Sözlerin En Güzeli Olan Kitap'ta "En Güzel Söz" Diye Tanımlanan "Dâvet"in Usûlü

Sözlerin En Güzeli Olan Kitap

Sözlerin En Güzeli
Olan Kitap'ta "En Güzel Söz" Diye Tanımlanan "Dâvet"in Usûlü:



Kur'an'ın üslûbu, bir dâvetçi/tebliğci, yani
gönül fâtihi için bulunmaz bir hazinedir. Kur'anî dâvet üslûbundan çıkaracağımız
bir çok ilke vardır. Biz burada bunlardan sadece birkaçına işaret etmekle
yetineceğiz:

a- Kur'anî dâvet üslûbunda muhatabın dikkatini
dağıtacak yersiz ayrıntılara girilmez. Söylenmek istenilen hakikat, doğrudan ve
mümkün olan en az kelimeyle (îcaz) muhataba aktarılır.

b- Kur'an, muhatabının dikkatini dağıtmamak için
genellikle somut isimler, tarihler ve mekânlar üzerinde durmaz. Kur'an'da
müşahhas/somut olarak indiği dönemin mü'minlerinden yalnızca Hz. Zeyd bin
Sâbit'in adı, kâfirlerden ise yalnızca Peygamber'in amcası Ebû Leheb'in adı
geçer. Bunun dışında Kur'an, hep isme değil; eyleme vurgu yapar. Hatta tarihî
kıssalarda kullanılan "nemrut", "firavun" gibi isimler dahi özel isim değil;
"sultan, kral, başkan, han, hakan" gibi cins isimlerdir. Çünkü isimler ayırır,
ihtilâfı çoğaltır ve dikkatleri dağıtır. Tarihsel mekânlar, insanlar ve
zamanları öne çıkarmak dikkatleri dağıtırdı ki, çağlarüstü bir mesaj olan Kur'an
buna meydan vermemiştir.

Ender durumlar dışında Kur'an rakam da vermez.
Örneğin cehennem kapıcılarının sayısı konusunda "üzerinde on dokuz vardır."
(74/Müddessir, 30) âyetiyle rakam verir ve ardından şöyle ilginç bir uyarıda
bulunur: "...Biz onların sayısını bir fitne kıldık." (74/Müddessir, 31)
Bu fitnenin nasıl bir sınav olduğunu da 19'culuk akımıyla hepimiz bir kez daha
öğrenmiş oluruz.

c- Kur'an nefy ve isbat yöntemini çok kullanır.
Nefy kötüyü, bâtılı ve yalanı boşa çıkarma; isbat ise iyiyi, hakkı ve doğruyu
onun yerine getirme işlemidir. Bunun en güzel örneği kelime-i tevhiddir.
Kur'an'da "lâ ilâhe illâ hû" formunda geçer (2/Bakara, 163, 255; 3/Âl-i İmran,
2, 618; 4/Nisâ, 87...). "Lâ ilâhe: Hiçbir ilâh yoktur"
nefydir ve enkazı temizler; "illâllah: Yalnızca Allah vardır" isbattır ve
yanlışın enkazının yerine doğruyu bina eder. Bu Kur'anî üslûp, bir fikri
muhataba aktarmanın en güzel ve en tutarlı yöntemidir. Önce yanlışın
yanlışlığını tespit edip onu gasbettiği doğrunun makamından indirmek; sonra da
oraya zaten oranın hakiki sahibi olan doğruyu çıkarmak.

d- Kur'an bir hakikati muhatabına aktarırken onu
üç zamana birden götürür: Hal, mâzi ve istikbal. Medenî hal ya da beşerî
münasebetle ilgili bir âyetin birden bire halden istikbale geçip âhireti
hatırlatması Kur'an'da çok sık rastlanılan bir özelliktir. Bu şekilde insan,
duygu ve düşünce dünyasında üç zamanı birden yaşar; zihni, düşüncenin ufuklarına
kanat çırpar; yüreği, fırıl fırıl dönen bir radar gibi hal, mâzi ve istikbal
arasında döner durur. Bu üslûp insanı ışık hızının dahi topuğuna ulaşamadığı bir
hızla zaman-mekân yolculuğuna çıkarır. Ve hatta öyle bir an gelir ki artık ne
zaman kalır ne mekân. İşte bu ruh hali Kur'an'ın insanda uyandırmaya çalıştığı
ruh halinin en Yüce basamağıdır. O hal, O'nu kendine şah damarından daha yakın
hissetme halidir; o hal, evrensel insan olma halidir; o hal, aynı anda hem hal
hem bitimsiz bir mâzi ve hem de ebedî bir istikbal olma halidir.

e- Kur'an, şiire ve şaire meydan okuyan bir
metin olarak tüm söz sanatlarını en usta bir biçimde kullanır. O bir şiir
değildir, bu kesin; o şiirin çok fevkinde bir şeydir. Onda her türlü mecaz,
teşbih, istiâreye rastlamak mümkündür. Onda mecaz olmadığını iddia etmek onu
Yüceltmez. Belki tersine bilmeden ona karşı yapılmış bir haksızlık demeye gelir.
Onda mecaz, teşbih ve istiâre gibi söz sanatlarının olması onun muhkemliğine bir
zaaf getirmez ve kimse tarafından da böyle yorumlanamaz. O söz sanatlarını
mesajın gerçekliğini zayıflatmak amacıyla değil; mesajı aracı kıldığı dilin tüm
imkânlarını kullanarak muhatabına daha kolay ulaştırmak amacıyla istihdam eder.