Tebliğ .
Tebliğ
Tebliğ
Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma,
sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere
duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına
çalışma. "Be-le-ğa" fiilinden "tef'îl" bâbında masdardır. Çoğulu "teblîğât"tır.
Tebliğ, Kur'an'da "belâğ" kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ
masdar, belâğ ise isim olarak onküsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde
ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.),
muhâtabı ise, insandır.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların
gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:
"Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur." (5/Mâide, 67).
Bu görev yalnız Hz. Muhammed (s.a.s.)'e verilmemiş, diğer peygamberlere de
verilmiştir (7/A 'râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23).
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu
vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ
vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah'a bırakmışlardır: "Peygambere
düşen, sadece tebliğ yapmaktır" (5/Mâide, 99). (Bu konu ile ilgili olarak
bkz. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra'd, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54;
29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12)
Allah'tan aldıkları mesajları, muhatabı olan
insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara
katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. "(Önce) en yakın
akrabanı uyar" (26/Şuarâ, 214) âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk
tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa
tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O'nun etrafında toplandı. Onlara, "Şu
dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?" diye sorunca, halk,
"Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık" cevabını verdi. "Öyle ise
size şiddetli bir azâbı haber veriyorum" deyince, amcası Ebû Leheb hakaret
ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet
sûresi nâzil oldu (Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü'n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251).
Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine
getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman
yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu
hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde
bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah'ın yoluna dâvet
etmek Allah'ın, Kur'an'a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir: "(Ey
Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücâdele et" (16/Nahl, 125).
Bu âyette söz konusu olan "hikmet" ve
"güzel öğüt", tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet,
kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne
yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde
bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir.
"Güzel öğüt" ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil,
aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır .Bu âyette geçen
"Onlarla en güzel şekilde mücadele et" emri de, tebliğ vazifesini ciddi
bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir
dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve
mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna
etmeye çalışmalıdır (el-Kurtubî, el-Câmiu l'i-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, X,
200; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî,
el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167).
Kur'an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması
açısından büyük önem taşıyan tebliği "büyük cihad (cihad-ı ekber)" olarak
tanımlar: "Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur'an ile) onlara karşı büyük
cihâd et" (25/Furkan, 52). Bu âyetteki "büyük cihâd", İslâm davası
yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber
etmek ve Allah'ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de
tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan
daha büyük ve daha üstündür (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî,
Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir,
Mısır 1937, XXIV, 100).
Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında
ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar.
Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman
ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi,
bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Ebû Tâlib'in ölüm
zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû ûCehil ve
Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib'e: "Ey
amcacığım, 'Lâ-İlâhe İllallah' de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim"
buyurdu. Ebû Cehil: "Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib'in dininden vaz mı geçeceksin?"
dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû
Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib'in dini üzerinde olduğunu söyledi ve 'Lâ
İlâhe İllallah' demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): "Allah beni men
etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim" dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil
oldu: "Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra
(Allah'a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de
inananların yapacağı bir iş değildir" (9/Tevbe, 113). Ebû Tâlib hakkında da:
"(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsizn/doğru yola iletemezsin,
fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi
bilir." (28/Kasas, 56) âyeti nâzil oldu (Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk
b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222).
Ayrıca Kur'an, Allah'ın en büyük düşmanlarına
bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden,
lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi
gerektiğini vurgular: "(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun'a gidin, çünkü o azmıştır.
Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah'tan
korkar" (20/Tâhâ, 43, 44). Yüce Allah, Firavun'un imân etmeyeceğini elbette
biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli
hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve
kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum,
tebliğcileri de mes'uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz.
Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı
insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "İçlerinden bir
topluluk, "Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı
bir kavme hâlâ ne diye tebliğe bulunuyorsunuz?" dediler. Tebliğe devam edenler
şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki
kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle" (7/A'râf, 164).
Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına
delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın "ben bunu bilmiyordum" şeklinde
mazerette bulunmasını engeller (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34).
Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: "Tebliğ
vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi
farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz
değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve
takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli
değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu
güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya
başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler.
Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği
bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz
kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek
mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir (Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313).
Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm'ın
temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ
vazifemi yaptım mı?" diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca,
"Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!.." diyerek, bu
kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır (Ahmed Zeki Safve,
Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157).
Peygamber ve O'nun yolunda yürüyenlerin en
önemli görevi, Hakk'ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin
bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma,
bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah'a kul
olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır.
Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda
geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün
insanların vazifesidir. İslâm'da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve
kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya
çalışmak mecburiyetindedir.
Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de üzerinde önemle
durduğu "dâvet" ve "Emr bi'l-Ma'ruf ve Nehy ani'l-Münker" de, tebliğe yakın ve
onunla iç içe olan konulardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için
yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir (Tirmizî, Hudûd,
24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21). Buna göre tebliğ de,
Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti
ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de,
tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu
şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır (36/Yâsin, 21).
Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak
O'nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde
yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur'an, insanlara tebliğ
edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya
göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O'nun ümmetinin de, bu
vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. (6)
âTebliğ' kelimesi, bu şekliyle Kur'an'da fiil
halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Bir çoğunun reşid
olma yaşına ulaşması âbüluğ' çağına ulaştı, âbüluğa' erdi şeklinde söylenir
(12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En'âm, 152; 17/İsrâ, 34). Bu yaş güç ve kuvvete
ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber
için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir (46/Ahkaf,
15).
Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma,
varma anlamında (18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25), zaman olarak
belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında (2/Bakara/231, 232, 234; 6/En'âm,
124), yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında (19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40;
22/Hacc, 5; 40/Mü'min, 67), belli bir amaca ulaşma (18/Kehf, 61), bir şeyin bir
yere, bir duruma ulaşması anlamında (33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26)
kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen âbelíğ' kelimesi, en açık en etkileyici,
maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir (4/Nisâ, 63).
âBelâğat' güzel söz söyleme sanatıdır ki,
karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en
uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur'an, en üstün âfasâhat' (az sözle çok şey
anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir
mûcizedir.
Tebliğ'
Kur'an'da, Allah'ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır.
Bunun masdarı olan âbelağ' ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur'an'da âtebliğ'
kelimesi fiil halinde, âbelağ' ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi
gereken şey Allah'ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah'tır. Bütün nebiler bu
faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki
insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ
ulaştırılması gerekenler insanlardır.
âTebliğ' görevi aynı zamanda bütün
peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah'tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave
yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar.
Kur'an şöyle diyor: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ
et). Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni
insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete
eriştirmez." (5/Mâide, 67)
Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer
peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: "Size
Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum
ve sizin bilmediklerinizi Allah'tan biliyorum." (7/A'râf, 62). Aynı ifadeyi
Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi (7/A'raf,/68,
79, 93). Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir (33/Ahzâb,
39).
âTebliğ' ile görevli bütün nebiler, kendileri en
güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve
zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine,
eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam
ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine
karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük
zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve
uygun metodu kullanarak, Allah'tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya
çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu
uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara âhidayet'
yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya
çalıştılar.
Bütün zor şartlara rağmen âtebliğ' görevini
sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhí mesajı insanlara
ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en
mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah'ın mesajını
ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk
alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla
inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir
bekçi veya bir vekil değillerdi (6/En'âm, 107; 42/Şûrâ, 48). Şu âyet bunu daha
net bir şekilde ifade etmektedir: "Artık sen öğüt verip-hatırlat. Sen
yalnızca bir öğüt verici-hatırlatıcısın. Onlara âzor ve baskı' kullanacak
değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap
ile azaplandırır." (88/Ğâşiye, 21-24)
Peygamberlerin bütün gayretlerine,
hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz
çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ'dır (tebliğdir).
Kur'an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. "â¦Eğer teslim oldularsa, gerçekten
hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen âbelağ-duyurup
bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir." (3/Âl-i İmrân,
20). (Ayrıca bkz. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra'd, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12
vd.)
Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara
ârahmet' olarak gönderilen ilâhí vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle
insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla
ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya
kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların
tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah'ın izniyle o engel olanlarla
en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun
eğmek yoktur (25/Furkan, 52). Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler
yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar,
kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar
tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler
onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü'minlerle beraber bir
Islâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah'ın gönderdiği hükümlerle
yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.
Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır
dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi
en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli,
zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi
Kur'an'ın bir emridir, Kur'an bu konuda güzel bir örnek veriyor: "İkiniz
(Musa ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz
söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer-korkar." (20/Tâhâ,
43-44)
Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu,
tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden
görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca
inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve
ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Musa'nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini
anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır: "â¦Rabbinize karşı bir özür
için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler." (7/A'râf, 164)
Tebliğ
Zaman, yer ve nitelik açısından amaca ulaşma,
sona varma, nihâyete erme, resmî bir yazıyı, kararı halka veya ilgililere
duyurma, bildiri, beyanname, mesaj, bir dini başkalarına anlatma ve yayılmasına
çalışma. "Be-le-ğa" fiilinden "tef'îl" bâbında masdardır. Çoğulu "teblîğât"tır.
Tebliğ, Kur'an'da "belâğ" kelimesi ile aynı anlamda kullanılmıştır. Tebliğ
masdar, belâğ ise isim olarak onküsur yerde geçmektedirler. Bu kelimelerin ifâde
ettiği İlâhî mesajın sahibi Yüce Allah, aracı ve vâsıtası Hz. Muhammed (s.a.s.),
muhâtabı ise, insandır.
Tebliğ, peygamberlerin sıfatlarından ve onların
gerçek vazifelerindendir. Bu gerçeği ifâde eden bir ayetin meâli şöyledir:
"Ey elçi, Rabbinden sana indirileni tebliğ et/duyur. Eğer bunu yapmazsan, O'nun
elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur." (5/Mâide, 67).
Bu görev yalnız Hz. Muhammed (s.a.s.)'e verilmemiş, diğer peygamberlere de
verilmiştir (7/A 'râf, 62, 68, 79, 93; 46/Ahkaf, 23).
Tebliğ vazifesini yapan peygamberler, bu
vazifelerinde zorlayıcı herhangi bir yola başvurmamışlar, sadece tebliğ
vazifelerini yerine getirmişler ve sonucu Allah'a bırakmışlardır: "Peygambere
düşen, sadece tebliğ yapmaktır" (5/Mâide, 99). (Bu konu ile ilgili olarak
bkz. 3/Âl-i İmrân, 20; 5/Mâide, 92; 13/Ra'd, 40; 16/Nahl, 35, 82; 24/Nûr, 54;
29/Ankebût, 18; 36/Yâsîn, 17; 42/Şûrâ, 48; 64/Teğâbûn, 12)
Allah'tan aldıkları mesajları, muhatabı olan
insanlara tebliğ etmekle görevli olan peygamberler, bu yolda çeşitli sıkıntılara
katlanmışlar ve en güzel sabır örneğini göstermişlerdir. "(Önce) en yakın
akrabanı uyar" (26/Şuarâ, 214) âyeti nâzil olunca, Hz. Muhammed (s.a.s.) ilk
tebliği, evinde topladığı Abdülmuttaliboğullarına yaptı. Daha sonra Safa
tepesine çıkarak halka seslendi ve halk O'nun etrafında toplandı. Onlara, "Şu
dağın arkasında düşman var desem, bana inanır mısınız?" diye sorunca, halk,
"Evet, sana inanırız. Çünkü senden yalan duymadık" cevabını verdi. "Öyle ise
size şiddetli bir azâbı haber veriyorum" deyince, amcası Ebû Leheb hakaret
ifâde eden sözler sarfederek, onu susturdu. Bunun üzerine Hz. Peygamber
(s.a.s.)'in tebliğini engellemeye çalışan Ebû Leheb ve hanımı hakkında Tebbet
sûresi nâzil oldu (Abdülfettah el-Kâdî, Esbâbü'n-Nüzûl, Beyrut, (t.y.) s. 251).
Peygamberler, tebliğ vazifelerini yerine
getirirken, çeşitli sıkıntılarla karşılaşmışlardır. Ama hiç bir zaman
yollarından sapmamışlar ve dâvâlarında tâviz vermemişlerdir. Hayatları bu
hususta ibretli olaylarla doludur. Bu şekilde sabırla davranarak tebliğde
bulunmak, insanları hikmetli sözler ve güzel öğütlerle Allah'ın yoluna dâvet
etmek Allah'ın, Kur'an'a kulak veren her mümine İlâhî bir emridir: "(Ey
Muhammed) Sen (insanları) Rabbinin yoluna hikmet ve güzel öğütlerle çağır ve
onlarla en güzel şekilde mücâdele et" (16/Nahl, 125).
