedik bu
zekice soru üzerine irkilerek: "Elbette daha bilgiliydi" diye sinmiş bir edâ ile
cevap verirken sonucu merakla beklemeye başlar.
Büyük âlim Ebû Abdirrahman, bu
kez de şu soruyu yöneltir: "Peki Hz. Peygamber (s.a.s.), halkı kabul etmeye
zorladığınız bu görüşe insanları dâvet etme imkânına sahip değil miydi?!" Bu son
soru, Baş kadı ve hazır bulunan halîfe'nin kafalarına bir balyoz gibi iner.
Karşılarında insanların, dillerini yuttuğu bu iki heybetli adam, susmak zorunda
kalır ve zincire vurulmuş bu zâtın karşısında dut yemiş bülbüle dönerler. O
dakikadan sonra Müslümanların tepesinde bulunan kara bulutlar artık dağılmaya
başlar.
Şimdi hemen ifade etmek
lâzımdır ki böyle bir dönüş yapma asâletini göstermek için sıra râbıtacılara
gelmiş bulunmaktadır. Zira onlar da çok iyi biliyorlar ki Allah Teâlâ'nın
kesinlikle ve hiç bir sûrette affetmeyeceğini bildirdiği tek suç şirktir.
Şeref-i İlâhiye'ye dokunan bu ağır suç hakkındaki kesin hükmünü bize şu
ifadelerle bildirmiştir: "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette
bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kişi ise
kuşkusuz iftira etmiş -bu yüzden de- büyük bir günaha girmiş olur." (4/Nisâ,
48)
Bunca gerçekleri ortaya
koyduktan sonra geliniz: "Allah ve Peygamber sevgisinin bir uygulaması olarak
râbıtayı, nasıl olur da şirk diye niteliyorsunuz?" diyerek nefsinize, ya
da uzun yıllar sizi şartlandıranlara yenik düşmeyiniz. Çünkü râbıtanın, gerek
kaynak itibariyle, gerek düşünce olarak, gerekse şekil ve uygulama bakımından
İslâm'dan bir unsur olması şöyle dursun, bilakis İslâm'a ne kadar aykırı ve
yabancı olduğu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Bu konu Allah'ın lûtfu ve
yardımıyla işbu kitapta yeterince açıklanmış ve belgelendirilmiş bulunmaktadır.
Şimdi ise, yukarıda anlatılan
hâdisede olduğu gibi büyük âlim Ebû Abdirrahman'ın, IX. Abbasî halîfesi, el-Vâsık
ve Baş kadısı'na yönelttiği sorunun aynısını sizlere yöneltiyoruz: "Eğer
İslâm'da râbıta diye bir şey olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmetinden bunu
hiç gizler miydi?! Peygamberlerin sıfatlarından biri de sıdk ve emânet değil
midir? Devleti yönetmekten ve orduları sevk ve komuta etmekten tutun da misvak
kullanmaya (yani dişleri fırçalamaya) ve traş olmaya, hatta zevciyet yatağındaki
ilişkiler gibi hayatın en mahrem ayrıntılarına varıncaya kadar hemen her konuda
ümmetini bilgilendiren Hz. Peygamber (s.a.s.), acaba bütün hayatında bir kez
bile olsun, Nakşîlikteki râbıta gibi bir şeyden söz etmiş midir?!"
Ayrıca, Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izinde yürümek gibi bir gayret içinde olan
insan acaba şu sorulara nasıl bir cevap bulabilecektir:
1. Mâide Sûresi'nin
35'inci ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmelerinin neresinde, yani hangi
kelimelerinde, râbıta emredilmektedir?
2. Abdest alarak, tenha
bir yerde oturarak ya da kapalı bir alanda ise kapıyı kitleyerek, teverruk
oturuşunun tersiyle oturarak, şeyhin şeklini belli bir zaman içinde zihinde
canlandırarak mürîd tarafından uygulanan ve Nakşîbendî Tarîkatında temel bir
kural olan râbıta, Kur'ân-ı Kerîm'in neresinde, ya da Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
hangi hadisinde geçmekte veya emredilmektedir?
3. "Silsile-i Sâdât"
listesinde adları geçen insanların gerçekten Nakşîbendî Tarîkatı adı altında bir
taşkilat kurdukları bilimsel açıdan kanıtlanabilir mi? Örneğin Nakşîbendîlerce,
tarîkatın birinci halkası sayılan Hz. Ebûbekr-i Sıddıyk, gerçekten böyle bir
tarîkatın başı olduğunu biliyor muydu ? Bu konuda kesin bir kanıt var mıdır?
4. "Silsile-i Sâdât"
listesinde adları geçenlerden ilk dördü (yani Hz. Ebûbekr, Selmân-i Fârisî,
Kasım b. Muhammed ve Ca'fer'us-Sâdık -radiyallahu anhum- hazerâtı hâriç),
Nakşîbendî rûhânileri arasında en az birinin, bozuk niyetli, câhil ya da ruhsal
açıdan özürlü bulunmuş olabileceği ihtimali yok mudur? Eğer yoksa bu nasıl
kanıtlanabilir?
5. Yoga meditasyonu ile
râbıta karşılaştırıldığı zaman, aralarında (küçük farklarla) çok büyük bir
benzerlik bulunmaktadır. Acaba bu tamamen bir tesadüf müdür? Çünkü, (ancak XIX.
yüzyılda bugünkü şeklini alan) râbıtanın, Nakşîbendîlik henüz Hindistan'a
intikal etmeden önce bir kural olarak tarîkatta uygulandığını kanıtlayan hiç bir
belge mevcut değildir.
6. İslâm Dini'nin değil
temel konularında, en ufak ayrıntılarında bile (Kur'ân'a ve Sünnet'e bağlı
Müslümanlar) arasında Asr-ı Saâdet'ten günümüze kadar hiç bir uzlaşmazlık
yokken, râbıtanın, XIX. yüzyılın başlarından beri Müslümanların tepkisine hedef
olması, bu düşüncenin yabancı olduğunu göstermiyor mu?
7. İyi niyetle de olsa
her önüne gelen eğer İslâm'a bir şey ekleyecek olursa İslâm'ın da sonu diğer
dinlerin sonuna benzemeyecek mi? Peki bunun sorumluluğu kime âit olacaktır?!
Nitekim İsmâîlîlik, Nusayrîlik, Dürzîlik ve nihâyet Kadıyanîlik ve Bahâîlik
adları altındaki sapık dinler, bu yolu izleyerek İslâm'dan kopmadılar mı?
Dolayısıyla Nakşîbendîlik de bu yolu izliyorsa, "Efendi Hazretleri öyle
buyurdu!" diyerek her söylentiyi kabul etmek doğru olur mu?
"Ben, hamd olsun müslümanım,
mü'minim." diye ikrarda bulunmasına rağmen râbıtaya inanmış olan ve bu yüzden
de çok ağır bir vebâlin altında bulunan her insan bu sorulara cevap bulmak
durumundadır. Müslümanların ise, herhangi bir nedenle bu duruma düşmüş insanlara
ilişkin hayırlı temennileri ancak şu olabilir:
Yüce Rabbimizi, Peygamberimiz,
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'yı ve mürşidlerimizi sevmenin bir
gereği, bir kanıt ve nişânesi olarak "râbıta" denen Hind yogasından alınma bâtıl
düşünceye inanmış kimselerin, bu durumdan Allah'ın lutfu ile kurtulmalarını ve
onların da bize katılarak şu duâda bulunmalarını içtenlikle diliyoruz: "Ey
Rabbimiz ! Bizi doğru yola erdirmişken gönüllerimizi artık saptırma ve kendi
tarafından bize bir rahmet bağışla. Gerçek şu ki Sen sınırsız bağışlayıcısın."
(3/Âl-i İmrân, 8)
Yüce Rabbimizin bu duâmızı
kabul edeceğini, Kitabında gösterdiği yoldan ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
izinden yürümemizi kolaylaştıracağını elbette ki umuyoruz.[2]
Abdülaziz Bayındır, râbıta ve
tasavvufî anlayış ve yorumlara çok daha sert bakar. Bayındır'ın Kur'an Işığında
Tarikatçılığa Bakış ve Duâda Evliyâyı Aracı Koyma ve Şirk adlı kitaplarından
konuyla ilgili bazı özet alıntılar yapalım:
Müşrik, Allah'ı, yeryüzü
krallarına benzettiği için arabuluculuk yapacak ve kendini ona karşı koruyacak
birini arar. Bu, Allah'a yakınlığı olan ve onun geri çeviremeyeceği biri
olmalıdır.
Katoliklerin konu ile ilgili
inançları şöyledir: "Tüm insanların, özellikle de günahkarların lehine Babanın
yanında tek Arabulucu İsa'dır. İsa'nın kendisi aracılığı ile Tanrı'ya
yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter. Çünkü onlara aracılık etmek için hep
yaşamaktadır. Kutsal Ruh'un kendisi de bizim için aracılık eder[3]
Meryem Ana'nın analığı.... bitmemiştir. Yinelenen arabuluculuğu ile ebedi
esenliğimizi sağlayan armağanları garanti altına almaya devam etmektedir. Onun
içindir ki, Meryem Ana'ya Kilise'de avukat, yardımcı, yardıma koşan,
arabuluculuk yapan diyorlar[4]
Aynı inanç tarikatlarda da
vardır. Bir Şeyh Efendi ve tarikatının ileri gelenleri ile yapılan görüşmenin
konu ile ilgili bölümü şöyledir:
Mürit: "Bizim Şeyh Efendi'ye
bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Meselâ bugün mahkemede avukat
tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar dâvâyı kazanırlar.
Şeyh Efendi de bizim avukatımızdır."
Bayındır: "Siz, gizli açık her
şeyi bilen Allah Teâlâ'yı hâkimle bir mi tutuyorsunuz? Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve
oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır."
(80/Abese, 34-37). Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fırsat bulacak da sizi
savunacaktır.
Ensar'dan Ümmü'l-alâ diyor ki,
muhacirlere kur'a çekilince bize Osman b. Maz'ûn düştü. Onu evlerimize
yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı
ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed (s.a.s.) içeri girdi. O
sırada dedim ki, "Ebu's-Sâib (Osman bin Maz'un (r.a.)'un lakabıdır)! Allah sana
rahmet eylesin. Allah'ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim." Bunun
üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne
biliyorsun?" Dedim ki, "Babam sana kurban ey Allah'ın Elçisi Allah ya kime
ikram eder?" Hz. Muhammed (s.a.s.) buyurdu ki, "Evet ona kaçınılmaz gerçek
geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah'ın Elçisi
olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum." Ümmü'l-Alâ dedi
ki, "Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem"[5]
Ama siz şeyhinizin cennete
gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah'ın huzurunda sizi savunacağını
söyleme cesaretini bile gösteriyorsunuz. Bize şah damarımızdan daha yakın olan
Allah'ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avukatlığınızı yapacak olan şeyh,
hâşâ, Allah'ın huzurunda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargılamada hata
mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda olduğunuzu
anlıyorsunuz değil mi?
Mürit: "Müftülükte bir müftü
ile görüşmek istesen araya bir kapıcının girmesi, bir kişinin seni müftüye
takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yetkiliyle, bir bakanla pat
diye görüşebilir misin? işte Şeyh Efendi de bizimle Allah arasında bir
vesile, bir vasıta olmaktadır."
Bayındır: Bize şah
damarımızdan daha yakın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söylenebilir. Bu
inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul arasına vasıta koymaktır.
Zümer sûresinde buna dikkat çekilmektedir: "İyi bil ki, saf din Allah'ın
dinidir. Onun yakınından veliler edinenler: âBiz onlara başka değil sadece
bizi Allah'a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. işte Allah,
onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah,
yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz." (39/Zümer,
3). Bu tür inanışlardan lütfen vazgeçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metotla
saptırmaktadır. Lütfen bana söyler misin, yaratan, besleyen, büyüten ve sana
senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
Mürit: Tabii ki, Allah tanır.
Bayındır: Peki Şeyh Efendi
senin neyini Allah'a tanıtacak?
Mürit: ?!
