Başkasına İyilikle Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz .
Başkasına İyilikle Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz
Başkasına İyilikle
Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz
"... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ
akıllanmayacak mısınız?" Başkasına
iyiliği emrettiği halde, kendisini unutan kimseyi eleştiren Bakara sûresi 44.
âyeti, bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan
insan, akıllı kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet edilir. Başkalarına iyiliği
emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır.
Halbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten,
irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir
ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini
ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve
ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir
taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir
çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle
çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir
kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna
gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini
kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir.
Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük
budalalık olmaz.
Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara
iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken
kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur.
Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî
olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği
emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük
olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını
anlatıyor. İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt
verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun
özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan,
başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum
salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler
(kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba
çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna
kıyas edilsin!..
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle
İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve
takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve
hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve
bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve
ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât,
cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine
bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın
İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır. (20)
Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği
emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği
emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde
etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın
kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu
aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat
almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur.
İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin
nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur. Çünkü insanlar o
zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası
olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi,
böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda
onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir
fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl
sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden kimsenin, nasihatinin
kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri
günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin maksadı, sözünün
kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara
yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, "Belimi iki kişi kırar:
Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil." der. (21)
Ebû 'l Atahiye bir şiirinde der ki: "Takvâyı
sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Halbuki günahların kokusu senin
elbisenden yayılıyor." (22) Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla
ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü
söyler: "Kelin merhemi olsa, başına çalar." Bu sözü, biraz değiştirerek
konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: "Kelin, diğer
kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini
tedavi ederdi." Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler
söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı
düşünülmelidir. O yüzden "yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar"
denilmiş; "hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme" diye, insanlar birbirine
hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme
gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu
iddia etmek ve İslâm'a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü?
"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı" "Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü"
bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru
ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir
yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu
hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar
bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür
ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes
iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl
bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin
hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç
başlayamaz. Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına
giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini
alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; "hatasız kul olmaz." O yüzden, şeytanın
sağdan yaklaşıp, "sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!" diye
vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat
edip, iyilikleri emretmeliyiz.
Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir:
Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini
yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez.
"Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa,
tamamen de terkedilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her
geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe
derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü,
gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda da meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha
çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve
vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe
sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla
artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor. Demek ki, dikkat etmemiz gereken;
başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de
emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia
edemeyiz
Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin,
postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı
olmayacaktır. İmam Gazali; bu konuda şu benzetmeleri yapar: "Bildiği ile amel
etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa
da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi
kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur.
Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz."
(23)
Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte
standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi için sözü
özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm'a dâvet eden kişi, her çeşit
davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı
ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından,
hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp
canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük
ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul
görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel
etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eyilimindedir.
Şuayb (a.s.) sözüyle olduğu kadar namazıyla ve
davranışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve dâvet ettiği şeyleri kendisi tümüyle
yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu: "Size yasak ettiğim şeylerin
aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum." (11/Hûd, 88) Bu âyetin
öncesi ve sonrası da dâvetçinin temel vasıflarını içermesi bakımından
peygamberleri örnek almak ve doğruyu bulup yaymak isteyenler için çok
önemlidir: "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim!
Allah'a ibâdet/kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve
tartıyı eksik yapmayın..." "Dediler ki 'Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını
(putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana
namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.' Dedi ki: ' Ey
kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O
bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim
şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün
yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı
iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (11/Hûd, 84, 87-88).
Bu âyetlerde bir peygamberin ve dolayısıyla hak
yola dâvet eden peygamber izinden gidecek bir müslümanın tebliğ konusunda en
önemli vasıflarının sıralandığını görüyoruz: Dâvet ve tebliğde temel, Allah'a
kulluğa dâvet ve başka tüm ilâhları reddetmektir. Diğer yanlışların
düzeltilmesi, bu dâvetten sonra bir anlam taşıyacaktır. Son âyetten anlıyoruz ki
peygamberler, Allah tarafından gönderilmiş bir delile, yani vahye dayanırlar.
Peygamberler, ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi
nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar;
ümmetlerine tebliğ ettiklerine muhâlif davranmazlar. Peygamberler, birer
ıslahat-çıdır, onların görevi, yapmak ve düzeltmektir; iyiliğin hâkim olması,
insanların doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir.