Bu âyette söz konusu olan "hikmet" ve
"güzel öğüt", tebliğ ile ilgilenen insanlar için çok önemlidir. Hikmet,
kişinin tebliğ sırasında dikkatli ve basiretli olması, bunu körü körüne
yapmamasıdır. Hikmet, hitabedilen kişinin zihin, yetenek ve şartlarını gözönünde
bulundurulmasını ve mesajın bunlara uygun bir şekilde iletilmesini gerektirir.
"Güzel öğüt" ise, kişinin muhatabını sadece mantıkî ikna metotlarıyla değil,
aynı zamanda duygularını cezbederek de inandırmaya çalışmasıdır .Bu âyette geçen
"Onlarla en güzel şekilde mücadele et" emri de, tebliğ vazifesini ciddi
bir şekilde yerine getirmeyi taleb etmektedir. Buna göre tebliğci, tatlı bir
dile sahip olmalı, tebliğde soylu bir davranış göstermeli, cezbedici, akla ve
mantığa uygun fikirleri öne sürmeli ve muhatabını en güzel bir şekilde ikna
etmeye çalışmalıdır (el-Kurtubî, el-Câmiu l'i-Ahkâmi'l-Kur'ân, Kahire 1967, X,
200; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir, Mısır 1937, XX, 138 v.d.; ez-Zemahşerî,
el-Keşşâf, Kahire 1977, III, 167).
Kur'an, İlâhî mesajın insanlara ulaştırılması
açısından büyük önem taşıyan tebliği "büyük cihad (cihad-ı ekber)" olarak
tanımlar: "Kâfirlere boyun eğme ve bununla (bu Kur'an ile) onlara karşı büyük
cihâd et" (25/Furkan, 52). Bu âyetteki "büyük cihâd", İslâm davası
yolunda elden geleni yapmak, bu dava için bütün imkân ve kaynakları seferber
etmek ve Allah'ın adını Yüceltmek için tebliğde bulunmak demektir. Gerçekten de
tebliğ suretiyle cihadda bulunmak, düşmana karşı silahla cihatda bulunmaktan
daha büyük ve daha üstündür (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Kahire 1977, IV, 125; el-Beydâvî,
Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl, Mısır 1955, II, 73; er-Razî, et-Tefsiru'l-Kebir,
Mısır 1937, XXIV, 100).
Tebliğ ile meşgul olanlar, insanlar arasında
ayırım yapmadan, genç ihtiyar, kadın erkek, herkese tebliğde bulunmalıdırlar.
Ölüm döşeğinde olan insana bile, İslâm tebliğ edilmelidir. Çünkü o, iman
ettikten sonra vefât ederse, âhireti kurtarılmış olur. Her hususta olduğu gibi,
bu hususta da en güzel örnek, Hz. Muhammed (s.a.s.)'dir. Ebû Tâlib'in ölüm
zamanı gelince, Rasûlullah (s.a.s.) onun yanına geldi. Orada Ebû ûCehil ve
Abdullah b. Ebî Ümeyye de vardı. Hz. Peygamber (s.a.s.) Ebû Tâlib'e: "Ey
amcacığım, 'Lâ-İlâhe İllallah' de, bununla Allah katında sana şehâdet edeyim"
buyurdu. Ebû Cehil: "Yâ Ebâ Tâlib, Abdülmuttalib'in dininden vaz mı geçeceksin?"
dedi. Rasûlullah (s.a.s.) amcasına tebliğde bulunmaya devam etti. Fakat Ebû
Tâlib, ona son söz olarak Abdülmuttalib'in dini üzerinde olduğunu söyledi ve 'Lâ
İlâhe İllallah' demekten çekindi. O zaman Hz. Muhammed (s.a.s.): "Allah beni men
etmediği müddetçe, senin için duâ edeceğim" dedi. Bunun üzerine şu âyet nâzil
oldu: "Akraba bile olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra
(Allah'a) şirk/ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de
inananların yapacağı bir iş değildir" (9/Tevbe, 113). Ebû Tâlib hakkında da:
"(Ey Muhammed), Sen, sevdiğini hidâyete erdiremezsizn/doğru yola iletemezsin,
fakat Allah, dilediğini doğru yola iletir. O, yola gelecek olanları daha iyi
bilir." (28/Kasas, 56) âyeti nâzil oldu (Müslim, iman, 9; Muhammed b. İshâk
b. Yesar, Sîretu İbn İshâk, Konya 1980, 222).
Ayrıca Kur'an, Allah'ın en büyük düşmanlarına
bile tebliğin götürülmesini emreder. Hem de onları kırmadan, ezmeden,
lânetlemeden ve onlara öfkelenmeden bu vazifelerinin yerine getirilmesi
gerektiğini vurgular: "(Ey Mûsâ ve Hârun!) Firavun'a gidin, çünkü o azmıştır.
Ona yumuşak ve tatlı bir sözle tebliğde bulunun. Belki öğüt alır veya Allah'tan
korkar" (20/Tâhâ, 43, 44). Yüce Allah, Firavun'un imân etmeyeceğini elbette
biliyordu. Ama yine ona tebliğin yapılmasını emretmiştir. Bunda çeşitli
hikmetler vardır. İnanan insanların tebliğ vazifelerini yerine getirmeleri ve
kendisine tebliğin ulaşmadığı hiç kimsenin kalmaması gerekir. Bu durum,
tebliğcileri de mes'uliyetten kurtarır. Nitekim Yüce Allah başka bir âyette, Hz.
Mûsâ ve ona bağlı olanların tebliğe ısrarla devam etmelerini faydasız gören bazı
insanlardan söz ederken, şöyle bir açıklamada bulunmuştur: "İçlerinden bir
topluluk, "Allah'ın helâk edeceği yahut şiddetli bir şekilde azaba uğratacağı
bir kavme hâlâ ne diye tebliğe bulunuyorsunuz?" dediler. Tebliğe devam edenler
şu cevabı verdiler: Rabbiniz huzurunda özür beyanı yüzünden, bir de belki
kendilerine gelir, korunurlar ümidiyle" (7/A'râf, 164).
Bu durum, tebliğcinin görevini savsaklamadığına
delil olur ve kendisine tebliğ yapılanın "ben bunu bilmiyordum" şeklinde
mazerette bulunmasını engeller (ez-Zemahşerî, el-Keşşâf, Mısır (t.y), IV, 34).
Merhum müfessir Elmalılı, bu âyeti açıklarken şöyle buyurmuştur: "Tebliğ
vazifesini yerine getirme, herkese son nefesine varıncaya kadar bir nevi
farzdır. Bununla beraber, dünyada hiç bir-hususta ümitsizliğe düşmek caiz
değildir. Her ne kadar günahkâr olurlarsa olsunlar, insanların tövbe ve
takvasını arzu ve ümit etmek de bir vazifedir. İnsanlığın hali sürekli
değişmededir ve kader sırrı meydana gelişinden önce bilinmez. Ne bilirsiniz, bu
güne kadar hiç söz dinlemeyen bu insanlar belki yarın dinleyiverir ve sakınmaya
başlar, bütün bütün sakınmazsa, belki biraz sakınır ve bu sayede azabı hafifler.
Her halde tebliğde bulunup öğüt vermek, tebliği terk etmekten evlâdır. Tebliği
bütünüyle terk etmekte ise, hiç bir ümit yoktur. Hiç bir mukavemete maruz
kalmayan fenalık daha süratle yayılır. Herhangi bir fenalığın aslını silmek
mümkün olmasa da hızını azaltmaya çalışmak da göz ardı edilmemelidir (Elmalılı
Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul 1971, IV, 2313).
Hz. Peygamber (s.a.s.) vedâ hutbesinde İslâm'ın
temel prensiplerini tebliğ ettiği zaman, sık sık hazır olanlara: "Tebliğ
vazifemi yaptım mı?" diye sormuş. Onlardan olumlu cevap alınca,
"Allah'ım, sen benim tebliğ vazifemi yaptığıma şahid ol!.." diyerek, bu
kutsal vazifeyi yerine getirmenin sevincini yaşamıştır (Ahmed Zeki Safve,
Cemheretu Hutubi'l-Arab, Mısır 1962, 1, 157).
Peygamber ve O'nun yolunda yürüyenlerin en
önemli görevi, Hakk'ı tebliğdir. Her Müslüman bu konuda görevlidir. Müminlerin
bu husustaki görevlerini yerine getirmeleri farzdır. İslâm; sürtüşme, tartışma,
bölünme ve parçalanma dini değildir. Onun ruhunda ve mayasında ancak Allah'a kul
olmanın derin manası, birbirimize kardeş olmanın yüksek anlamı yatmaktadır.