Görüşme, şeyhin yanında
gerçekleşmiş ve o, bu durumu onaylamıştır. Mürit kelimesi ile, konuşmaya
katılan ve tarikatın ileri gelen âlimlerinden olan kişiler kastedilmektedir[6]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın yakınından, öyle şeye kul olurlar ki, kendilerine ne bir fayda
sağlayabilir ne de zarar verebilir. Derler ki, "Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir" De ki: "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi
ona haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve
yücedir." (10/Yunus, 18)
Allah kime şefaat yetkisi
verirse yalnız onlar, Allah'ın dilediği kimselere şefaat edebilirler, kendi
dilediklerine değil. "De ki: O şefaat, bütünüyle Allah'ındır." (39/Zümer,
44); "Allah onların yaptıklarını da yapacaklarını da bilir. Şefaate
yetkili kıldıkları, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler.
Kendileri de onun korkusundan titrerler. Onlardan kim, âBen Allah'a yakını bir
ilâhım" derse, onu cehennemle cezalandırırız. İşte o zalimleri böyle
cezalandırırız." (21/Enbiyâ, 28)
Ebu Hureyre (r.a.) bildiriyor:
"Kabilenin en yakınlarını uyar." (26/Şuarâ, 214) âyeti inince Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı: "Ey
Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah'ın yanında size hiç bir
faydam olmaz. Ey Abdulmenaf oğulları! Allah'ın yanında size hiç bir faydam
olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.
Ey Safiyye, (Rasûlullah'ın halası)! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.
Ey Muhammedi kızı Fatma! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz."[7]
Tarikatlara, evliyayı aracı
koyma (vasıta ve vesile) inancı yerleşmiştir. Bunlar kabirleri onun için ziyaret
ederler. Bu konuda şöyle bir hadis de uydurulmuştur: "İşlerinizde ne
yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz." Allah Teâlâ
şöyle buyurur: "Allah'ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap
veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların
çağrısının farkında değillerdir." (46/Ahkaf, 5); "De ki: Allah'ın
yakınından bize ne bir fayda ne de zarar verecek olanı çağıralım da Allah bizi
doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevrilmiş mi olalım? Tıpkı
şeytanların açık arâdıye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, "Bize gel."
diye doğru yola çağıran arkadaşları da olmuş olsun. Onlara de ki, "Doğru yol
ancak Allah'ın yoludur. Bize verilmiş emir, alemlerin Rabbine teslim olmamız
içindir." (6/En'âm, 71); "Sana ne iyilik gelse Allah'tan gelir. Sana ne
kötülük gelse kendinden gelir. Seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit
olarak Allah yeter." (4/Nisâ, 79); "De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben
kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (7/A'râf, 188)[8]
Sayın H. Kâmil Yılmaz şöyle
diyor: "... Râbıtasız olmaz. Çünkü râbıtanın amacı gafleti kovup kalbin
zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak sûretiyle "râbıta-i
huzur"a ermektir. Yani sâlik'in daima Allah'ın huzurunda bulunduğu duygusuna
ermesini sağlamaktır. Her an Allah'ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu
sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak
için kulun zihnen ve mânen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye
ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı
olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insan-ı kâmile,
ardından Hz. Rasûl'e ve onun ardından Rabb-i Müteâl'e kalbini rabtetmeli ve bu
sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a varmalıdır. Râbıtaya somuttan soyuta
geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan "Her nerede bulunursa bulunsun
Allah'ın huzurunda olduğu" duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna
muktedir olabilenler için râbıtaya ihtiyaç yoktur."[9]
Bu ifadelere göre râbıta,
insan-ı kâmil konumundaki şeyhe yapılır. İnsan-ı kâmil, son derece tehlikeli
bir kavramdır. Şeyhi doğrudan doğruya Allah yerine koymaktır. Bunun böyle
olduğunu daha sonra, Sayın Yılmaz'ın Altınoluk dergisine yazdığı bir yazıdan
okuyacağız. Sayın Yılmaz'a göre râbıtanın gerekçesi şudur: "... Allah müşahhas
(elle tutulup gözle görülen) (somut) bir varlık değildir. Bunu kavramak için
kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir objeye
ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı
olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir..."
Müşahhas, somut olan, gözle
görülen ve kendine dokunulabilen demektir. Tecellî; gözükmek, ortaya
çıkmak anlamınadır. Allah'ın tecellî etmesi de Allah'ın gözükmesi veya gücünün
ortaya çıkması anlamına gelir. Mazhar, ise ortaya çıkma yeri demektir. Şeyhin,
"Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı" olması, "Allah'ın kendinin veya
gücünün en mükemmel şekilde, onun şahsında ortaya çıkması demek olur. Yani
Allah, gözle görülen ve kendine dokunulan bir varlık olmadığından müridin, daima
Allah'ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesi için kalbini önce; Allah'ın en
mükemmel görüntülerinin ortaya çıktığı "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhe
bağlamasına, zihnini ve hedefini onun üzerinde yoğunlaştırmasına ihtiyaç
duyulur. İşte râbıtanın sebebi budur. Şeyh somut, Allah ise soyut bir varlıktır.
Râbıta sayesinde somuttan soyuta, yani şeyhten Allah'a geçmek mümkün olur.
Bunun daha açık ifâdesi,
müridin Allah'a gereği gibi kul olması için, önce şeyhe kul olmasını ve böylece
bir kulluk eğitiminden geçmesini sağlamak maksadıyla râbıtanın gerekli
görülmesidir. Bu, müride Allah'ın bağışlamayacağı şirk suçunu işleterek yaptığı
bütün hayırların yok olmasına sebep olmaktır. İslâm adına böyle bir şeyi
yapmaktan daha ağır bir suç olabilir mi?
Müridin, önce şeyhe kul
edildiği, "Biz Bilmeyiz Büyükler Bilir" başlığı altında verilen alıntılarda da
görülecektir. Çünkü tarikatta "Mürit, nefsini yaratılmışların en hakiri görecek[10]
ve inanacak ki, Allah ile bitecek işi ancak şeyhinin araya girmesi ile
olacaktır."[11].