Peygamberler, sadece Allah'a güvenir ve dayanırlar; başarının, yalnız Allah'tan
geldiği hususunda hiçbir şüpheleri olmaz; bu sebeple de Allah'tan başka hiçbir
kuvvete ve desteğe sahip olmasalar bile, yine de ümitsizliğe düşmezler.
Dâvetçilerin kendi nefislerine karşı
sorumlulukları, toplum karşısındaki sorumluluklarından daha büyüktür. Onların
kendi görevleri konusundaki eksiklikleri de toplumun onlar üzerindeki hakları
konusundaki eksikliklerinden daha tehlikelidir. İçinde yaşamış oldukları
toplumda davranışlarıyla iyi bir örnek oluşturmaları gerekir. İnsanları
kendisine dâvet ettikleri dâvânın etkileri bizzat kendi hayatlarında görülmeli,
davranışlarında inandıkları prensiplerden işaretler olmalıdır. Ancak böyle
olursa halk, bu dinin fiilî varlığını duyar ve pratik tatbikatını görme imkânına
kavuşur. Dâvet ve tebliğ alanında bunun büyük etkileri vardır. Anlatılan
hakikatlerin, entellüktüel tatmin aracı olarak kalmaması, hayata yansıması için
teori planından çıkıp pratiğe aktarılmalıdır ki, müslümanın hayatı, İslâm'ın
aynası ve tablosu olsun.
Dâvetçiler, hayatlarının her safhasında
dâvâlarını uygulamak zorundadır. Söz ve davranışlarında özel ve genel
meselelerinde, bireysel ve toplumsal alanlarında, özel hayatlarında, bir işçi
veya işveren olarak işlerinde, bir baba ve koca olarak evlerinde, sokaklarda,
hayatın her safhasında. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: "Kim kendisini başkalarına
bir önder olarak tayin ederse, başkasına öğüt vermeden önce kendi kendisine öğüt
versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatma-dan önce davranışlarını o kurallara
uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini düzelten, başkalarına öğüt
verip başkalarını düzeltmeğe çalışan kimseden daha çok saygıya lâyıktır." (24)
Dâvet için gerekli ve geçerli bütün usûl ve
çarelere başvurularak yapılan bir tebliğ, şayet muhâtaptan istenen hususlar,
dâvetçi tarafından yerine getirilmiyorsa, etkileyici olmaktan çok çok uzaktır.
"Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz" diyen Ziya Paşa, hüküm vermek için
geçerli ölçünün, amel, fiil, yaşayış olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan
dâvetçinin yaşayışı, sözlerini nakzetmeyecek, kavilleri ile fiilleri arasında
mutâbakat bulunacak, diliyle yaptığı dâvetten ziyade o, hayatı ile dâvetçi
olacaktır.
Başkasına İyilikle
Emredip Kendisini Unutmak Akılla Bağdaşmaz
"... Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ
akıllanmayacak mısınız?" Başkasına
iyiliği emrettiği halde, kendisini unutan kimseyi eleştiren Bakara sûresi 44.
âyeti, bu iğneleyici soruyla biter. İyiliği emrettiği halde kendini unutan
insan, akıllı kabul edilmez ve akıllı olmaya dâvet edilir. Başkalarına iyiliği
emretmek, başkalarına doğruyu göstermek suretiyle onları yararlandırmaktır.
Halbuki başkasına yol gösterip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten,
irşaddan mahrum etmek, başkasını selâmete çıkarıp kendini ateşe atmak demektir
ki, bu davranış, akıl açısından bir çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara vaaz ve ders vererek ilmini
ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü dinlememek, kendini ve
ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu gibi, halkı bir
taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır ki, bu da bir
çelişkidir; bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise böyle
çelişkilere düşmez.
Üçüncüsü, söylenen sözün, verilen nasihatin bir
kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu edilir. Boşuna emir, boşuna
gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir ve öğüdün tersini
kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi ondan nefret ettirmektir.
Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi yıkmaktır ki, bundan büyük
budalalık olmaz.
Özetle, iyilik iyiliktir; elbette insanlara
iyiliği emretmek de hadd-i zâtında iyidir ve bir görevdir. Fakat bunu yaparken
kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan da budur.