Dinde kula kul olma basiretsizliği yoktur. Günümüzün tebliğ metodu bu doğrultuda
geliştirilmelidir. İslâm dininde tebliğ, belli bir sınıfın değil, inanan bütün
insanların vazifesidir. İslâm'da sınıf ayırımı yoktur. Her kişi, kendi bilgi ve
kültür seviyesine göre, başkalarına tebliğde bulunup onları şuurlandırmaya
çalışmak mecburiyetindedir.
Yüce Allah'ın Kur'an-ı Kerim'de üzerinde önemle
durduğu "dâvet" ve "Emr bi'l-Ma'ruf ve Nehy ani'l-Münker" de, tebliğe yakın ve
onunla iç içe olan konulardır.
Hz. Muhammed (s.a.s.), Allah rızâsı için
yapılmayan her şeyin bâtıl ve faydasız olduğunu haber vermiştir (Tirmizî, Hudûd,
24, Fiten, 59, Zühd, 21; İbn Mace, Hudûd, 12, Zühd, 21). Buna göre tebliğ de,
Allah rızâsı için yapılmalıdır. Herhangi bir maddî veya manevî menfaat niyeti
ile yapılan tebliğin hiç bir faydası olmaz. Yüce Allah da Kur'ân-ı Kerim'de,
tebliğin herhangi bir karşılık beklemeden, Allah rızâsı için yapılmasını ve bu
şekilde yapılan tebliği dinlemenin gerektiğini açıklamıştır (36/Yâsin, 21).
Her şeyi Allah rızâsı için yapan, gâye olarak
O'nun rızâsını seçen ve bu yolda tebliğ vazifesini de bilinçli bir şekilde
yerine getiren bir toplum, mutluluğun sırrına erer. Kur'an, insanlara tebliğ
edilmek üzere indirilmiştir. Hz. Muhammed (s.a.s), bu yolda her türlü sıkıntıya
göğüs gererek, gerektiği gibi bu vazifeyi yerine getirdi. O'nun ümmetinin de, bu
vazifeyi sadece Allah rızâsı için ve hakkıyla yerine getirmesi gerekir. (6)
âTebliğ' kelimesi, bu şekliyle Kur'an'da fiil
halinde ve diğer türevleri olarak sık sık kullanılmaktadır. Bir çoğunun reşid
olma yaşına ulaşması âbüluğ' çağına ulaştı, âbüluğa' erdi şeklinde söylenir
(12/Yusuf, 22; 24/Nûr, 59; 6/En'âm, 152; 17/İsrâ, 34). Bu yaş güç ve kuvvete
ulaşma, kişinin kendi işini kendi görebileceği yaşa varma zamanıdır. Peygamber
için kullanıldığı zaman onların kırk yaşına ulaşmaları kast edilir (46/Ahkaf,
15).
Aynı fiil yer bakımından bir mekâna ulaşma,
varma anlamında (18/Kehf, 86, 90, 93; 17/İsrâ, 37; 48/Fetih, 25), zaman olarak
belli bir sürenin sonuna ulaşma anlamında (2/Bakara/231, 232, 234; 6/En'âm,
124), yaşlanma, ömrün sonuna gelme mânâsında (19/Meryem, 8; 3/Âl-i İmrân, 40;
22/Hacc, 5; 40/Mü'min, 67), belli bir amaca ulaşma (18/Kehf, 61), bir şeyin bir
yere, bir duruma ulaşması anlamında (33/Ahzâb, 10; 56/Vâkıa, 83; 75/ Kıyâme, 26)
kullanılmaktadır. Aynı kökten gelen âbelíğ' kelimesi, en açık en etkileyici,
maksada en uygun, noksansız ve güzel söz demektir (4/Nisâ, 63).
âBelâğat' güzel söz söyleme sanatıdır ki,
karşıdaki kimsenin durumuna göre, tam yerinde, düzgün ve etkileyici, maksada en
uygun söz söyleme sanatı demektir. Kur'an, en üstün âfasâhat' (az sözle çok şey
anlatma) ve belâğat sanatına sahiptir, bu bakımdan benzeri olmayan bir
mûcizedir.
Tebliğ'
Kur'an'da, Allah'ın vahyinin insanlara ulaştırılması anlamında kullanılmaktadır.
