Emr-i Bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
Emr
Emr-i Bi'l-Ma'rûf
ve Nehy-i Ani'l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l-Münker;
İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklayıp ondan alıkoyma demektir.
Ma'rûf, şerîatın emrettiği; münker de, şerîatın
yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye
ma'rûf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de
münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).
Yani ma'rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak;
münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı
Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 2/232).
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Sizden, hayra da'vet
eden, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü
men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (3/Âl-i
İmrân, 104) buyurulmaktadır. Bu âyetle ma'rûfun emredilmesi ve münkerden
menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm ulemâsı bu görevi
ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını,
ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr
olacağını söylemiştir (Elmalılı, a.g.e., II/1155).
Başka bir âyet-i kerîmede Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz; çünkü emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapar ve Allah'a iman
edersiniz." (3/Âl-i İmrân, 110)
Mü'minler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve
iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir ümmettir. Bu
toplumun korunması için bu âyetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe,
doğruluğa, güzelliğe çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna
gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle
ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.'' (Müslim, İman 78;
Tirmizî Fiten 1I; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20)
Ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak
sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya
koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder
kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap
gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez." (Ebû Dâvûd,
Melâhim 16; Tirmizî, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388). Şu âyet de ibretle
düşünmeyi gerektirmektedir: "...Onlar, (İsrâiloğulları) birbirlerine hiçbir
münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..."
(5/Mâide, 78-79). Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, mü'minlerin
karşısında münkeri emreden, ma'rûfu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve
yasaklarına karşı çıkarak emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir
(bk. 9/Tevbe, 67).
Hz. Peygamber'in çeşitli buyruklarında
müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu
bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve
beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır
takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir
söz söylemek olduğu belirtilmektedir.
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten
menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama
biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar;
insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine
âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğunda bulmak
mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere
devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği
emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya
sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda
cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr
ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z
Zevâid, VII/271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; fıkıh
kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin
hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (A.g.e., VII/286); ''(Bu
durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur,
iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak
ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II/68-78).
Ma'rûfun emredilmeyip, münkerden alıkonulmayan
toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı
Kur'ân-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (Meselâ bkz. 7/A'râf, 163 vd.).
İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü
kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl faydası olan korkunun
Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin
eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı
belâya atılmanın da câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II/141 vd.).
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm
ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana
gelir. Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi
sorunudur. Meselâ mevcut Tevrat'ta, "Rab, Kabil'e sordu: 'kardeşin nerede?' O
da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifâde vardır (Tevrat,
Tekvin, 4/9).
Ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak görevini
İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere
bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst edebilirler, kavram ve değer
kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın
âhirette hesap vereceğini bilmesi şuurudur. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar:
Ma'rûf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmakta
iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed
bin Hanbel, Müsned, II/144). Yani müslümanların her münker toplumunu ma'rûf
toplum, İslâm hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır.
Çağdaş demokratik laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele
olarak görürler ve İslâm'ın ma'rûf - münker ilkesinin sadece ahlâkî bir mesele
olduğunu iddiâ ederler. Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Rasûlunün emir
ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline
dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler
birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman
ma'rûfu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker
toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk
geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda
iseniz dalâlette olanlar/sapıtanlar size zarar veremezler" (5/Mâide, 105).
Çağdâş toplumla, müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Rasûlüne itaat
edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar.
Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye
uğramaz, ma'rûfun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir:
Ma'rûf, ne salt ahlâkçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan
haklarının geçirilmesidir. Ma'rûf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir. Münker de,
aslı itibarıyla veya ahlâkî açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla
İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik
rejimlerde ve şartlarda yasayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun
tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir. "Size peygamber neyi verdiyse onu
benimseyiniz..." (59/Haşr, 7).
Gerçek ma'rûf-münker görevi, en başta insanın
kendisinden başlayarak yapılır (Bk. 2/Bakara, 44). Bazı insanlar her devirde,
Rasûle itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler,
kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı
okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz?
Düşünmez misiniz?" (2/Bakara, 44). İyiliği emredip kendileri yapmayanlar
için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir
(İbn Kesir, I/8).
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle
çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz
söylemektir (16/Nahl, 125; 20/Tâhâ, 43).