Bundan dolayı bu âyet, fâsığın/günahkâr sapığın doğru söylemek, sözünde ciddî
olarak iyiyi söylemek şartıyla vaaz etmesini (öğüt vermesini), iyiliği
emretmesini men etmemekle beraber, bu gibiler hakkında gayet büyük ve büyük
olmakla beraber zarif/ince bir inzârı (korkutmayı) içeriyor ve aptallıklarını
anlatıyor. İyilikle emreden kişinin kendi hakkında ciddî olmasını ve öğüt
verirken herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun
özellikle akıl nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. İnsan,
başkasına öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de kendi zakkum
salkımı yutmuş olmamalıdır. Halkı aydınlatmak için doğru söyleyenler
(kendileri söylediklerine ters davrandıkları için) hadislerde belirtilen azâba
çarptırılacaksa, bir de insanları saptırmak için eğri söyleyenlerin hali buna
kıyas edilsin!..
Görülüyor ki, halk ve seçkinleriyle
İsrâiloğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları izleyerek şaşkınlık ve
takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve özellikle âlimleri, âmirleri ve
hâkimleri hedef alan bu hitap, bütün bu emirleri ve yasakları bildirme ve
bildirimi almada İslâm dininin istediği ahlâk ve irfanın yükseklik ve
ciddîliğini gösteren bir kuvvetlendirme cümlesi olmuş ve özellikle namaz, zekât,
cemaat emirlerini takip etmesi de bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine
bir işareti içermiş ve özellikle bildiğiyle amel edici olmamanın
İsrâiloğullarının bilginlerinin şiarı olduğunu anlatmıştır. (20)
Büyük müfessir Fahreddin Râzî de, iyiliği
emredip kendisini unutmanın akılla bağdaşmadığını şöyle ifade eder: İyiliği
emredip kötülüğü sakındırmaktan maksat, başkasını menfaatine olan şeyi elde
etmeye ve zararına olan şeye düşmekten sakındırmaya bir irşaddır. İnsanın
kendisine iyiliği, başkasına iyilik yapmasından daha evlâdır. Bunun böyle olduğu
aklî ve naklî deliller ile mâlumdur. Başkasına nasihat edip kendisi nasihat
almayan kimse, sanki aklın kabul edemeyeceği aykırı bir işte bulunmuş olur.
İnsanlara nasihat edip ilmini gösteren, sonra da kendisi yapmayan kimsenin
nasihati, insanların günaha rağbet etmelerine bir sebep olur. Çünkü insanlar o
zaman şöyle derler: "O, bu ilmi ile eğer bu anlattıklarının bir aslı esası
olmadığını anlamış olmasaydı, bu günahı işlemezdi." Onun bu günahı işlemesi,
böylece insanları dinî konularda aldırmazlığa götürür ve günah işleme hususunda
onlara cesaret verir. İyiliği emredip kendisi günah işlemeye cesaret verecek bir
fiili işlediği zaman, sanki o iki zıt şeyi birleştirmiş olur; ki bu da akıl
sahibi olanlara yakışan bir fiil değildir. İyiliği emreden kimsenin, nasihatinin
kalplere tesirli olmasına gayret etmesi gerekir. Günah işlemek ise, kalpleri
günah işleyenin sözünü kabulden uzaklaştırır. Nasihat edenin maksadı, sözünün
kalplere etki etmesidir. İşte bu sebeple her ikisini beraber yapmak, akıllılara
yakışmayan bir çelişkidir. Bundan dolayı Hz. Ali, "Belimi iki kişi kırar:
Şerefinin zedelenmesine aldırmayan âlim ve zâhid olan câhil." der. (21)
Ebû 'l Atahiye bir şiirinde der ki: "Takvâyı
sanki sen takvâlı imiş gibi anlatıyorsun; Halbuki günahların kokusu senin
elbisenden yayılıyor." (22) Kendisi hasta olan bir doktor, aynı hastalıkla
ilgili başkasını tedâvi etmeye kalkmasına, halk, atasözü halinde söylenen sözü
söyler: "Kelin merhemi olsa, başına çalar." Bu sözü, biraz değiştirerek
konuyla ilgili halkın değerlendirmesi açısından şöyle diyebiliriz: "Kelin, diğer
kellere tavsiye ettiği merhem, faydalı olsaydı, kendi başına sürer, kendi kelini
tedavi ederdi." Tabii, tavsiye ettiğimiz hak dâvâ için bu çeşit sözler
söyletenlerin, buna fırsat verenlerin ne kadar büyük vebali olacağı
düşünülmelidir. O yüzden "yarım doktor can yakar, yarım hoca din yıkar"
denilmiş; "hocanın dediğini yap, gittiği yoldan gitme" diye, insanlar birbirine
hocaların, söyledikleriyle uyuşan örnek hayatlarının olmadığını ifade etme
gereği duymuştur. Halkın tümüyle yanıldığını ve bu sözlerde kasıtlı olduğunu
iddia etmek ve İslâm'a sadece sözle dâvet edenleri temize çıkarmak mümkün mü?