Bunun masdarı olan âbelağ' ise ulaştırma, ulaştırı demektir. Kur'an'da âtebliğ'
kelimesi fiil halinde, âbelağ' ise masdar olarak geçmektedir. Tebliğ edilmesi
gereken şey Allah'ın vahyidir ve bu vahyin sahibi de Allah'tır. Bütün nebiler bu
faaliyette bir aracıdırlar. Onlar, kendilerine vahyedilen şeyi çevrelerindeki
insanlara aktarmak ve ulaştırmakla sorumludurlar. Tebliğin muhatabı, tebliğ
ulaştırılması gerekenler insanlardır.
âTebliğ' görevi aynı zamanda bütün
peygamberlerin bir sıfatıdır. Onlar, Allah'tan aldıkları vahyi, hiç bir ilave
yapmadan, hiç bir şey çıkarmadan, en güzel bir şekilde insanlara ulaştırırlar.
Kur'an şöyle diyor: "Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni duyur (tebliğ
et). Eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni
insanlardan koruyacaktır. Şüphesiz Allah, kafir olan bir topluluğu hidayete
eriştirmez." (5/Mâide, 67)
Peygamberlerin Tebliğ Görevi: Aynı görev diğer
peygamberlere de verilmiştir. Meselâ Nûh (a.s.) kavmine diyor ki: "Size
Rabbimin risâletini (İlâhî mesajı) tebliğ ediyorum. Ayrıca size öğüt veriyorum
ve sizin bilmediklerinizi Allah'tan biliyorum." (7/A'râf, 62). Aynı ifadeyi
Hz. Hûd (a.s.) da, Sâlih (a.s.) de, Şuayb (a.s.) da söylemişlerdi (7/A'raf,/68,
79, 93). Bütün peygamberler bu görevi hakkıyla yerine getirmişlerdir (33/Ahzâb,
39).
âTebliğ' ile görevli bütün nebiler, kendileri en
güzel örnek olmak üzere, her türlü zor şartlara, zorba ve azgınların alay ve
zulümlerine; insanların yüz çevirmelerine, kendilerine sıkıntı vermelerine,
eziyetin ve baskının her çeşidini denemelerine rağmen; bu görevlerine devam
ettiler. Onlar, tebliğ faaliyetlerinde yılmadılar, usanmadılar. Kendilerine
karşı çıkanların tehdit ve baskılarına aldırmadılar. Tarihin kaydettiği en büyük
zorba kişi ve sistemlerine karşı çekinmeden mücadele ettiler. Her türlü güzel ve
uygun metodu kullanarak, Allah'tan uzaklaşıp günahkâr olan insanlara ulaşmaya
çalıştılar. Yorgunluklara, sıkıntılara, eziyetlere dayandılar, hatta kimileri bu
uğurda canlarını bile verdiler. Sözleriyle ve ahlâklarıyla insanlara âhidayet'
yolunu gösterdiler. Onları şirkin ve isyanın öldürücü etkisinden kurtarmaya
çalıştılar.
Bütün zor şartlara rağmen âtebliğ' görevini
sürdüren peygamberlerin görevi yalnızca vahyi, ilâhí mesajı insanlara
ulaştırmaktı. Onlar, metodun en güzelini ve etkilisini, davranışın en
mükemmelini, takvanın en Yücesini göstererek, insanlara Allah'ın mesajını
ulaştırdılar. Onların görevi sadece bu idi. Bundan ötesi onların sorumluluk
alanına girmiyordu. Yani onlar, tebliğ ettikleri şeylere insanları zorla
inandıran veya zorla itaat ettiren kimseler değildi. Onlar insanlar üzerinde bir
bekçi veya bir vekil değillerdi (6/En'âm, 107; 42/Şûrâ, 48). Şu âyet bunu daha
net bir şekilde ifade etmektedir: "Artık sen öğüt verip-hatırlat. Sen
yalnızca bir öğüt verici-hatırlatıcısın. Onlara âzor ve baskı' kullanacak
değilsin. Ancak kim yüz çevirir ve küfre saparsa; İşte Allah, onu en büyük azap
ile azaplandırır." (88/Ğâşiye, 21-24)
Peygamberlerin bütün gayretlerine,
hatırlayıp-öğüt vermelerine, uyarıp-korkutmalarına rağmen, insanlar yine de yüz
çevirip iman etmezlerse, peygamberlere düşen apaçık bir belağ'dır (tebliğdir).