O zaman ona yakışan, şeyhine karşı yıkayıcı önünde ölü gibi olmasıdır"[12]
Sayın Yılmaz, yukarıda, râbıta
ile ilgili sözlerini şöyle devam ettiriyor: "....Sâlik önce bu insan-ı kâmile
(yani şeyhe), ardından Hz. Rasûl'e ve onun ardından Rabb-i Müteâl'e kalbini
rabtetmeli (bağlamalı) ve bu sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a
varmalıdır."
Allah ile kul arasına hiçbir
şey girmemesi gerekirken araya önce şeyh, sonra Hz. Peygamber konulmaktadır.
Hz. Peygamber Allah'ın Elçisidir. Elçi, birinin sözünü diğerine ulaştıran
kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirmiş, o da onları bize
ulaştırmıştır. Ne âyette, ne hadiste ne de onun herhangi bir uygulamasında delil
olabilecek bir şey bulunabilir. Elçiyi, elçilik görevi dışında, Allah ile kul
arasında bir arabulucu saymak onu tanrılaştırmak olur. Şeyhe gelince, o olsa
olsa bir öğretmen olabilir. Ona bundan ileri bir vasıf verilemez. Ama yukarıda
o, bir tanrı yerine konmuştur. Burada ayrıca, fenâ fî'ş-şeyh, yani şeyh ile
bütünleşme, fenâ fî'r-resûl Elçi ile bütünleşme ve fenâfillah, yani Allah ile
bütünleşme gibi İslâm ile ilgisi olmayan Hint kaynaklı kavramlar
kullanılmaktadır.[13]
[1]
Bk. Müslim b. Haccâc, el-Kina va'l-Esma' 1/523 Medîne-i Münevvere İslâmî
İlimler Ün. yayını 1984 ; Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy,
Tarikh'ul-Khulefâ s. 369
[2]
Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendîlik, Ekin Y. İst. 1996
[3]
Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 2634.
[4]
Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 969.
[5]
Buhârî, Cenâiz 3
[6]
Abdülaziz Bayındır, Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış, 2. baskı, s.
107-110.
[7]
Buhârî, Vesâyâ, 11
[8]
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 52-58
[9]
H. Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 501
[10]
Muhammed bin Abdullah Hâni, Âdâb, s. 173
[11]
A.g.e., s. 172
[12]
A.g.e., s. 173.
[13]
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 128-131
Son Söz
VII. Abbasî halîfesi el-Me'mûn
tarafından mîlâdî IX. yüzyılın başlarında Kur'ân'ın "mahluk" yani yaratık olduğu
yolunda ortaya bir tez atılarak İslâm dünyasında büyük bir fitne başlatıldı.
Tarih okuyanlar, bu fitnenin sonucu olarak nice mâsum insanların katledildiğini
ve ne değerli ilim adamlarının zindanlarda süründürüldüğünü bilirler.
Tarîkatçıların tıpkı râbıta
konusunda yürüttükleri kanâat gibi, onların da felsefî birtakım yorumlarla
ortaya attıkları bu görüş yüzünden yarım yüzyıl boyunca Müslümanları saptırmaya
ve onları çiğneyip ezmeye çalışanlar nihâyet günün birinde yanlış bir yolda
olduklarını fark edip yaptıklarına pişman olma asâletini gösterebildiler.
Bu pişmanlık ve dönüşün şöyle
de ilginç bir hikâyesi vardır: Ünlü hadis âlimlerinden Ebû Dâvud ve Neseî'nin de
hocası olan Ebû Abdirrahman Abdullah b. Muhammed el-Arzemî,[1]
zincire vurulmuş olarak zamanın halîfesi el-Vâsık'u Billâh'ın huzuruna
çıkarılır. Dönemin âlimlerine yöneltilen o uğursuz sorunun aynısı son kez
olarak ona da yöneltilir: "Kur'ân'ın 'yaratık' olduğunu kabul ediyor musun?!"
Can pazarında bu soru son
fırsattır. Kurtulabilmek için bir kerecik "evet" demek yeter. Fakat ilim ve
fazîlet numûnesi bu büyük insan, ne böyle davranabilecek bir kişiliğe sahiptir,
ne de canı pahasına bile olsa Allah ile arasını bozmaya niyetlidir. Onun için
hiç bir tereddüt ve korku belirtisi göstermeden gâyet rahat bir ruh hâleti
içinde zamanın halîfesinin yanında bulunan Devlet Başkadısı'na, evet ya da hayır
demeden önce şu soruyu yöneltir: "Söyler misiniz lütfen, Hz. Peygamber (s.a.s.),
bu mesele hakkında sizden daha bilgili değil miydi?" Baş kadı, beklenmedik bu
zekice soru üzerine irkilerek: "Elbette daha bilgiliydi" diye sinmiş bir edâ ile
cevap verirken sonucu merakla beklemeye başlar.
Büyük âlim Ebû Abdirrahman, bu
kez de şu soruyu yöneltir: "Peki Hz. Peygamber (s.a.s.), halkı kabul etmeye
zorladığınız bu görüşe insanları dâvet etme imkânına sahip değil miydi?!" Bu son
soru, Baş kadı ve hazır bulunan halîfe'nin kafalarına bir balyoz gibi iner.
Karşılarında insanların, dillerini yuttuğu bu iki heybetli adam, susmak zorunda
kalır ve zincire vurulmuş bu zâtın karşısında dut yemiş bülbüle dönerler. O
dakikadan sonra Müslümanların tepesinde bulunan kara bulutlar artık dağılmaya
başlar.
Şimdi hemen ifade etmek
lâzımdır ki böyle bir dönüş yapma asâletini göstermek için sıra râbıtacılara
gelmiş bulunmaktadır. Zira onlar da çok iyi biliyorlar ki Allah Teâlâ'nın
kesinlikle ve hiç bir sûrette affetmeyeceğini bildirdiği tek suç şirktir.
Şeref-i İlâhiye'ye dokunan bu ağır suç hakkındaki kesin hükmünü bize şu
ifadelerle bildirmiştir: "Allah, kendisine ortak koşulmasını elbette
bağışlamaz, bundan başkasını dilediğine bağışlar. Allah'a ortak koşan kişi ise
kuşkusuz iftira etmiş -bu yüzden de- büyük bir günaha girmiş olur." (4/Nisâ,
48)
Bunca gerçekleri ortaya
koyduktan sonra geliniz: "Allah ve Peygamber sevgisinin bir uygulaması olarak
râbıtayı, nasıl olur da şirk diye niteliyorsunuz?" diyerek nefsinize, ya
da uzun yıllar sizi şartlandıranlara yenik düşmeyiniz. Çünkü râbıtanın, gerek
kaynak itibariyle, gerek düşünce olarak, gerekse şekil ve uygulama bakımından
İslâm'dan bir unsur olması şöyle dursun, bilakis İslâm'a ne kadar aykırı ve
yabancı olduğu bütün çıplaklığıyla ortadadır. Bu konu Allah'ın lûtfu ve
yardımıyla işbu kitapta yeterince açıklanmış ve belgelendirilmiş bulunmaktadır.
Şimdi ise, yukarıda anlatılan
hâdisede olduğu gibi büyük âlim Ebû Abdirrahman'ın, IX. Abbasî halîfesi, el-Vâsık
ve Baş kadısı'na yönelttiği sorunun aynısını sizlere yöneltiyoruz: "Eğer
İslâm'da râbıta diye bir şey olsaydı, Hz. Peygamber (s.a.s.), ümmetinden bunu
hiç gizler miydi?! Peygamberlerin sıfatlarından biri de sıdk ve emânet değil
midir? Devleti yönetmekten ve orduları sevk ve komuta etmekten tutun da misvak
kullanmaya (yani dişleri fırçalamaya) ve traş olmaya, hatta zevciyet yatağındaki
ilişkiler gibi hayatın en mahrem ayrıntılarına varıncaya kadar hemen her konuda
ümmetini bilgilendiren Hz. Peygamber (s.a.s.), acaba bütün hayatında bir kez
bile olsun, Nakşîlikteki râbıta gibi bir şeyden söz etmiş midir?!"
Ayrıca, Allah'ın hoşnutluğunu
kazanmak ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in izinde yürümek gibi bir gayret içinde olan
insan acaba şu sorulara nasıl bir cevap bulabilecektir:
1. Mâide Sûresi'nin
35'inci ve Tevbe Sûresi'nin 119'uncu âyet-i kerîmelerinin neresinde, yani hangi
kelimelerinde, râbıta emredilmektedir?
2. Abdest alarak, tenha
bir yerde oturarak ya da kapalı bir alanda ise kapıyı kitleyerek, teverruk
oturuşunun tersiyle oturarak, şeyhin şeklini belli bir zaman içinde zihinde
canlandırarak mürîd tarafından uygulanan ve Nakşîbendî Tarîkatında temel bir
kural olan râbıta, Kur'ân-ı Kerîm'in neresinde, ya da Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
hangi hadisinde geçmekte veya emredilmektedir?
3. "Silsile-i Sâdât"
listesinde adları geçen insanların gerçekten Nakşîbendî Tarîkatı adı altında bir
taşkilat kurdukları bilimsel açıdan kanıtlanabilir mi? Örneğin Nakşîbendîlerce,
tarîkatın birinci halkası sayılan Hz. Ebûbekr-i Sıddıyk, gerçekten böyle bir
tarîkatın başı olduğunu biliyor muydu ? Bu konuda kesin bir kanıt var mıdır?
4. "Silsile-i Sâdât"
listesinde adları geçenlerden ilk dördü (yani Hz. Ebûbekr, Selmân-i Fârisî,
Kasım b. Muhammed ve Ca'fer'us-Sâdık -radiyallahu anhum- hazerâtı hâriç),
Nakşîbendî rûhânileri arasında en az birinin, bozuk niyetli, câhil ya da ruhsal
açıdan özürlü bulunmuş olabileceği ihtimali yok mudur? Eğer yoksa bu nasıl
kanıtlanabilir?
5. Yoga meditasyonu ile
râbıta karşılaştırıldığı zaman, aralarında (küçük farklarla) çok büyük bir
benzerlik bulunmaktadır. Acaba bu tamamen bir tesadüf müdür? Çünkü, (ancak XIX.
yüzyılda bugünkü şeklini alan) râbıtanın, Nakşîbendîlik henüz Hindistan'a
intikal etmeden önce bir kural olarak tarîkatta uygulandığını kanıtlayan hiç bir
belge mevcut değildir.
6. İslâm Dini'nin değil
temel konularında, en ufak ayrıntılarında bile (Kur'ân'a ve Sünnet'e bağlı
Müslümanlar) arasında Asr-ı Saâdet'ten günümüze kadar hiç bir uzlaşmazlık
yokken, râbıtanın, XIX. yüzyılın başlarından beri Müslümanların tepkisine hedef
olması, bu düşüncenin yabancı olduğunu göstermiyor mu?
7. İyi niyetle de olsa
her önüne gelen eğer İslâm'a bir şey ekleyecek olursa İslâm'ın da sonu diğer
dinlerin sonuna benzemeyecek mi? Peki bunun sorumluluğu kime âit olacaktır?!
Nitekim İsmâîlîlik, Nusayrîlik, Dürzîlik ve nihâyet Kadıyanîlik ve Bahâîlik
adları altındaki sapık dinler, bu yolu izleyerek İslâm'dan kopmadılar mı?
Dolayısıyla Nakşîbendîlik de bu yolu izliyorsa, "Efendi Hazretleri öyle
buyurdu!" diyerek her söylentiyi kabul etmek doğru olur mu?
"Ben, hamd olsun müslümanım,
mü'minim." diye ikrarda bulunmasına rağmen râbıtaya inanmış olan ve bu yüzden
de çok ağır bir vebâlin altında bulunan her insan bu sorulara cevap bulmak
durumundadır. Müslümanların ise, herhangi bir nedenle bu duruma düşmüş insanlara
ilişkin hayırlı temennileri ancak şu olabilir:
Yüce Rabbimizi, Peygamberimiz,
Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa (s.a.s.)'yı ve mürşidlerimizi sevmenin bir
gereği, bir kanıt ve nişânesi olarak "râbıta" denen Hind yogasından alınma bâtıl
düşünceye inanmış kimselerin, bu durumdan Allah'ın lutfu ile kurtulmalarını ve
onların da bize katılarak şu duâda bulunmalarını içtenlikle diliyoruz: "Ey
Rabbimiz ! Bizi doğru yola erdirmişken gönüllerimizi artık saptırma ve kendi
tarafından bize bir rahmet bağışla. Gerçek şu ki Sen sınırsız bağışlayıcısın."
(3/Âl-i İmrân, 8)
Yüce Rabbimizin bu duâmızı
kabul edeceğini, Kitabında gösterdiği yoldan ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'in
izinden yürümemizi kolaylaştıracağını elbette ki umuyoruz.[2]
Abdülaziz Bayındır, râbıta ve
tasavvufî anlayış ve yorumlara çok daha sert bakar. Bayındır'ın Kur'an Işığında
Tarikatçılığa Bakış ve Duâda Evliyâyı Aracı Koyma ve Şirk adlı kitaplarından
konuyla ilgili bazı özet alıntılar yapalım:
Müşrik, Allah'ı, yeryüzü
krallarına benzettiği için arabuluculuk yapacak ve kendini ona karşı koruyacak
birini arar. Bu, Allah'a yakınlığı olan ve onun geri çeviremeyeceği biri
olmalıdır.
Katoliklerin konu ile ilgili
inançları şöyledir: "Tüm insanların, özellikle de günahkarların lehine Babanın
yanında tek Arabulucu İsa'dır. İsa'nın kendisi aracılığı ile Tanrı'ya
yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter. Çünkü onlara aracılık etmek için hep
yaşamaktadır. Kutsal Ruh'un kendisi de bizim için aracılık eder[3]
Meryem Ana'nın analığı.... bitmemiştir. Yinelenen arabuluculuğu ile ebedi
esenliğimizi sağlayan armağanları garanti altına almaya devam etmektedir. Onun
içindir ki, Meryem Ana'ya Kilise'de avukat, yardımcı, yardıma koşan,
arabuluculuk yapan diyorlar[4]
Aynı inanç tarikatlarda da
vardır. Bir Şeyh Efendi ve tarikatının ileri gelenleri ile yapılan görüşmenin
konu ile ilgili bölümü şöyledir:
Mürit: "Bizim Şeyh Efendi'ye
bakışımız, onun bize yardımcı olacağı yolundadır. Meselâ bugün mahkemede avukat
tutma zorunluluğu yoktur. Ama genellikle avukat tutanlar dâvâyı kazanırlar.
Şeyh Efendi de bizim avukatımızdır."
Bayındır: "Siz, gizli açık her
şeyi bilen Allah Teâlâ'yı hâkimle bir mi tutuyorsunuz? Allah Teâlâ şöyle
buyurur: "O gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, eşinden ve
oğullarından kaçacaktır. O gün herkesin işi başından aşacaktır."
(80/Abese, 34-37). Durum böyle iken Şeyh Efendi nereden fırsat bulacak da sizi
savunacaktır.
Ensar'dan Ümmü'l-alâ diyor ki,
muhacirlere kur'a çekilince bize Osman b. Maz'ûn düştü. Onu evlerimize
yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı
ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Hz. Muhammed (s.a.s.) içeri girdi. O
sırada dedim ki, "Ebu's-Sâib (Osman bin Maz'un (r.a.)'un lakabıdır)! Allah sana
rahmet eylesin. Allah'ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim." Bunun
üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Allah'ın ona ikram ettiğini ne
biliyorsun?" Dedim ki, "Babam sana kurban ey Allah'ın Elçisi Allah ya kime
ikram eder?" Hz. Muhammed (s.a.s.) buyurdu ki, "Evet ona kaçınılmaz gerçek
geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah'ın Elçisi
olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum." Ümmü'l-Alâ dedi
ki, "Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem"[5]
Ama siz şeyhinizin cennete
gideceğinden şüphe etmediğiniz gibi Allah'ın huzurunda sizi savunacağını
söyleme cesaretini bile gösteriyorsunuz. Bize şah damarımızdan daha yakın olan
Allah'ın gözünden kaçan bir şey mi var ki avukatlığınızı yapacak olan şeyh,
hâşâ, Allah'ın huzurunda onu hatırlatacak? Ya da Allah, hâşâ, yargılamada hata
mı yapacak ki, şeyhiniz ona engel olacak? Ne kadar yanlış bir yolda olduğunuzu
anlıyorsunuz değil mi?
Mürit: "Müftülükte bir müftü
ile görüşmek istesen araya bir kapıcının girmesi, bir kişinin seni müftüye
takdim etmesi gerekir. Araya kimse girmeden bir yetkiliyle, bir bakanla pat
diye görüşebilir misin? işte Şeyh Efendi de bizimle Allah arasında bir
vesile, bir vasıta olmaktadır."
Bayındır: Bize şah
damarımızdan daha yakın olan Allah Teâlâ için bu söz nasıl söylenebilir. Bu
inanç insanı şirke sokar. Şirk zaten Allah ile kul arasına vasıta koymaktır.
Zümer sûresinde buna dikkat çekilmektedir: "İyi bil ki, saf din Allah'ın
dinidir. Onun yakınından veliler edinenler: âBiz onlara başka değil sadece
bizi Allah'a tam yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. işte Allah,
onların aralarında tartışıp durdukları şeyde hükmünü verecektir. Allah,
yalancı ve gerçekleri örtüp duran kimseleri doğru yola sokmaz." (39/Zümer,
3). Bu tür inanışlardan lütfen vazgeçin. Çünkü şeytan insanı hep bu metotla
saptırmaktadır. Lütfen bana söyler misin, yaratan, besleyen, büyüten ve sana
senden yakın olan Allah mı seni daha iyi tanır, yoksa Şeyh Efendi mi?
Mürit: Tabii ki, Allah tanır.
Bayındır: Peki Şeyh Efendi
senin neyini Allah'a tanıtacak?
Mürit: ?!
Görüşme, şeyhin yanında
gerçekleşmiş ve o, bu durumu onaylamıştır. Mürit kelimesi ile, konuşmaya
katılan ve tarikatın ileri gelen âlimlerinden olan kişiler kastedilmektedir[6]
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"Allah'ın yakınından, öyle şeye kul olurlar ki, kendilerine ne bir fayda
sağlayabilir ne de zarar verebilir. Derler ki, "Bunlar, Allah katında bizim
şefaatçilerimizdir" De ki: "Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi
ona haber veriyorsunuz?" Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve
yücedir." (10/Yunus, 18)
Allah kime şefaat yetkisi
verirse yalnız onlar, Allah'ın dilediği kimselere şefaat edebilirler, kendi
dilediklerine değil. "De ki: O şefaat, bütünüyle Allah'ındır." (39/Zümer,
44); "Allah onların yaptıklarını da yapacaklarını da bilir. Şefaate
yetkili kıldıkları, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler.
Kendileri de onun korkusundan titrerler. Onlardan kim, âBen Allah'a yakını bir
ilâhım" derse, onu cehennemle cezalandırırız. İşte o zalimleri böyle
cezalandırırız." (21/Enbiyâ, 28)
Ebu Hureyre (r.a.) bildiriyor:
"Kabilenin en yakınlarını uyar." (26/Şuarâ, 214) âyeti inince Hz.
Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem kalktı ve şöyle bir konuşma yaptı: "Ey
Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah'ın yanında size hiç bir
faydam olmaz. Ey Abdulmenaf oğulları! Allah'ın yanında size hiç bir faydam
olmaz. Ey Abdulmuttalib oğlu Abbas! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.
Ey Safiyye, (Rasûlullah'ın halası)! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz.
Ey Muhammedi kızı Fatma! Allah'ın yanında sana hiç bir faydam olmaz."[7]
Tarikatlara, evliyayı aracı
koyma (vasıta ve vesile) inancı yerleşmiştir. Bunlar kabirleri onun için ziyaret
ederler. Bu konuda şöyle bir hadis de uydurulmuştur: "İşlerinizde ne
yapacağınızı şaşırdığınızda kabir ehlinden yardım isteyiniz." Allah Teâlâ
şöyle buyurur: "Allah'ın yakınından kıyâmet gününe kadar kendisine cevap
veremeyecek kimseleri çağırandan daha sapık kimdir? Oysaki bunlar onların
çağrısının farkında değillerdir." (46/Ahkaf, 5); "De ki: Allah'ın
yakınından bize ne bir fayda ne de zarar verecek olanı çağıralım da Allah bizi
doğru yola sokmuşken ökçelerimiz üzerine geri çevrilmiş mi olalım? Tıpkı
şeytanların açık arâdıye çektikleri şaşkın kimse gibi mi? Hem onu, "Bize gel."
diye doğru yola çağıran arkadaşları da olmuş olsun. Onlara de ki, "Doğru yol
ancak Allah'ın yoludur. Bize verilmiş emir, alemlerin Rabbine teslim olmamız
içindir." (6/En'âm, 71); "Sana ne iyilik gelse Allah'tan gelir. Sana ne
kötülük gelse kendinden gelir. Seni insanlara elçi olarak gönderdik, şahit
olarak Allah yeter." (4/Nisâ, 79); "De ki: Allah'ın dilemesi dışında ben
kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim." (7/A'râf, 188)[8]
Sayın H. Kâmil Yılmaz şöyle
diyor: "... Râbıtasız olmaz. Çünkü râbıtanın amacı gafleti kovup kalbin
zulmetini defederek şeytanın vesveselerinden kurtulmak sûretiyle "râbıta-i
huzur"a ermektir. Yani sâlik'in daima Allah'ın huzurunda bulunduğu duygusuna
ermesini sağlamaktır. Her an Allah'ı karşımızda görür gibi yaşamaktır. Bunu
sağlamak zor bir iştir. Çünkü Allah müşahhas bir varlık değildir. Bunu kavramak
için kulun zihnen ve mânen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas bir objeye
ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı
olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir. Sâlik önce bu insan-ı kâmile,
ardından Hz. Rasûl'e ve onun ardından Rabb-i Müteâl'e kalbini rabtetmeli ve bu
sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a varmalıdır. Râbıtaya somuttan soyuta
geçmek için ihtiyaç vardır. İnsanoğlu doğrudan "Her nerede bulunursa bulunsun
Allah'ın huzurunda olduğu" duygusunu canlı tutabilmede zorlanmaktadır. Buna
muktedir olabilenler için râbıtaya ihtiyaç yoktur."[9]
Bu ifadelere göre râbıta,
insan-ı kâmil konumundaki şeyhe yapılır. İnsan-ı kâmil, son derece tehlikeli
bir kavramdır. Şeyhi doğrudan doğruya Allah yerine koymaktır. Bunun böyle
olduğunu daha sonra, Sayın Yılmaz'ın Altınoluk dergisine yazdığı bir yazıdan
okuyacağız. Sayın Yılmaz'a göre râbıtanın gerekçesi şudur: "... Allah müşahhas
(elle tutulup gözle görülen) (somut) bir varlık değildir. Bunu kavramak için
kulun zihnen ve manen yoğunlaşmasını sağlayacak müşahhas (somut) bir objeye
ihtiyaç vardır. Tasavvufta bu obje Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı
olan "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhtir..."
Müşahhas, somut olan, gözle
görülen ve kendine dokunulabilen demektir. Tecellî; gözükmek, ortaya
çıkmak anlamınadır. Allah'ın tecellî etmesi de Allah'ın gözükmesi veya gücünün
ortaya çıkması anlamına gelir. Mazhar, ise ortaya çıkma yeri demektir. Şeyhin,
"Allah'ın en mükemmel tecellîlerinin mazharı" olması, "Allah'ın kendinin veya
gücünün en mükemmel şekilde, onun şahsında ortaya çıkması demek olur. Yani
Allah, gözle görülen ve kendine dokunulan bir varlık olmadığından müridin, daima
Allah'ın huzurunda bulunduğu duygusuna ermesi için kalbini önce; Allah'ın en
mükemmel görüntülerinin ortaya çıktığı "insân-ı kâmil" konumundaki şeyhe
bağlamasına, zihnini ve hedefini onun üzerinde yoğunlaştırmasına ihtiyaç
duyulur. İşte râbıtanın sebebi budur. Şeyh somut, Allah ise soyut bir varlıktır.
Râbıta sayesinde somuttan soyuta, yani şeyhten Allah'a geçmek mümkün olur.
Bunun daha açık ifâdesi,
müridin Allah'a gereği gibi kul olması için, önce şeyhe kul olmasını ve böylece
bir kulluk eğitiminden geçmesini sağlamak maksadıyla râbıtanın gerekli
görülmesidir. Bu, müride Allah'ın bağışlamayacağı şirk suçunu işleterek yaptığı
bütün hayırların yok olmasına sebep olmaktır. İslâm adına böyle bir şeyi
yapmaktan daha ağır bir suç olabilir mi?
Müridin, önce şeyhe kul
edildiği, "Biz Bilmeyiz Büyükler Bilir" başlığı altında verilen alıntılarda da
görülecektir. Çünkü tarikatta "Mürit, nefsini yaratılmışların en hakiri görecek[10]
ve inanacak ki, Allah ile bitecek işi ancak şeyhinin araya girmesi ile
olacaktır."[11].
O zaman ona yakışan, şeyhine karşı yıkayıcı önünde ölü gibi olmasıdır"[12]
Sayın Yılmaz, yukarıda, râbıta
ile ilgili sözlerini şöyle devam ettiriyor: "....Sâlik önce bu insan-ı kâmile
(yani şeyhe), ardından Hz. Rasûl'e ve onun ardından Rabb-i Müteâl'e kalbini
rabtetmeli (bağlamalı) ve bu sûretle huzur-i kalbe erip fena fillâh'a
varmalıdır."
Allah ile kul arasına hiçbir
şey girmemesi gerekirken araya önce şeyh, sonra Hz. Peygamber konulmaktadır.
Hz. Peygamber Allah'ın Elçisidir. Elçi, birinin sözünü diğerine ulaştıran
kişidir. Allah kendi sözlerini ona vahiy yoluyla bildirmiş, o da onları bize
ulaştırmıştır. Ne âyette, ne hadiste ne de onun herhangi bir uygulamasında delil
olabilecek bir şey bulunabilir. Elçiyi, elçilik görevi dışında, Allah ile kul
arasında bir arabulucu saymak onu tanrılaştırmak olur. Şeyhe gelince, o olsa
olsa bir öğretmen olabilir. Ona bundan ileri bir vasıf verilemez. Ama yukarıda
o, bir tanrı yerine konmuştur. Burada ayrıca, fenâ fî'ş-şeyh, yani şeyh ile
bütünleşme, fenâ fî'r-resûl Elçi ile bütünleşme ve fenâfillah, yani Allah ile
bütünleşme gibi İslâm ile ilgisi olmayan Hint kaynaklı kavramlar
kullanılmaktadır.[13]
[1]
Bk. Müslim b. Haccâc, el-Kina va'l-Esma' 1/523 Medîne-i Münevvere İslâmî
İlimler Ün. yayını 1984 ; Celalüddîn Abdurrahman es-Suyûtıy,
Tarikh'ul-Khulefâ s. 369
[2]
Ferit Aydın, Tarikatta Râbıta ve Nakşîbendîlik, Ekin Y. İst. 1996
[3]
Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 2634.
[4]
Katolik Kilisesi, Din ve Ahlâk İlkeleri, Paragraf: 969.
[5]
Buhârî, Cenâiz 3
[6]
Abdülaziz Bayındır, Kur'an Işığında Tarikatçılığa Bakış, 2. baskı, s.
107-110.
[7]
Buhârî, Vesâyâ, 11
[8]
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 52-58
[9]
H. Kâmil Yılmaz, Tasavvufla İlgili Sorular, s. 501
[10]
Muhammed bin Abdullah Hâni, Âdâb, s. 173
[11]
A.g.e., s. 172
[12]
A.g.e., s. 173.
[13]
Abdülaziz Bayındır, Duâda Evliyayı Aracı Koyma ve Şirk, s. 128-131
RİBAT-RABITA-MURÂBATA YAPMAK
- MURÂBATA YAPMAK (CİHAD İÇİN HAZIR OLMAK)
- Murâbata; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat; Anlam ve Mâhiyeti
- Ribat ve Râbıta.
- Râbıta'nın Anlamı
- Murâbıt Kimdir?.
- Kur'ân-ı Kerim'de Murâbata Kavramı
- Hadis-i Şeriflerde Murâbata ve Ribat Kavramı
- Râbıta Kavramının Yozlaştırılması
- Râbıta Nedir?.
- Tarîkat Kaynaklarına Göre Râbıta Hakkında Genel Bilgiler "Râbıta" Kelimesinin Sözlük Ve Terim Anlamı
- Râbıtanın Değişik Tanımları
- Râbıtanın Şartları ve Uygulanış Biçimi
- Tarîkat Rûhânîlerine Göre, Râbıta Yapmanın Kaçınılmaz Lüzumu
- Nakşîbendîlerin Râbıtaya İlişkin Delilleri
- Râbıtaya İlişkin Çok Yönlü Değerlendirmeler Nakşîbendîlikte Anlayış ve Yargı
- TASAVVUFTA RABITA
- Râbıtanın Meşru‘iyeti Âyet-Hadis-İcmâ‘ ve Kıyas ile Sâbittir
- Râbıta, Murâbata ve Murâbıt Kelimelerinin Tahlili
- Mutasavvıflar Tarafından Râbıtayı Anlatan Eserlerden Bazıları
- Tasavvufî Bir Terim Olarak Râbıta
- Rûhânîler ve Râbıta
- Halid Bağdâdî ve Râbıta
- Tasavvuf, Nakşîbendîlik ve Râbıta.
- Tasavvuf
- Nakşîbendîlik.
- Seyr-u Sülûk
- Nakşîbendîlik'de Kerâmet, Menkabe ve Râbıta İlişkisi
- Ermişlik
- Tarîkatta Evliyâ Nasıl Bir Kişiliktir