"Ele verir talkını, kendi yutar salkımı" "Ele verir öğüdü, kendi keser söğüdü"
bu deyimler de, yine bu tür davranışa duyulan tepkinin ifadesidir.
Bu konuda cevaplandırılması gerekli bir soru
ortaya çıkabilir: Dâvetin muvaffakiyeti için dâvetçinin her yönüyle İslâmî bir
yaşayışa sahip olması, gerçekten gereklidir. Peki, dâvetçi, bütün bu
hususlarda İslâmî bir anlayış ve yaşayışa sahip olup kemâl buluncaya kadar
bekleyerek tebliğden uzak mı kalmalıdır?
Diyebiliriz ki şayet bu şartı kaçınılmaz görür
ve mutlaka ararsak o zaman İslâm topluluklarında hiç dâvetçi kalmaz ve herkes
iyiliği emir, kötülüğü yasaklamaktan vazgeçerek iman, İslâm ve ihsanda kemâl
bulmak için kabuğuna çekilerek yalnızca nefsiyle uğraşmaya başlar. Kemâlin
hududu ve nihayeti olmadığı için ömür boyu dâvete hazırlık bitmez ve dâvet hiç
başlayamaz. Bir insanın, âlim bile olsa, tüm mâruf ve birr sıfatına
giren iyilikleri yapması ve münker/kötü olan şeylerin tümünden kendini
alıkoyması hemen hemen mümkün değildir; "hatasız kul olmaz." O yüzden, şeytanın
sağdan yaklaşıp, "sen kendini tümüyle düzeltmeden iyiliği emredemezsin!" diye
vesvese vermesine müsaade etmemeli; hem kendimize ve hem de çevremize nasihat
edip, iyilikleri emretmeliyiz.
Mükellef olan insan, iki şey ile emredilmiştir:
Günahı terk ve başkasını günah işlemekten alıkoymak. Bu iki görevden birini
yapmamak, diğerini de yapmamayı gerektirmez.
"Mâ lâ yüdrakü küllühü, lâ yütrakü küllühü: Bir şeyin hepsine ulaşılamıyorsa,
tamamen de terkedilmez." İnsan bir ağaç gibi olmalıdır: Ağaç, bir taraftan her
geçen zaman diliminde köklerini ahtapot kolları gibi her yöne açarak ve gittikçe
derinlere dalarak kendine lâzım olan besin kaynaklarına müracaat edip kökünü,
gövdesini güçlendiriyor. Aynı zamanda da meyve vermeye devam ediyor. Hatta daha
çocukluktan/fidanlıktan yeni kurtulan genç bir fide iken bile acı da olsa meyve
vermeyi deniyor. Hem güçlenmeye hem de meyve vermeye devam ettiği müddetçe
sadece kendi gücü artmıyor, ortaya koyduğu ürünün, meyvelerinin tadı da hızla
artmaya, olgun ürünler vermeye başlıyor. Demek ki, dikkat etmemiz gereken;
başkasına iyiliği emrederken, kendimizi unutmamamız, kendimize de
emretmemizdir; Sadece başkalarına anlatarak görevimizi yaptığımızı iddia
edemeyiz
Sadece başkalarına anlatmakla yetinenlerin,
postacıdan veya taşıdığı kitaptan yararlanmayan dört ayaklılardan farkı
olmayacaktır. İmam Gazali; bu konuda şu benzetmeleri yapar: "Bildiği ile amel
etmeyenler, sayfaları ilimle dolu defter veya kitap gibidir; başkasına kârı olsa
da kendisi ondan yararlanamaz. Bileği taşı gibidir; bıçağı biler, fakat kendisi
kesmez. İğne gibidir; başkasını giydirir, fakat kendisi daima çıplak durur.
Lâmba fitili gibidir; başkasına ışık verir, fakat kendisi yanmaktan kurtulamaz."
(23)
Amel söze uymalı; söz amele. İnsanın çifte
standartlı olmaması, içi başka dışı başka olan münafıklara benzememesi için sözü
özünü, özü de sözünü desteklemelidir. İslâm'a dâvet eden kişi, her çeşit
davranışının, sözlerine uymamasından şiddetle sakınmalıdır. Sözü ile özü, mesajı
ile yaşayışı aynı doğrultuda olan, iki dille insana tebliğ etmiş olacağından,
hem kulak hem göz etkilenecek, mesaj donuk ve soyut olmaktan çıkacak, canlanıp
canlandıracaktır. Bu tavır, hem ihlâsın meyvesi olduğundan Allah katında büyük
ecir getirecek, hem bereketini dünyada neticeleriyle görecek ve sözünün kabul
görmesine büyük oranda vesile olabilecektir. İnsan karakteri, ilmiyle amel
etmeyen ve sözü fiiline uymayan kimselerin sözünden faydalanmamak eyilimindedir.
Şuayb (a.s.) sözüyle olduğu kadar namazıyla ve
davranışlarıyla da kavmine tebliğ ediyor ve dâvet ettiği şeyleri kendisi tümüyle
yaşadığını belirtme ihtiyacı hissediyordu: "Size yasak ettiğim şeylerin
aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum." (11/Hûd, 88) Bu âyetin
öncesi ve sonrası da dâvetçinin temel vasıflarını içermesi bakımından
peygamberleri örnek almak ve doğruyu bulup yaymak isteyenler için çok
önemlidir: "Medyen'e de kardeşleri Şuayb'ı (gönderdik). Dedi ki: 'Ey kavmim!
Allah'a ibâdet/kulluk edin. Sizin için ondan başka ilâh yoktur. Ölçüyü ve
tartıyı eksik yapmayın..." "Dediler ki 'Ey Şuayb! Babalarımızın taptıklarını
(putları), yahut mallarımız hususunda dilediğimizi yapmayı terketmemizi sana
namazın mı emrediyor? Oysa sen yumuşak huylu ve çok akıllısın.' Dedi ki: ' Ey
kavmim! Eğer benim, Rabbim tarafından (verilmiş) apaçık bir delilim varsa ve O
bana tarafından güzel bir rızık vermişse buna ne dersiniz? Size yasak ettiğim
şeylerin aksini yaparak size aykırı davranmak istemiyorum. Ben sadece gücümün
yettiği kadar ıslah etmek istiyorum. Fakat başarmam ancak Allah'ın yardımı
iledir. Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na döneceğim." (11/Hûd, 84, 87-88).
Bu âyetlerde bir peygamberin ve dolayısıyla hak
yola dâvet eden peygamber izinden gidecek bir müslümanın tebliğ konusunda en
önemli vasıflarının sıralandığını görüyoruz: Dâvet ve tebliğde temel, Allah'a
kulluğa dâvet ve başka tüm ilâhları reddetmektir. Diğer yanlışların
düzeltilmesi, bu dâvetten sonra bir anlam taşıyacaktır. Son âyetten anlıyoruz ki
peygamberler, Allah tarafından gönderilmiş bir delile, yani vahye dayanırlar.
Peygamberler, ümmetlerine tebliğ ettikleri şeyleri her şeyden önce kendi
nefislerinde yaşarlar; sözleri ile özleri, kalpleri ile amelleri birbirine uyar;
ümmetlerine tebliğ ettiklerine muhâlif davranmazlar. Peygamberler, birer
ıslahat-çıdır, onların görevi, yapmak ve düzeltmektir; iyiliğin hâkim olması,
insanların doğruya ve iyiye yönelmesi için elinden geldiğince çaba göstermektir.
Peygamberler, sadece Allah'a güvenir ve dayanırlar; başarının, yalnız Allah'tan
geldiği hususunda hiçbir şüpheleri olmaz; bu sebeple de Allah'tan başka hiçbir
kuvvete ve desteğe sahip olmasalar bile, yine de ümitsizliğe düşmezler.