Sonuçta ma'rûfun emredilmesi, münkerin
yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve
ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda
savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir dâvet çalışmasını
gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı
düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere
karşı tek geçerli dâvet metodu Rasûlullah'ın sünnetidir. Bunu ancak
Rasûlullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz,
hattâ bir muhtesib (emr-i bi'l-ma'rufla ilgili hisbe teşkilâtında görevli) gibi
davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle
ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi
iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir"
denilerek İslâmî hareket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O
sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise ma'rûfun
emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık
yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen
bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira
bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri
herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük
günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir
(İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker
bölümü). Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen
Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun
bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mu'tezile
ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul
ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını
savunmuştur.
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste
şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Rasûlune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz
iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça
menedemez miyiz?' diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Siz
iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından
sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî). Hz. Lokman'ın oğluna
öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı
gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet
edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir."
(31/Lokman, 17). (1)
Emr-i Bi'l-Ma'rûf
ve Nehy-i Ani'l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
Emr-i bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l-Münker;
İyiliği emretme ve kötülüğü yasaklayıp ondan alıkoyma demektir.
Ma'rûf, şerîatın emrettiği; münker de, şerîatın
yasakladığı şey demektir. Başka bir deyimle Kur'an ve sünnete uygun düşen şeye
ma'rûf; Allah'ın râzı olmadığı, inkâr edilmiş, haram ve günah olan şeye de
münker denilir (Râğıb el-İsfahânı, el-Müfredât, s.505; M. Hamdi Yazır, Hak Dini
Kur'an Dili, IV, 2357-2358; V, 3118).
Yani ma'rûfu emretmek, iman ve itaate çağırmak;
münkerden nehyetmek de, küfür ve Allah'a başkaldırmaya karşı durmaktır (Kadı
Beydâvî, Envârü't-Tenzîl, 2/232).
Kur'ân-ı Kerîm'de, "Sizden, hayra da'vet
eden, emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapan (iyiliği emredip kötülüğü
men eden) bir topluluk bulunsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (3/Âl-i
İmrân, 104) buyurulmaktadır. Bu âyetle ma'rûfun emredilmesi ve münkerden
menedilmesi işi bütün İslâm ümmetine farz kılınmıştır. İslâm ulemâsı bu görevi
ümmet içinden bir grubun yapmasıyla diğerlerinden sorumluluğun kalkacağını,
ancak hiç kimsenin yapmaması halinde bütün müslümanların sorumlu ve günahkâr
olacağını söylemiştir (Elmalılı, a.g.e., II/1155).
Başka bir âyet-i kerîmede Yüce Allah şöyle
buyurmaktadır: "Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı
ümmetsiniz; çünkü emr-i bi'l-ma'rûf ve nehy-i ani'l-münker yapar ve Allah'a iman
edersiniz." (3/Âl-i İmrân, 110)
Mü'minler, dünyadaki en hayırlı toplumdur ve
iyiliği emreden, kötülükten alıkoyan en güzel ahlâkla yetişmiş bir ümmettir. Bu
toplumun korunması için bu âyetlerle dinin en önemli ilkeleri olan iyiliğe,
doğruluğa, güzelliğe çağırmak emredilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle
buyurmuştur: "Sizden kim bir kötülük görürse onu eliyle değiştirsin; buna
gücü yetmezse diliyle onun kötülüğünü söylesin; buna da gücü yetmezse kalbiyle
ona buğzetsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir.'' (Müslim, İman 78;
Tirmizî Fiten 1I; Nesâî, İman 17; İbn Mâce, Fiten 20)
Ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak
sorumluluğunun ağır bir yük olduğunu Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğu ortaya
koymaktadır: "Bana hayat bahşeden Allah'a andolsun ki, siz ya iyiliği emreder
kötülükten alıkoyarsınız ya da Allah kendi katından sizin üzerinize bir azap
gönderir. O zaman duâ edersiniz, fakat duânız kabul edilmez." (Ebû Dâvûd,
Melâhim 16; Tirmizî, Fiten 9; Ahmed bin Hanbel, V/388). Şu âyet de ibretle
düşünmeyi gerektirmektedir: "...Onlar, (İsrâiloğulları) birbirlerine hiçbir
münkeri yasaklamadılar. Yemin ederiz ki yapmakta oldukları şey çok kötü idi..."
(5/Mâide, 78-79). Yine başkâ âyetlerde müşriklerden başka, mü'minlerin
karşısında münkeri emreden, ma'rûfu yasaklayan, böylelikle Allah'ın emir ve
yasaklarına karşı çıkarak emredilenin tam tersini yapan münâfıklar da zikredilir
(bk. 9/Tevbe, 67).
Hz. Peygamber'in çeşitli buyruklarında
müslümanların her birinin birer çoban olduğu, elleri altındakilerden sorumlu
bulunduğu, mü'minler arasında canlı ve sürekli bir toplumsal birliktelik ve
beraberliğin olması, dâima zayıfın hakkının güçlüden alınmasından yana tavır
takınılması, cihadın en faziletlisinin zâlim bir devlet başkanına karşı hak bir
söz söylemek olduğu belirtilmektedir.
Bir toplumda ma'rûfu emreden, kötülükten
menedenler olmazsa giderek münker olan işler bírer kural haline, bir yaşama
biçimi haline gelirler. Şeytanlar hak ile bâtılı karıştırır, doğruyu bozarlar;
insanlara Allah'ı unuttururlar. Böyle bir toplumda müslümanın tavrını yine
âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu buyruğunda bulmak
mümkündür:
"Sizde iki sarhoşluk ortaya çıkmadıkça Allah tarafından gelen hak din üzere
devam edersiniz: Cehâlet sarhoşluğu ve dünyaya aşırı düşkünlük. Siz iyiliği
emreder, kötülüğe engel olur ve Allah yolunda cihad ederken içinizde dünya
sevgisi oluşuverince iyiliği emretmez, kötülüğe engel olmaz ve Allah yolunda
cihadı bırakırsınız. O gün Kitap ve sünnetin emirlerini yaymaya çalışanlar Ensâr
ve Muhâcirlerden İslâm'a ilk giren kimseler gibidirler'' (Bezzâr, Mecmau'z
Zevâid, VII/271); "İyileriniz zâlimlerinize yardakçılık eder; fıkıh
kötülerinizin, saltanat da küçüklerinizin eline geçer. İşte o zaman fitnenin
hücumuna uğrar ve birbirinize düşersiniz" (A.g.e., VII/286); ''(Bu
durumda ise) açık günahlar herkese zarar verir, kötüler iyilere musallat olur,
iyilerin de kalbi mühürlenir, lânetlenirler. Fitne günlerinde ise sabırlı olmak
ateşi kor halinde elde tutmak gibidir" (Kenzü'l-Ummâl, II/68-78).
Ma'rûfun emredilmeyip, münkerden alıkonulmayan
toplumların nasıl helâk edildiği, nasıl Allah'ın azâbının onları kuşattığı
Kur'ân-ı Kerîm'de hemen her sûrede zikredilmektedir (Meselâ bkz. 7/A'râf, 163 vd.).
İslâm bilginleri, bir şeyden korkarak kötülüğe engel olmamanın âdeta o kötülüğü
kabul etmek ve ona katılmak anlamına geldiğini; asıl faydası olan korkunun
Allah'tan korkmak olduğunu; iyiliği emretmek ve kötülüğü engellemek görevinin
eceli yaklaştırmadığını ve rızkı kesmediğini; ancak göz göre göre tâkat dışı
belâya atılmanın da câiz olmadığını söylemişlerdir (Kenzü'l Ummâl, II/141 vd.).
İnsanlar için en hayırlı topluluk olan İslâm
ümmetinin bireyleri birbirlerinin bütün dertleriyle ilgilenen kişilerden meydana
gelir. Halbuki diğer bütün dinlerde iyilik ve kötülük her ferdin kendi
sorunudur. Meselâ mevcut Tevrat'ta, "Rab, Kabil'e sordu: 'kardeşin nerede?' O
da, 'Bilmem, ben kardeşimin bekçisi miyim?" gibi bir ifâde vardır (Tevrat,
Tekvin, 4/9).
Ma'rûfu emretmek, münkerden alıkoymak görevini
İslâm ümmeti içinden öncelikle âlim olanlar üstlenir; yoksa bu iş câhillere
bırakılmaz. Çünkü câhiller her şeyi altüst edebilirler, kavram ve değer
kargaşasına yolaçarlar. Görevin yerine getirilmesinde ana ilke her müslümanın
âhirette hesap vereceğini bilmesi şuurudur. Toplumlar genelde ikiye ayrılırlar:
Ma'rûf toplumlar, münker toplumlar. Münker toplumlar oluşmuş veya oluşmakta
iken, müslümanların ma'siyete, münkere, tâğuta itaatten kaçınmaları farzdır (Ahmed
bin Hanbel, Müsned, II/144). Yani müslümanların her münker toplumunu ma'rûf
toplum, İslâm hükümlerinin yaşandığı toplum haline getirmeleri fârz kılınmıştır.
Çağdaş demokratik laik toplumlar dini sadece Allah'la kul arasında bir mesele
olarak görürler ve İslâm'ın ma'rûf - münker ilkesinin sadece ahlâkî bir mesele
olduğunu iddiâ ederler. Halbuki hayatın bütün yönlerini Allah ve Rasûlunün emir
ve yasakları doğrultusunda yaşamak ve münker toplumları İslâmî toplum haline
dönüştürmekle görevli olan müslümanların bu durumuyla demokratik ilkeler
birbirine hem karşıt, hem de çelişiktir. Bu sebeple müslümanların her zaman
ma'rûfu emretmeleri, münkerden sakındırmaları mümkün olmaz; karşılarına münker
toplumun emir ve yasakları çıkarılır. İşte bu noktada müslümanlar için şu buyruk
geçerlidir: "Ey iman edenler siz kendinize bakın; hidâyette/doğru yolda
iseniz dalâlette olanlar/sapıtanlar size zarar veremezler" (5/Mâide, 105).
Çağdâş toplumla, müslümanın çelişkisi onun, ancak Allah'a ve Rasûlüne itaat
edeceği gerçeğinden dolayı İslâmî bir devleti gerçekleştirmesini zorunlu kılar.
Bir yandan bu yolda çalışırken öte yandan münkerlerle mücâdele kesintiye
uğramaz, ma'rûfun emredilmesinden geri kalınmaz. Bu nokta şunun için önemlidir:
Ma'rûf, ne salt ahlâkçılık demektir, ne de İslâm'ın ana ilkelerinin yerine insan
haklarının geçirilmesidir. Ma'rûf, tek kelimeyle İslâm'ın kendisidir. Münker de,
aslı itibarıyla veya ahlâkî açıdan sadece kötü şeyler değil, tam anlamıyla
İslâm'ın yasakladığı her şeydir. Yeryüzünün değişik yerlerinde, değişik
rejimlerde ve şartlarda yasayan müslümanlar için değişmeyen ölçü budur. Bunun
tek yöntemi de Rasûlullah'ın sünnetidir. "Size peygamber neyi verdiyse onu
benimseyiniz..." (59/Haşr, 7).
Gerçek ma'rûf-münker görevi, en başta insanın
kendisinden başlayarak yapılır (Bk. 2/Bakara, 44). Bazı insanlar her devirde,
Rasûle itaati söylerler, kendileri itaat etmezler; sadakayı emrederler,
kendileri vermezler. İşte şu ayet-i kerimede onlar uyarılmaktadır: "Kitabı
okuyup durduğunuz halde kendinizi unutur da başkalarına mı iyiliği emredersiniz?
Düşünmez misiniz?" (2/Bakara, 44). İyiliği emredip kendileri yapmayanlar
için hesap gününde dudaklarının ateşten makaslarla kesileceği haberi verilmiştir
(İbn Kesir, I/8).
İkincisi, Rabbin yoluna hikmetle, güzel öğütle
çağırmak, insanlarla en güzel şekilde tartışmak, azgınlara bile yumuşak söz
söylemektir (16/Nahl, 125; 20/Tâhâ, 43).
Sonuçta ma'rûfun emredilmesi, münkerin
yasaklanması meselesi, sadece bir fetvâ olayı değil; aile, hukuk, siyaset ve
ekonominin her zaman içiçe geçmiş bir şekilde şerîatın gerekleri doğrultusunda
savunulması ve yaşanması demektir. Bu, sistemli bir dâvet çalışmasını
gerektirir. İslâm'ın ilk yayılışı da böyle olmuştur. İslâm'ın hâkim olmadığı
düzenlerde, ehl-i kitab'a karşı veya müşriklere ve diğer gayri İslâmî zümrelere
karşı tek geçerli dâvet metodu Rasûlullah'ın sünnetidir. Bunu ancak
Rasûlullah'ın sünnetiyle açıklayabiliriz. Yoksa basit bir ahlâkçı, bir vâiz,
hattâ bir muhtesib (emr-i bi'l-ma'rufla ilgili hisbe teşkilâtında görevli) gibi
davranarak değil. "Dirilerin ölüsü" olarak kalmak isteyen, yani eliyle, diliyle
ve kalbiyle toplumdaki münkeri kötülemeyen kimse ne kötüdür... Tevrat'ta: "Kişi
iyiliği emr, kötülüğü yasakladığı takdirde kavminin nezdinde derecesi kötüleşir"
denilerek İslâmî hareket ve ahlâk saptırılmış, dinin esası tahrif edilmiştir. O
sebeple Allah katında din olarak yalnız İslâm geçerlidir.
Öte yandan, İslâm toplumlarında ise ma'rûfun
emredilmesi, münkerin yasaklanmasında ictihada giren konularda uyarıcılık
yapılmaz. Meselâ Hanefiler, unutularak besmelesiz kesilen hayvanın etini yiyen
bir Şâfiîye, "Bu yediklerin haramdır" şeklinde bir uyarıda bulunamaz; zira
bunlar Şâfiî'ye göre helâldir. İşte emri bi'l-mâ'rûf nehyi ani'l-münkeri
herkesin yapamamasından kasıt budur. Ancak, herkesin bildiği büyük-küçük
günahlar, dinin kesin yasaklamaları hakkında herkes bu görevi yerine getirir
(İmam Gazâli, İhyâ-u Ulûmi'd-Din, Emri Bi'l-Mâ'ruf ve Nehyi Ani'l-Münker
bölümü). Fakat Şâfiîler, besmelesiz kesilen hayvanların etini yemek isteyen
Hanefilere ikazda bulunabilir. Gerek Allah hakları, gerekse kul hakları olsun
bütün ma'rûf ve münkerlerde önce sözlü, sonra fiilî uygulama esastır. Mu'tezile
ise kul hakkıyla ilgili olmayan meselelerde sözle veya fiille uyarıcılığı kabul
ederken; bunu da ancak imamın yapabileceğini, fertlerin karışamayacağını
savunmuştur.
Enes b. Mâlik'ten rivâyet edilen bir hadiste
şöyle bir hüküm bulunmaktadır: "Biz Allah'ın Rasûlune 'Ey Allah'ın Rasûlü, biz
iyiyi tamamen işlemedikçe emredemez miyiz? Kötülükten tamamen sakınmadıkça
menedemez miyiz?' diye sorduk. Rasûlullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Siz
iyiliğin tamamını işlemeseniz dahi iyiliği emrediniz. Siz kötülüğün tamamından
sakınmasanız dahi kötülükten sakındırınız" (Taberânî). Hz. Lokman'ın oğluna
öğüdü her zaman ve mekânda uyarıcının hâlini beyan eder: "Yavrum, namazı
gereği üzere kıl; iyiliği emret ve fenâlıktan alıkoy. Bu hususta sana isabet
edecek eziyete katlan. Çünkü bunlar kesin olarak farz kılınan işlerdir."
(31/Lokman, 17). (1)
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER ..
- Emr-i Bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
- Ma'rûf Nedir? .
- Münker
- Din, Münkerleri Hoş Görmez
- Kur'ân-ı Kerim'de Emr-i Bi'l-Ma'ruf
- Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi'l-Ma'rûf
- Tebliğ .
- Tebliğ Görevi ve Tebliğ Metodu
- Sanat ve Tebliğ .
- Dâvet; Hakka Çağrı
- Dâvetin Alanı
- Dâvetin Metodu
- Dâî/Dâvetçi
- Vaaz .
- Nasihat
- Olumsuz Anlamıyla Nasihat
- Din Nasihattır
- İrşâd .
- Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib .
- Muhtesib .
- Sözü, İnsanları Allah'a Çağırmakla Güzelleştirebiliriz .
- Dâvet ve Tebliğ Usûlü .
- Sözlerin En Güzeli Olan Kitap'ta "En Güzel Söz" Diye Tanımlanan "Dâvet"in Usûlü
- Rasûlullah ve Güzel Söz
- Tebliğcinin Meslekleri a- Tebliğci, doktor olmalıdır.
- b- İtfaiyeci olmalıdır.
- c- Cankurtaran olmalıdır.
- d- Asker ve polis olmalıdır.
- e- Hoca, vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır.