Kulun, Allah'ın Birliğine Şahitlik Yapması

Kulun

Kulun, Allah'ın Birliğine Şahitlik Yapması

Tevhit, Allah'ın bir ve tek olduğuna inanmaktır. Buna göre Allah, mutlak
yaratıcıdır. Dilediği bütün şeyleri yapmaya kadirdir. Mutlak uygulama gücüne
sahiptir. Bütün varlıkları var eden ve varlıklarını devam ettirmelerini sağlayan
O'dur. Bütün varlıkların varlığı O'na bağlıdır. O'nun hükmü bütün varlıklar
üzerinde geçerlidir. Ezelî ilmiyle belirlediği ve kaleminin yazdığı bir süre
sonunda tüm varlıklar O'na döneceklerdir. Emretme ve yasaklama yetkisi yalnız
O'na aittir. Allah, dilediği kuluna mükafat, dilediğine de ceza verir. Ancak
Allah'ın kullarını ödüllendirmesi veya cezalandırması, işledikleri amellere
göredir. İyilik işleyenleri mükafatlandırır, kötülük işleyenleri de
cezalandırır. Allah, mükafat için iyilikleri, ceza için de kötülükleri bir sebep
olarak takdir etmiştir. O'nun bu takdiri, kulların bilemeyeceği bir hikmet
gereğidir.

Kulun, Allah'ın bir olduğunu, mutlak ve tek yaratıcı olduğunu, dilediği her şeyi
yapmaya kadir olduğunu, takdir ettiği her şeyin zamanı geldiğinde
gerçekleştiğini müşahede etmesi, onu daima Allah'a sığınmaya, himayesine girmeye
ve ihtiyaçlarını O'na iletmeye sevk eder. Her an Allah'a muhtaç olduğunu
görmesini sağlar. Hayat, ölüm, diriliş, fayda ve zarar gibi her konuda hiçbir
güce sahip olmadığını, Allah'ın kapısında yoksul, aciz ve miskin bir kul
olduğunu anlar. O'na daha bir içtenlik ve samimiyetle kulluk yapmaya çalışır.

Kulun, emretme ve yasaklama, ödüllendirme ve cezalandırma yetkisinin yalnız
Allah'a ait olduğunu müşahede etmesi, onu Allah'a hamd ve şükür etmeye, emir ve
yasaklarına titizlikle uymaya sevk eder. Bir hata işlediğinde kendisinin kusurlu
olduğunu görür ve nefsini kınar. Kusuru başkasında değil kendisinde arar.
Böylece Allah'a doğru yaptığı yolculukta, hem Rabb'inin mutlak üstünlüğünü,
derin hikmetini, mükemmel gücünü, ezeli ilmini ve büyük ihsanını müşahede eder
hem de kusurun kendisinde olduğunu görerek hatalarını düzeltmeye ve nefsini
arındırmaya çalışır.

İşte ubûdiyet makamına çıkarılarak başarılı kılınmış, yardım edilmiş, lütuf ve
ihsanlarda bulunulmuş kul budur. Böyle bir kul için başarı garantilenmiştir. Tüm
peygamberler ve nebiler bu sınıftandır. İnsanlığın atası Âdem peygamber, "Rabb'imiz,
biz nefislerimize zulmettik, eğer bizi bağışlamazsan ve esirgemezsen, gerçekten
hüsrana uğrayanlardan olacağız"[1]
diyerek kusuru kendisinde bulmuş ve Allah'ın mağfiretine, bağış ve ihsanına
kavuşmuştur. İnsanlığın ikinci atası Nuh peygamber, "Rabb'im, bilgim olmayan
şeyi Senden istemekten Sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve beni
esirgemezsen, hüsrana uğrayanlardan olurum"[2]
diyerek kusuru kendisinde bulmuş ve Rabb'inden bağışlanma dilemiştir. Haniflerin
lideri ve nebilerin üstadı İbrahim peygamber, "Beni yaratan ve bana hidayet
veren O'dur. Bana yediren ve içiren O'dur. Hastalandığım zaman bana şifa veren
O'dur. Beni öldürecek, sonra diriltecek olan da O'dur. Din (ceza) günü
hatalarımı bağışlayacağını ummakta olduğum da O'dur"[3]
diyerek Rabb'ini yüceltmiş ve O'ndan bağışlanma dilemiştir. Rabb'ine, "Bu
şehri güvenli kıl, beni ve çocuklarımı putlara kulluk etmekten uzak tut"[4]
diye dua eden de yine odur. Hz. İbrahim bu duasıyla, kul ile puta tapma ve şirk
koşma arasına ancak, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'ın
girebildiğine dikkat çekmekte ve bu yüzden O'ndan, kendisini ve soyunu puta
tapmaktan uzak tutmasını istemektedir.

Hz. Musa da şu sözleriyle Rabb'inden bağışlanma dilemektedir: "Rabb'im,
(Şimdi) içimizdeki beyinsizlerin yaptıklarından dolayı bizi helak edecek misin?
O da senin denemenden başkası değildir. Onunla dilediğini saptırır, dilediğini
hidayete eriştirirsin. Bizim tek Velî'miz sensin. Öyleyse bizi bağışla, bizi
esirge; Sen bağışlayanların en hayırlısısın."[5]
Bu âyette geçen "fitne" sözcüğü, imtihan, deneme ve sınama anlamına gelmektedir.
"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlara işkence (fitne) uygulayanlar..."[6]
ve "(Yeryüzünde) fitne kalmayıncaya ve din (yalnız) Allah'ın oluncaya kadar
onlarla savaşın..."[7]
âyetlerinde geçen ve kötülerin yaptıkları fiil ve eylemleri ifade eden "fitne"
anlamında değildir. "Seni birçok fitnelerle denemiştik"[8]
âyetinde geçen fitne sözcüğü de yine denemek, sınamak ve imtihan etmek
anlamındadır. Bu cümle şu anlama gelmektedir: "Ey Musa! Doğduğun andan sana
hitap ettiğimiz ve kitap verdiğimiz şu ana kadar seni birçok evrelerden geçirdik
ve çeşitli musibetlerle seni sınayıp denedik."

Hz. Musa, başına gelen durumun Allah'ın bir sınaması olduğunu bildiği için "O
da Senin denemenden başkası değildir" demiştir. Musa (a.s) Yüce Allah'ın tek
ilâh, mutlak yaratıcı ve hüküm sahibi olduğunu müşahede edip buna karşılık
beyinsizlerin yaptıklarını ve Allah'a eş koşmalarını görünce, O'na izzet ve
üstünlüğü ile yalvarmış, kusuru O'na değil onu işleyene izafe etmiştir. Bir
başka âyette belirtildiği gibi Hz. Musa, kendisini kusurlu görmüş ve: "Rabb'im,
gerçek şu ki, ben kendi nefsime zulmettim, artık beni bağışla."[9]
diyerek dua etmiş, buna karşılık Allah da şöyle cevap vermiştir: "Böylece
(Allah da) onu bağışladı. Hiç şüphe yok ki, O bağışlayandır, esirgeyendir."[10]

Aynı şekilde Yunus Peygamber de kendisini kusurlu bulmuş, zulmü kendisine izafe
ederek Rabb'ini her türlü ayıptan tenzih etmiş ve şöyle dua etmiştir: "Senden
başka ilâh yoktur, sen yücesin, gerçekten de ben zulmedenlerden oldum."[11]

Hz. Peygamber, büyük istiğfar olarak tanımladığı duada kusurun kulda olduğunu,
Allah'ın her türlü kusurdan uzak olduğunu vurgulanmış ve şöyle buyurmuştur: "Ey
Allah'ım! Benim Rabb'im sensin. Senden başka ilâh yoktur. Beni sen yarattın ve
ben, Senin kulunum. Gücüm yettiğince sana verdiğim ahde ve vaade bağlıyım.
Yaptıklarımın şerrinden sana sığınırım. Bana verdiğin nimetleri de günahlarımı
da itiraf ediyorum. O halde beni bağışla. Çünkü senden başka günahları
bağışlayan yoktur." Bu büyük istiğfar, Allah'ın mutlak ve tek yaratıcı olduğunu,
her dilediğini yapmaya ve uygulamaya kadir olduğunu ifade eden rubûbiyet tevhidi
ile yalnız Allah'a ibadet etmeyi ve O'nu sevmeyi ifade eden ulûhiyet tevhidini
birlikte kapsamaktadır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Eğer her ikisinde (gökte ve yerde) Allah'ın
dışında ilâhlar olsaydı, hiç tartışmasız, ikisi de bozulup gitmişti. Arşın
Rabb'i olan Allah onların nitelendire geldikleri şeylerden yücedir."[12]
Gökleri, yeri ve varlıkları ayakta tutan, onların var olmasını ve varlıklarının
devam etmesini sağlayan gerçek ilahtır. Bu gerçek ilâh, ilâh olarak kabul
edilmelidir. Göklerde ve yerde Allah'tan başka ilahların bulunduğu iddia
edilirse, bu ilahların hiçbiri gerçek ilâh değildir. Zira gerçek ilâhın eşi ve
ortağı olmaz. Eşi, ortağı ve benzeri olan ilâhlar, gerçek ilâh olarak
adlandırılmaz. Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı,
gökyüzünün ve yeryüzünün düzeni bozulur, varlıklarını devam ettiremezlerdi.
Göklerin ve yerin bir düzen içinde varlıklarını sürdürmeleri ve bozulmamaları,
tek ve gerçek bir ilâhın varlığına delalet etmektedir. İşte O gerçek ilâh, Allah
denilen varlıktır. Başta gökler ve yer olmak üzere bütün varlıkların varlığı,
tek ve Kahhâr olan Allah'a dayanmaktadır. Varlıkların varlığının benzer iki
ilâha dayanması mümkün olmadığı gibi birbirine eşit iki ilâha dayanması da
mümkün değildir.[13]








[1]
A'raf,

23.






[2]
Hud,

47.






[3]
Şuarâ,

78-82.






[4]
İbrahim,

35.






[5]
A'raf,

155.






[6]
Burûc,

10.






[7]
Bakara,

193.






[8]
Tâ-Hâ,

40.






[9]
Kasas,

16.




[10]
Kasas,

16.






[11]
Enbiya,

87.






[12]
Enbiya,

22.






[13]
İbn Kayyim, "Tarîku'l-hicreteyn, s.

1/262.