Dâvetçilerin kendi nefislerine karşı
sorumlulukları, toplum karşısındaki sorumluluklarından daha büyüktür. Onların
kendi görevleri konusundaki eksiklikleri de toplumun onlar üzerindeki hakları
konusundaki eksikliklerinden daha tehlikelidir. İçinde yaşamış oldukları
toplumda davranışlarıyla iyi bir örnek oluşturmaları gerekir. İnsanları
kendisine dâvet ettikleri dâvânın etkileri bizzat kendi hayatlarında görülmeli,
davranışlarında inandıkları prensiplerden işaretler olmalıdır. Ancak böyle
olursa halk, bu dinin fiilî varlığını duyar ve pratik tatbikatını görme imkânına
kavuşur. Dâvet ve tebliğ alanında bunun büyük etkileri vardır. Anlatılan
hakikatlerin, entellüktüel tatmin aracı olarak kalmaması, hayata yansıması için
teori planından çıkıp pratiğe aktarılmalıdır ki, müslümanın hayatı, İslâm'ın
aynası ve tablosu olsun.
Dâvetçiler, hayatlarının her safhasında
dâvâlarını uygulamak zorundadır. Söz ve davranışlarında özel ve genel
meselelerinde, bireysel ve toplumsal alanlarında, özel hayatlarında, bir işçi
veya işveren olarak işlerinde, bir baba ve koca olarak evlerinde, sokaklarda,
hayatın her safhasında. Hz. Ali (r.a.) şöyle der: "Kim kendisini başkalarına
bir önder olarak tayin ederse, başkasına öğüt vermeden önce kendi kendisine öğüt
versin. Diliyle terbiye kurallarını anlatma-dan önce davranışlarını o kurallara
uydursun. Kendi kendisine öğüt veren ve kendisini düzelten, başkalarına öğüt
verip başkalarını düzeltmeğe çalışan kimseden daha çok saygıya lâyıktır." (24)
Dâvet için gerekli ve geçerli bütün usûl ve
çarelere başvurularak yapılan bir tebliğ, şayet muhâtaptan istenen hususlar,
dâvetçi tarafından yerine getirilmiyorsa, etkileyici olmaktan çok çok uzaktır.
"Âyinesi iştir kişinin, lâfa bakılmaz" diyen Ziya Paşa, hüküm vermek için
geçerli ölçünün, amel, fiil, yaşayış olduğunu ifade etmektedir. Bu bakımdan
dâvetçinin yaşayışı, sözlerini nakzetmeyecek, kavilleri ile fiilleri arasında
mutâbakat bulunacak, diliyle yaptığı dâvetten ziyade o, hayatı ile dâvetçi
olacaktır.
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER
- EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER ..
- Emr-i Bi'l-Ma'rûf ve Nehy-i Ani'l-Münker; Anlam ve Mâhiyeti
- Ma'rûf Nedir? .
- Münker
- Din, Münkerleri Hoş Görmez
- Kur'ân-ı Kerim'de Emr-i Bi'l-Ma'ruf
- Hadis-i Şeriflerde Emr-i Bi'l-Ma'rûf
- Tebliğ .
- Tebliğ Görevi ve Tebliğ Metodu
- Sanat ve Tebliğ .
- Dâvet; Hakka Çağrı
- Dâvetin Alanı
- Dâvetin Metodu
- Dâî/Dâvetçi
- Vaaz .
- Nasihat
- Olumsuz Anlamıyla Nasihat
- Din Nasihattır
- İrşâd .
- Hisbe Teşkilâtı ve Muhtesib .
- Muhtesib .
- Sözü, İnsanları Allah'a Çağırmakla Güzelleştirebiliriz .
- Dâvet ve Tebliğ Usûlü .
- Sözlerin En Güzeli Olan Kitap'ta "En Güzel Söz" Diye Tanımlanan "Dâvet"in Usûlü
- Rasûlullah ve Güzel Söz
- Tebliğcinin Meslekleri a- Tebliğci, doktor olmalıdır.
- b- İtfaiyeci olmalıdır.
- c- Cankurtaran olmalıdır.
- d- Asker ve polis olmalıdır.
- e- Hoca, vâiz, müezzzin, hatip, öğretmen olmalıdır.