Kur'an bu gerçeği sık sık vurgulamaktadır. "â¦Eğer teslim oldularsa, gerçekten
hidâyete ermişlerdir. Fakat yüz çevirdilerse, artık sana düşen âbelağ-duyurup
bildirmedir (tebliğdir). Allah kullarını hakkıyla görendir." (3/Âl-i İmrân,
20). (Ayrıca bkz. 5/Mâide, 92, 99; 13/Ra'd, 40;. 36/ Yasin/17; 64/Teğâbün, 12
vd.)
Merhamet sahibi Allah tarafından insanlara
ârahmet' olarak gönderilen ilâhí vahy, yine rahmet sahibi elçiler eliyle
insanlara, yumuşaklık, hoşgörü, fedakârlık, sabır, dayanma ahlâkıyla
ulaştırıldı. Elçiler bu noktada kimseye baskı yapmaya, kimseyi zorlamaya
kalkmadılar. Zaten böyle bir şey tebliğ faaliyetine terstir. Ancak, onların
tebliğine engel olunursa o zaman da nebiler Allah'ın izniyle o engel olanlarla
en güzel mücadeleyi yapmışlardır. Bu noktada inkârcıların baskılarına boyun
eğmek yoktur (25/Furkan, 52). Şunu da hatırlatmak gerekir ki, peygamberler
yalnızca vahyi açıklayıp bırakan birer postacı değillerdir. Belki onlar,
kendilerine tebliğ edildiği halde inanmayanlara karışmazlar. Ancak inkârcılar
tebliğe engel olurlarsa ve müslümanlara zarar vermeye kalkışırlarsa peygamberler
onlarla cihad ederler. Onlar ayrıca kendilerine inanan mü'minlerle beraber bir
Islâm ümmeti (toplumu) kurarlar ve o toplumu Allah'ın gönderdiği hükümlerle
yönetirler ve her açıdan insanlara örnek olurlar.
Tebliğ vahyin mesajını insanlara ulaştırmaktır
dedik. Bu görev öncelikli olarak seçilmiş elçilerin görevidir. Onlar bu görevi
en uygun bir metodla, amaca en uygun bir yolla yaparlar. Hatta en katı yürekli,
zâlim ve zorba, hidayete gelme ihtimali olmayanlara bile tebliğ edilmesi
Kur'an'ın bir emridir, Kur'an bu konuda güzel bir örnek veriyor: "İkiniz
(Musa ve Harun) firavuna gidin, çünkü o, azmış bulunmaktadır. Ona yumuşak söz
söyleyin, umulur ki öğüt alıp-düşünür ya da içi titrer-korkar." (20/Tâhâ,
43-44)
Böylelerine tebliğ etmek anlamsız değildir. Bu,
tebliğin hedefi bakımından yapılması gereken bir şeydir. En azından tebliğ eden
görevini yapmış, tebliğ edilenin de bir mazereti, bahanesi kalmamış olur. Ayrıca
inkârcı ve günahkâr insanların tevbe etmelerini, iyi insan olmalarını arzu ve
ümit etmek son derece güzeldir. Hz. Musa'nın ısrarlı tebliğ faaliyetlerini
anlamayanlara verilen cevap bunu açıklamaktadır: "â¦Rabbinize karşı bir özür
için ve bir ihtimal sakınabilirler, diye, dediler." (7/A'râf, 164)
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER ..
- Emr-i Bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
- Ma'rûf Nedir? .
- Münker
- Din, Münkerleri Hoş Görmez
- Kur'ân-ı Kerim'de Emr-i Bi'l-Ma'ruf
- Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi'l-Ma'rûf
- Tebliğ .
- Tebliğ Görevi ve Tebliğ Metodu
- Sanat ve Tebliğ .
- Dâvet; Hakka Çağrı
- Dâvetin Alanı
- Dâvetin Metodu
- Dâî/Dâvetçi
- Vaaz .
- Nasihat
- Olumsuz Anlamıyla Nasihat
- Din Nasihattır
- İrşâd .
- Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib .
- Muhtesib .
- Sözü, İnsanları Allah'a Çağırmakla Güzelleştirebiliriz .
- Dâvet ve Tebliğ Usûlü .
- Sözlerin En Güzeli Olan Kitap'ta "En Güzel Söz" Diye Tanımlanan "Dâvet"in Usûlü
- Rasûlullah ve Güzel Söz
- Tebliğcinin Meslekleri a- Tebliğci, doktor olmalıdır.
- b- İtfaiyeci olmalıdır.
- c- Cankurtaran olmalıdır.
- d- Asker ve polis olmalıdır.
- e- Hoca, vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır.